31 Aralık 2011 Cumartesi

The Last But Not The Least


Öyle bir geçer zaman ki…zaman öyle bir geçiyor ki inanılmaz, büyüleyici. İnsan aklının, evrenin büyüklüğünü algılayamayacağı söylenir. Benim aklımın zamanı algılayabilecek kadar bile gelişmiş olduğunu sanmıyorum. Hayretle, dehşetle, hayranlık ve korkuyla izliyorum dakikaların ve yılların geçişini. Ölümden, hayatı ıskalayanlar korkar. Ben de acaba ıskaladığım için mi bunca korkuyorum? Halbuki sorsalar anlatacak hikayelerim var benim de. Kimin yok ki…insan, hikaye anlatan canlı.

Altı yaşındayken, resim yapmak için doğduğumu sanırdım. Kimsenin hiçbir şey için doğmadığını anladıktan sonra hikaye anlatmayı iş edindim. Dizime yatanlara ya da başını göğsüme koyanlara –kadın, erkek, çocuk- hep bir hikaye anlattım, biraz benim biraz onların, çokça hepimizin. Bir keresinde birine ben “anlat” dedim mesela, “hikayen ne?”. Anlatmıştı, dinlemiştim. Belki de dinlemekte, anlatmaktan çok daha iyiyim.

Nasıl geçiyor inanılır gibi değil. Kimi geç kalmakta olduğumu söylüyor endişeyle, kimi her şey için henüz çok erken. Ben…bilmiyorum. Bu seslerin aklımda kalabalık etmediği bir yıl olmasını istiyorum. Tek istediğim, birilerinin zaman konusunda ahkam kesmediği bir yıl. Neyi kaçırıyorum, neye henüz erken; ne kazandım, ne kaybettim…düşünmek istemiyorum. Bir kazanç-kayıp tablosu olmamalı ki hayat. Bundan fazla bir şey olmalı. Hep derim ya hayat, bir sofra etrafında toplanmış sevdiklerim olmalı. Hep bir ağızdan konuşmalı, birbirimize takılmalı ve gülmeliyiz.

Kaybettiğim insanları saymak istemiyorum artık. Sessizce yan yana oturup “neden böyle oldu” diye sormak istemiyorum. Zamanı geri alamıyor insan, öyle değil mi? Ne oluyorsa oluyor ve geri alamıyoruz. Başka türlü olabilirdi ama hayır, olamazdı, yine böyle olacaktı. Biz…nasılsak öyle davranıyoruz. Beklentilerimiz var, farklı farklı. Kiminin heyecan, kiminin ilgi, kiminin mücadele, kiminin onay. Kim bilir, belki birileri aşık olmayı bekliyordur hala. Benimse tek istediğim huzur, sadece huzur… “sadece”?!

Zamanı aklımız almadığı için yıllara ayırıyoruz, sonra da biri bitip biri başlıyor işte. Hepsi bu. Hikayeler biriktiriyoruz. Hepsi bu. Ne ölenle ölebiliyor, ne yeni doğanla yeniden doğabiliyoruz. Ortaokuldaydım, edebiyat hocamız Nihal Hanım “iki karanlık arasındaki bir anlık şule” yazmıştı tahtaya. Şair burada ne demek istemektedir? Başka elini kaldıran var mıydı bilmiyorum, “hayat” deyivermiştim. Hayat ama biz hala burada oturmuş tahtaya bakıyoruz. Hayat…bir anlık ışık. Hepsi bu.

Hayır, karamsar değilim. Sanıldığı kadar iyimser de değilim. Sadece izliyorum. Gerçi burada yaşarken izlemekle yüreği karartmak aynı şey oluyor bazen. Cinayetler, haksızlıklar, yüzsüzlükler, pişkinlikler…içinde yüzüyoruz, boğulacak gibi olmamız anlaşılır ama boğulmamalıyız. Uğruna mücadele edilecek şeyler hala var. Kim ne derse desin, kesilen ahkamlara karnım tok. İşte bu inanılmaz…yıllar geçiyor ama hala bir anlamı var hayatın.

