Öyle bir geçer zaman ki…zaman öyle bir geçiyor ki inanılmaz, büyüleyici. İnsan aklının, evrenin büyüklüğünü algılayamayacağı söylenir. Benim aklımın zamanı algılayabilecek kadar bile gelişmiş olduğunu sanmıyorum. Hayretle, dehşetle, hayranlık ve korkuyla izliyorum dakikaların ve yılların geçişini. Ölümden, hayatı ıskalayanlar korkar. Ben de acaba ıskaladığım için mi bunca korkuyorum? Halbuki sorsalar anlatacak hikayelerim var benim de. Kimin yok ki…insan, hikaye anlatan canlı.
Altı yaşındayken, resim yapmak için doğduğumu sanırdım. Kimsenin hiçbir şey için doğmadığını anladıktan sonra hikaye anlatmayı iş edindim. Dizime yatanlara ya da başını göğsüme koyanlara –kadın, erkek, çocuk- hep bir hikaye anlattım, biraz benim biraz onların, çokça hepimizin. Bir keresinde birine ben “anlat” dedim mesela, “hikayen ne?”. Anlatmıştı, dinlemiştim. Belki de dinlemekte, anlatmaktan çok daha iyiyim.
Nasıl geçiyor inanılır gibi değil. Kimi geç kalmakta olduğumu söylüyor endişeyle, kimi her şey için henüz çok erken. Ben…bilmiyorum. Bu seslerin aklımda kalabalık etmediği bir yıl olmasını istiyorum. Tek istediğim, birilerinin zaman konusunda ahkam kesmediği bir yıl. Neyi kaçırıyorum, neye henüz erken; ne kazandım, ne kaybettim…düşünmek istemiyorum. Bir kazanç-kayıp tablosu olmamalı ki hayat. Bundan fazla bir şey olmalı. Hep derim ya hayat, bir sofra etrafında toplanmış sevdiklerim olmalı. Hep bir ağızdan konuşmalı, birbirimize takılmalı ve gülmeliyiz.
Kaybettiğim insanları saymak istemiyorum artık. Sessizce yan yana oturup “neden böyle oldu” diye sormak istemiyorum. Zamanı geri alamıyor insan, öyle değil mi? Ne oluyorsa oluyor ve geri alamıyoruz. Başka türlü olabilirdi ama hayır, olamazdı, yine böyle olacaktı. Biz…nasılsak öyle davranıyoruz. Beklentilerimiz var, farklı farklı. Kiminin heyecan, kiminin ilgi, kiminin mücadele, kiminin onay. Kim bilir, belki birileri aşık olmayı bekliyordur hala. Benimse tek istediğim huzur, sadece huzur… “sadece”?!
Zamanı aklımız almadığı için yıllara ayırıyoruz, sonra da biri bitip biri başlıyor işte. Hepsi bu. Hikayeler biriktiriyoruz. Hepsi bu. Ne ölenle ölebiliyor, ne yeni doğanla yeniden doğabiliyoruz. Ortaokuldaydım, edebiyat hocamız Nihal Hanım “iki karanlık arasındaki bir anlık şule” yazmıştı tahtaya. Şair burada ne demek istemektedir? Başka elini kaldıran var mıydı bilmiyorum, “hayat” deyivermiştim. Hayat ama biz hala burada oturmuş tahtaya bakıyoruz. Hayat…bir anlık ışık. Hepsi bu.
Hayır, karamsar değilim. Sanıldığı kadar iyimser de değilim. Sadece izliyorum. Gerçi burada yaşarken izlemekle yüreği karartmak aynı şey oluyor bazen. Cinayetler, haksızlıklar, yüzsüzlükler, pişkinlikler…içinde yüzüyoruz, boğulacak gibi olmamız anlaşılır ama boğulmamalıyız. Uğruna mücadele edilecek şeyler hala var. Kim ne derse desin, kesilen ahkamlara karnım tok. İşte bu inanılmaz…yıllar geçiyor ama hala bir anlamı var hayatın.
Yıllar…geçiyor. Çok acayip. Çocukluk anılarım omzumun hemen arkasında duruyor oysa. Geride kalan her şeyi kaybetmiş mi sayılıyoruz? Kim sayıyor bunları, çetelesini kim tutuyor, kim karar veriyor kimi neyi kaybedip kaybetmediğimize? Sanırım ben inanmıyorum kaybetmeye. Sevmeye inanıyorum, çok sevmeye. Çaresiz, inanıyorum. Bazen “öfke, içimi yakıp kavuran bir çığ gibi hızla büyüyor içimde”. Aslında bilmediğim sinkaflı küfürler sıralıyorum ardı ardına, bağıra çağıra ağlıyorum…içimden. Bazen de karıncanın su içtiği şu deniz gibi dingin oluyorum. Kıyıma vuran dalga seslerini duymak için kulak kesilmek gerekiyor. Eh, eski kulağı kesiklerden kim kaldı.
Ömür geçiyor be… Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, ürküyorum bazen. Üzülüyorum. Ama zamanın geçmesine değil, bizim bize ettiğimize üzülüyorum. Gülümsüyorum, ben en çok gülümsüyorum.
Herkese iyi seneler diliyorum. İyi bir sene tam neye benzer bilmiyorum ama hepimiz için ondan diliyorum. İlla ki sevdiklerimiz ölecek bu sene de, belki biz öleceğiz. Kim bilir… işte henüz kimse bilmiyor, güzel olan bir şey varsa o da bu. Her şey çok güzel olmasa bile bir çok şey epey güzel olacak belki, kim bilir… Olamaz mı? Olabilir.
Sevgiler…