Yıllar…geçiyor. Çok acayip. Çocukluk anılarım omzumun hemen arkasında duruyor oysa. Geride kalan her şeyi kaybetmiş mi sayılıyoruz? Kim sayıyor bunları, çetelesini kim tutuyor, kim karar veriyor kimi neyi kaybedip kaybetmediğimize? Sanırım ben inanmıyorum kaybetmeye. Sevmeye inanıyorum, çok sevmeye. Çaresiz, inanıyorum. Bazen “öfke, içimi yakıp kavuran bir çığ gibi hızla büyüyor içimde”. Aslında bilmediğim sinkaflı küfürler sıralıyorum ardı ardına, bağıra çağıra ağlıyorum…içimden. Bazen de karıncanın su içtiği şu deniz gibi dingin oluyorum. Kıyıma vuran dalga seslerini duymak için kulak kesilmek gerekiyor. Eh, eski kulağı kesiklerden kim kaldı.

Ömür geçiyor be… Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, ürküyorum bazen. Üzülüyorum. Ama zamanın geçmesine değil, bizim bize ettiğimize üzülüyorum. Gülümsüyorum, ben en çok gülümsüyorum.

Herkese iyi seneler diliyorum. İyi bir sene tam neye benzer bilmiyorum ama hepimiz için ondan diliyorum. İlla ki sevdiklerimiz ölecek bu sene de, belki biz öleceğiz. Kim bilir… işte henüz kimse bilmiyor, güzel olan bir şey varsa o da bu. Her şey çok güzel olmasa bile bir çok şey epey güzel olacak belki, kim bilir… Olamaz mı? Olabilir.

Sevgiler…


29 Aralık 2011 Perşembe

Searchin' My Soul

We Never Change by Coldplay on Grooveshark


No More Tears by Ozzy Ozzbourne on Grooveshark


Melancholy Man by Moody Blues on Grooveshark


I Like You, You're Nice by Irene Kral on Grooveshark


The Way We Were by Barbara Streisand on Grooveshark


Moon River by Judy Garland on Grooveshark


Good Morning Heartache by Billie Holiday on Grooveshark


Mr Unhappy by Julie Delpy on Grooveshark


The Promise by Tracy Chapman on Grooveshark


Don't Forget (Unplugged) by Hindi Zahra on Grooveshark


28 Aralık 2011 Çarşamba

Sing with me!



Yine boş bir word dosyası ve bilmem kaçıncı kere dolup boşalmış kahve bardağıyla bakışırken bu şarkıyla rastlaştık. Hey gidi... Kahvenin bir hayrını görmedim, word hala boş deyip buzdolabındaki tek birayı açtım. Şarkının sesini de sonuna kadar açmak isterdim ama hem saat uygun değil hem de apartman sakinleri ismiyle müsemma, sakin. Ondan sonra gelsin düşük volüm eşliğinde ergen tribi kılıklı danslar. Bir kere daha dinleyeyim, şu bira da yarılansın, bir anda açılıp patır patır yazacağım kesin. Hı hı evet. Kahvaltıya değerli misafir bekliyorum zaten, sonra biraz da uyumalı o yüzden. İyi gitti bu iyi, güzel oldu. Klasikler candır. 

Sing with me, sing for the year
Sing for the laughter, sing for the tear
Sing with me just for today 
Maybe tomorrow, the good lord will take you away...


Ördek

İlkokul birinci sınıfa gidiyorum. Akşam vakti, anneannemlerdeyiz. Akşam vakti çünkü anneannemin kristal avizesinden kırılan ışıkların duvarlardaki renkli yansımalarını izlediğimi hatırlıyorum. Bir Başka Gece'yi izlerken içi yumuşak, dışı daha sert, sedefli beyaz, kare şeklindeki şekerlerden yediğimi hatırladığım kadar net hatırlıyorum ama bu başka bir gece. Kanepenin önüne çekilmiş olan sehpada okul defterim açık duruyor. İçinde kurşun kalemle yazılmış eciş bücüş harfler. Yazmayı beceremedikçe sinirim artıyor, arttıkça beceremiyorum. En sonunda alıp sinirle yere fırlatıyorum defteri: "Sökemiyorum işte okuma yazmayı, sökemeyeceğim!"


Hazırlığın ilk haftası, ilk ödev. Annemle bizim evdeyiz. Yuvarlak yemek masasının mutfağa bakan tarafında yan yana oturmuşuz. Annemi, beni, masa örtüsünü ve önümüze yaydığımız defter kitapları tam üstümüzde asılı duran eski lambanın sarı ışığı aydınlatıyor. Demek ki vakit akşam ve ödev yarına. Ne anlama geldiklerine dair en ufak bir fikrim olmayan İngilizce kelimeler çoğaldıkça çoğalıyor önümde. Sinirlenmiyorum, moralim bozuk. Bir de sınıfta Amerika'da yaşamış çocuklar var, onların öğretmenlerle çatır çatır konuştuğunu gördükçe daha da moralim bozuluyor. İngilizce'yi hiç öğrenemeyeceğim.


İşe başladığım şu günlerde o günler aklıma geliyor ister istemez. Bu sefer ne sinirliyim, ne de moralim bozuk gerçi. Sürecin doğası gereği bocalıyorum biraz. Ne de olsa yeni bir ülke sayılır bu iş benim için. Yapmak istediğim iş bu, olmak istediğim yer burası şu anda. Bir de şu ördekliğimi üstümden atınca çok rahatlayacağım. Her şeyi çok iyi, çok süper yapmak istiyorum ve bunun hemen olmasını istiyorum. Ama bunu istemem kadar o işlerin öyle olmaması da normal, öyle değil mi? Değil mi? 



Şarkıyı da arkadaşımın blogundan aşırdım resmen ama dayanamadım, çok iyi. 

26 Aralık 2011 Pazartesi

Aşktan Öte, Aşktan Ziyade

Bu Ankara bana iyi geldi. Tezi teslim edeli bir yıl oldu, gidem de şu master diplomamı artık alam dedim. Hem Kingus çıkacakmış sahneye, bu kaçmaz. İyi ki gitmişim, sevgiden şımarıp döndüm.

Hayatımın erkeği tez hocamla görüştük. Gerçi hem şımarttı, hem ağzıma sıçtı o. Tez hocam o benim, şımartır da ağzıma da sıçar. Her türlü yetkiye sahip bu konuda. Bir yandan aslan sütüyle besliyor hem. Güzel yüzlü, inatçı, küçük hayal kırıklığıyım onun. Doktoraya devam etmememden son derece hoşnutsuz. Çok güvendiği öğrencilerini kast ederek bir “you were one of those” deyişi vardı, ben öyle tokat gibi past tense duymadım hayatımda. Wish you were here’ın were’ü filan halt etmiş yanında. Yine de benden umudunu tamamen kestiğine inanmıyorum. Bir kere böyle harika bir adamın benden yana umudu olması başlı başına muhteşem bir şey. Bir bildiği vardır diye düşünüyorum, öyle umuyorum. Genelde aşka dair anlatılır ama hani hayranlık derecesinde sevdiğin insan seni geri sevince bir afallarsın ya. Öyle yüksek bir yere koymuşsundur onu ve sen onun yanında öyle değersizsindir ki onun tarafından değer görünce o yüksek yeri bir sorgularsın. Bir nevi “beni sevdiğine göre o kadar da mükemmel değil demek ki, mükemmel olsa (mükemmel olmak?!) benim gibi paçoza ne diye gönül indirsin”. İşte bizim durumumuzda öyle olmadı, bir an bile hoca da tırtmış diye düşünmedim. Bende ışık görüyorsa doğrudur, vardır ama hakkını veremiyorumdur, o da benim mallığımdır. Ne hayranlık ne aşk. İnsan olarak da akademisyen olarak da en saygı duyduğum adamlardan biri bu, hele sevgimin haddi hesabı yok. Bazen böyle dertleşmek için seni kenara çeker, seni kendi gibi bildiğini cömertçe hissettirir ya mutluluktan ölürüm öyle zamanlarda. Bu adam beni bu kadar ciddiye alıyorsa o kadar da fasulye olmayabilirim lan. Ben onu zaten ciddiye alırım. Herkes her şeyi söyler mesela ama o söylerse ciddiye alırım, ne söylerse söylesin. Ne dediği önemlidir. Bir de rakımı koymuyor mu, ayşec. şundan da ye bak ben bunu çok seviyorum demiyor mu… Tez savaşlarımız geliyor da aklıma. Direniş kavramını kullanmamı asla onaylamadı, hala da onaylamıyor ya ikimiz de meydan okumanın hastasıyız. Benim bir de inadım inat, bunu sevdiğini biliyorum. İçine sinmedi filan ama hayır, bu direniştir hocam dememden hep bir keyif aldı. 35 numara ayaklarıma bakmadan karşısına geçip ona pabuç bırakmamamı seviyor. Ben de onun yalnızca düşünceye dair değil hayata dair her mevzuu aynı içtenlik ve tevazuuyla konuşabilmesini seviyorum. Seviyor da seviyorum yani. Bir usta çırak ilişkisi ancak bu kadar sevgi muhteva edebilir.

O akşam öyle bir posta şımardım. Sonraki gün Kingus çıkacaktı Voodoo’da. Yanılmıyorsam daha birinci sınıftaydık kurulduklarında. Biz de daha yeni tanışıyoruz zaten. Sakarya’nın Sakarya olduğu zamanlar, Limon daha açık o zaman. Gölge’nin de Gölge olduğu zamanlar ama Gölge Pub tercihim. Rembetiko’yu ise daha bilmiyorum. Voodoo Blues yeni açıldı sayılır ama sanki hep varmış gibi. Dün biraz erkence gidip oturduk bir masaya. Sonra o masa doldu taştı… Her yüz tanıdık, herkes aşina. Bir yandan çalma listesi karalanıyor küçük bir kağıda, bir gitar eksik ama sıkıntı yok, yüzler gülüyor. Oradan rahat bir “ne olacak ya, yılların blues’cusuyuz” da gelince bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Saat sekizi gösterdiğinde masadakiler sahnedeki yerlerini aldılar. Biz de yavaş yavaş içeri geçtik, en öndeki masaya kurulduk. Kafamı yanıma yöreme her çevirişimde bir tanıdık yüz daha. Mekan bizim sanki. Ben Ankara’dan ayrılırken Voodoo ya açılmamış ya da çok yeniydi. Buna rağmen bana bile benim gibi geldiğine göre bu Tamer’in başarısı olmalı. O gece de öyle keyifli geçti işte.

Ankara’ya hep çok anlam yüklediğimi sanırdım ama hak ettiği anlamı hiç yüklememişim aslında. Bunu dün de değil bu akşam üstü AŞTİ’de, dünyanın en sevimsiz otogarında beklerken anladım. Yıllar boyunca Ankara ve hatta ODTÜ ve beşeri, kaybettiğim mitik bir aşkın başkentiydi her şeyden evvel. Bu kente dair en olmadık detayları sıkıp keder çıkarmasını bildim. Yağmura yüklediğim anlam mesela aslında karın bu şehre ne kadar yakıştığını fark etmemi engelledi. Aşk benim için bir varoluş şartı ama tüm algımın da içine eden bir şey. Sanki Ankara’yı ilk defa görüyorum. Ya da bu adamları. Ne güzel insanlar tanımışım ben, aferin lan bana. Ne güzel bir üniversite hayatım olmuş, ne çok eğlenmişim. Ben Ankara’yı sevmişim, farkında değilim. Hayatı aşkla algılayan bir kadın olarak bir şehri bir aşktan ayrı algılamam çok zordu ama Ankara hak ettiği anlamı buldu sonunda.

Bir keresinde eskimekten söz etmişti Vernon. İlişkilerin eskimesinden kötü bir şey gibi bahsetmişti, neyi kast ettiğini tam anlamamıştım o zaman. Dostlar yıllanıyor, bu çok güzel işte ama kimi ilişkiler eskiyor hakikaten ve bu kötü bile değil de acıklı biraz. Önü alınması mümkün olmayan sert bir gerçek ve gerçek karşısında her türlü drama sönük. Aslında her şey ne kadar basit ve anlaşılır, hemen gözümüzün önünde. Hiç o kadar sofistike değil, hatta o kadar önemli bile değil. “Bayağı” demezdim de…ne bileyim, köfte ekmek kadar basit mesela. Hayat yani. Vapurlar filan, tuhaf da bir yandan. Ama kesinlikle güzel. İnsanlara, şehirlere, yemeklere, yağmura kara duyduğum bu sevgi aşktan öte, aşktan ziyade. Bu yaşa gelip de bu kadar sevgiyi içinde hala nasıl muhafaza edebilir insan. Budandıkça sürgün mü veriyor nedir.

Yeni yıla inanmıyorum ama bu defa bir umut var. Yeni yılla birlikte işe başlayacak olmamdan da kaynaklanıyor olabilir, bilmiyorum, ama güzel şeyler olacak gibime geliyor. Hem niye olmasın ki, ne sebep var, öyle değil mi? Kimi ilişkiler eskiyip matlaşıyorsa da insanlar değil, benim için değil. Hayatımın müzesi gibi gelen ODTÜ’de yürürken yirmi yaşındaki insanlara bakıp onları kıskandım. Ben de oradaydım, ben de yirmi yaşındaydım. Ha çok mu yaşlandım sanki, hayır, önemli olan bu değil. Önemli olan, bir daha asla yirmi yaşında olmayacağım. Yıllar boyunca beni kederlendiren temel sebeplerden biri de zamanın bu geri döndürülemezliğiydi belki. Yitip giden ve yitip gittikçe mitleşen bir geçmişe ağıt. Halbuki hayat ne kadar kısa, bizi seven ve sevdiğimiz insanlar ne kadar güzel, dostluklar ne kadar değerli… Her an bir daha geri gelmeyecek bir an. Her şehir birbirine aşık insanlar barındırıyor ve asıl, hayatı aşkla sevince, AŞTİ’den bozkır güneşinin batışını izlemek bile keyif veriyor. Ankara güzel la…

16 Aralık 2011 Cuma

Yok Oğlum, Biz Evdeyiz


D&R’daki Biletix görevlisine oyunun adını söylerken biraz bocaladım: Yok oğlum, biz evdeyiz. Tiyatro etkinliği, evet. Görkem Şarkan’ın yazıp yönettiği ikinci oyun. Kendisi de yine oyuncular arasında. İzlediğim ilk oyunu Çatı’ydı. 2010’da kurulan “drama üreticisi” Serbest Bölge’nin ilk oyunu olan Çatı’yı da İkinci Kat’ta izlemiştim. Tabiri caizse bir oda tiyatrosu. Taksim’den Tünel’e doğru yürürken Galatasaray’ı geçiyorsun, sağda Barcelona Pastanesi’nin köşesinden girince solda kalan Olivio Han’ın ikinci katı, yüksek tavanlı genişçe bir salon. Oyundan önce sessizce girip bir kenarına iliştiğiniz salondan oyun bitince aynı sessizlik içinde çıkıp gidiyorsunuz. Zaten siz salona girmeden başlamış olan oyun lank diye bitmiyor, "oyun" devam ediyor, izleyenleri dışarı alıyorlar sadece. 


Oyunları ayrı ayrı değerlendirmek istemiyorum. Bir oyunu ya da bir filmi izlemeden evvel önbilgi edinmekten hoşlanmadığım için olacak önbilgi vermek de istemiyorum. Onun yerine demek istediğim: Bence bu adamı takip edin, bu grubun oyunlarını izler olun. Onun dışında teknik değerlendirmeler sıralayacak bir donanıma sahip değilim ama oyuncularını çok yetenekli bulduğumu söylemem lazım. Zaman zaman dizi oyunculuğunun sebep olduğu küçük deformasyonları seziyorsunuz ama hepsi o kadar. Bu arada evet, Görkem de dahil olmak üzere birkaç oyuncusu “şu dizide şunu oynuyor(du)” diyebileceğiniz kadar tanıdık yüzler.  

Oyunları ayrı ayrı değerlendirmek istemeyişimin bir nedeni de zaten bir bütünün parçaları gibi olmaları. Belli ki oyunu yazan adamın hayatla bir derdi var, onu anlatıyor. 

Serbest Bölge’nin oyunlarını bir bütün olarak sevmemin ve bu oyunları özellikle İkinci Kat’ta izlemekten keyif almamın elbette öznel bir sebebi, izleyici olarak kurduğum özel bir bağ var: Sosyolojide üstüne gitmeyi seçtiğim alan olan gündelik hayatı -ne kadar kaçınılmaz da olsa- ona çok fazla ihanet etmeden alıp göstermesi. Gündelik hayat çalışmanın zorluğu aşinalığında başlar. Asla ilk defa görmediğin bir şeydir, önünde takla da atsa görmez olursun, bakar körleştirir hayat. Bir kere görüp, “burada böyle bir şey var” diye işaret fişeği attığında da “derya içre olup deryayı bilmeyen balığı” deryasından çıkarmış olursun, elinden kayar gider, ölür, kaybedersin. Bu yüzden de Serbest Bölge’nin -manifestosunda yazdığı gibi- her hikayenin kendi üslubunu üretmesi konusundaki hassasiyetini çok önemsiyorum. Bu bakımdan, Görkem’in oyunlarıyla İkinci Kat’ın sağladığı mekan arasında da mükemmel bir uyum var. 

Oyunlar çok mütevazi ve sakin bir dille seni karşına alıp diyor ki “bak kardeşim burada böyle bir şey var. Bu mu senin ahlakın, bu mu senin toplumsal normun? Hiç çevirme kafanı, bu gerçek” (Aralara döşediği zekice ironiler de cabası). Özellikle Yok Oğlum, Biz Evdeyiz’de daha baskın bu tavır. Biz de evdeyiz, aynı evdeyiz.


Not: Çatı, 18 Aralık Pazar günü saat 17:00’da son kez sahneye konacakmış. Ben diyeyim de. 


14 Aralık 2011 Çarşamba

Kişisel Blog Yazmanın Dezavantajları Üzerine




Okuyorlar. İnsanlar okuyor. Böyle döner-istiyorum-dönmesin-istiyorum bir durum. Artık yiğidin malı mı yoksa bülbülün dili belası mı bilmiyorum. 
İşsizlikten yakındığım bir iki yazımda, oldu-olacak-olmuyor bir iş durumum olduğundan bahsetmiştim. Hatta bu yazılardan birini okuyan bir arkadaşımın, müzmin ev kadınlığıma gönlü razı olmamış ve çözüm önerisi içeren bir mail atmıştı. Bak hatırlayınca duygulandım yine. 
Bu öğleden sonra, oldu-olacak-allahım-niye-olmuyor iş durumumun netleşmesi umuduyla görüşmeye gittim. Umut dediğim, umudum yok da maksat closure olsun. Ha öyle olmadı, gelecek biraz daha aydınlık şimdi ama hayat tabi (bkz. ata binen skeptik gelin). 
Neyse ne diyordum, ha evet...bu nanenin okunabiliyor olması gibi bir sorun var. Birlikte çalışmak istediğim "genç patronlar" tarafından mesela (okunacağını öngörmediğin durumlarda yağ çekmek sayılmaz). Dert üstüne dert binen bir dönem olduğu için yine benzer bir yazıda ilişki durumuma ilişkin ifadeler de var (okunacağını öngördüğün durumlarda sitem etmek sayılır). Bir şey anlatırken tek bir şey anlatmaktan sıkıldığım için birlikte ele almışım her iki durumu da. Böylece daha da karamsar bir tablo çıkmış ortaya. Doğruya doğru, biraz sitemkar bir yazı ama o kadarcık drama queen'liğim olsun. 
Akşamına, yurt dışında yaşayan bir arkadaşım aramış. Uyuduğum için duymamışım, geri aradım. "Belki kapı gibi telefonu açmamayı da hak görmüşsündür canım, olabilir" dedi gülerek (bkz. aşure case). 
En son da halamla konuştuk telefonda. Saydamlığımı anlattı bana. Halk arasında, içi dışı bir. Duruma göre iyi, duruma göre boktan bir özellik. Halam beni çocukluğumdan beri tanıyor, saydam diyorsa saydamımdır. Bu özelliğin her zaman lehime sonuçlar vermediğine de değindi ki haklı. Bok var. Tamam da "insanlara yüreğini açmak" kötü bir şey mi ki? "Ay en kötü özelliğim mükemmeliyetçiliğim" gibi oldu bu da ama değil, ben ciddiyim. Aman ne bileyim, seviyorum işte. İnsanlar kötü, hayat boktan, dünya lanet bir yer amenna. İsteyince pis pis rasyonalist olabilme yeteneğine ben de sahibim ama tat vermiyor, tat alamıyorum, sorun o. Ve tadım da tatsızlığım da yüzümden okunmuyor, akıyor adeta. Böyleyken böyle. 
İşsizlik güçsüzlükten gene kendime sardırdım resmen. Saydam mıymışım opak mıymışım, neysem oyum işte. Malzeme bu. Şımarığım (inandığım bir iş yapmak, yani hem para kazanmak hem de mutlu olmak istiyorum); inatçıyım (istiyorum)...bir de eskiden hiç değildim ama sanırım artık daha sabırlıyım (bkz. Amy Pond, the girl waited). Sabır demişken, patronun beni çalışan olarak kategorize ederken sabrım konusunda bulunduğu tespitin ne kadar isabetli olduğunu zamanla fark ediyorum. Annem ve anneannemin sabrından farklı yalnız, farkı ise aniden bitmesi. Daha da kötüsü sabır olduğunu bilmeyen bir sabır. Kendinin farkında değil, iyi bir şey olduğunu sanıyor o. Sorun çözücülük, iş bitiricilik ya da huzur-düzen koruyuculuk. Yani huzursuzluğu dışa vurmak yerine içe atıp büyüten ve bunun farkında bile olmayan bir sabır. Sessizce incelip gürültüyle kopmak, adeta infilak etmek. "Ay en kötü özelliğim sabrım" yani. Neyse artık bu huyumdan haberdar olduğuma göre kendisini törpüleme çalışmalarına başlayabilirim. 
Kişisel blog olayına gelince, "saydam" insanlar için akıl kârı bir iş değil ama kaçınılmaz gibi de bir şey. "İçim dışım bir mi, dur o zaman içimden geçenleri -yemeyip içmeyip- kim olduklarını asla bilemeyeceğim, maksimum sayıda insanla paylaşayım. Tabi bunu yaparken kimliğimin gizli kalması için ihtimam da göstermeyeyim ki yazdıklarımın arkasında durduğum, sorumluluğunu aldığım anlaşılsın." Hı hı evet, çok güzel düşünmüşsün. 
Bazen kafama kafama vurmak istiyorum ama kıyamıyorum. "Ay en kötü özelliğim yufka yürekliliğim" işte. 


Yukarıdaki fotoğrafın adı aklımda Tourbillon de la Vie olarak kaldığı için koştur koştur aklıma geldi şarkı da. Filmi izlemedim. Yalnız yıllardır ninni gibi ya da çocuk şarkısı gibi gelirdi, meğer ne güzel sözleri varmış. 


(Fotoğrafçı Romualdas Rakauskas.) 


9 Aralık 2011 Cuma

Much ado about nothing #16












Birkaç gündür İstanbul’da güneş çok güzel batıyor. Bense kapıyı en son birkaç gün önce kilitlemiştim, öylece duruyor. Bugün bir çaldı, aşure getirdiler sanırım. Açmadım, kapıyı açmamayı kendime hak gördüm. Hem duşta ya da tuvalette de olabilirdim. Belki de öyleydi. Açmadım.

Bu böyle gitmeyecek dedim, nefes almaya ihtiyacım var. Hem ne güzel bir gün. Son yazımı okuyup, üzülmeme gönlü razı olmayan bir arkadaşım mail atmış. Blog açmak için beni teşvik eden arkadaşım bu, şimdi de bundan para kazanabileceğimi söylüyor ama aklıma hiç yatmıyor. Önerisi girişkenlik gerektiriyor. Bir ara girişebilmek adına cesaretimi toplamaya koyuldum. Sonra aklıma başka bir fikir geldi, dün de yazdığım bir fikir aslında. Neden olmasın deyip biraz araştırdım, şartlar uygun. Hem heyecanlandım hem hayıflandım: Neden daha önce akıl etmedim ben bunu? Al sana sabahları uyanmak için bir sebep. İpek’in de parmağı var bu işte. Ben kendime güvenmezken bana güvenen insanlar topluluğu, arkadaşlarım.

“Tabi ya, tabi ya neden olmasın, ne kaybederim” diye sayıklayarak çıktım evden. Bir hafiflik, bir sevinç. Turist işi fotoğraf makinem bile yanımda, günbatımını yakalarım belki. Olmadı, kitabım yanımda. Bir yere oturur, onu bitiririm. Sonra şu dün bahsettiğim kitabı alırım. Kendi durumuyla ilgili inceleme okuyan bilinçli sosyolog, yesinler. “Türkiye’de beyaz yakalı işsizliğin sosyal-psikolojik yanına” odaklanan bir araştırma, tabi okuyacağım… ve muhakkak, “hayatla derdiniz neyse onu çalışın” diyen hocamı anacağım yine.

İki dakika sonra sahildeydim. Soğuk soğuk esiyor rüzgar, kulaklarım üşüyor. Sinüslerim bunu sevmeyecek, hiç sevmeyecekler: “Mahsus yapıyorsun değil mi, mahsus duş alır almaz kendini dışarı atıyorsun!”. Fotoğraf çekmeye çalıştım biraz. Ellerim üşüdü, titrediler. Titreyince üşümeleri de boşa gitti tabi. Yalnız birkaç tanesi idare eder.

Şu kitabı almak için Kabalcı’ya gittim sonra. Onu da alayım, öyle oturur bitiririm kitabımı. Alıp kasaya indim ki cüzdan yok. Fotoğraf makinesi var, kitap ve kurşun kalem var, ruj, kağıt mendil ve hatta kullanmaktan da taşımaktan da nefret ettiğim şemsiye bile var ama cüzdan yok. Kös kös çıktım kitapçıdan. Yapacak bir şey yok, doğruca eve. Şu hep bira içip scrabble oynadığımız cafe’ye gitsem otursam sorun etmez “sonra verirsin” derler ama olsun, rahat edemem şimdi. Halbuki çok seviyorum bu güveni. Fotokopicimle kuaförüm de öyle. İnsanı Perihan Abla zamanlarına götüren, mahallelilikten kalma sıcak bir his. Sadece bir his, rahat edemem. Dosdoğru eve geldim o yüzden. Bütün apartman kuş üzümü kokuyordu, gelen sahiden aşureymiş. 

8 Aralık 2011 Perşembe

İşsiz

Boka sarıyor. Durum hiç iyi değil. Annemin bir arkadaşının oğlu vardı. İki yabancı dile hakim, iyi bir lise ve üniversiteden mezun, yüksek lisanslı ve 30’una geldiğinde hala işsizdi. O zamanlar bu duruma pek anlam veremiyordum. Yalnız inceden küçümseyici bir tavrım olduğunu anımsayıp utanıyorum şimdi. Bir yandan onun için üzülüyor, bir yandan ben de böyle olur muyum diye korkuyor ama buna pek ihtimal vermiyordum. Ne oldu? Şiştim.


Tezi teslim edeli tam bir yıl oldu. Minik bir çeviri işi ve proje bazlı bir araştırma işi dışında elimi bir şeye sürmedim. Vefat eden hocama söz vermiş bulunduğum için -yaşasaydı içine hiç sinmeyecek- bir üniversitenin doktora programına hazırlandım, olmadı zira hazırlanmak kafi gelmiyor, insanlarla irtibata geçmek şart. Doktoraya hazırlanmak deyip geçmemek lazım, o da tam zamanlı bir iş. O sınavı bu sınavı, tez önerisi derken başlı başına bir mesai. Yine de koca bir yılı böyle harcadığıma inanmakta zorlanıyorum bazen. Ömrümden bir sene gitti.

Akademi mi piyasa mı kariyer ikilemimde “para kazanmam gerek” ağır bastı. Ayrıca herkes doktora yapacak diye bir kaide yok. Beni liseden, hatta ilkokuldan tanıyanlara sorsanız onların da modacı olacağımdan en ufak bir şüphesi yoktu. Yine de, eski zamanların on parmağında on marifet (matematikçi/felsefeci/mimar/kimyacı vb) aydınlarına gıpta etsem de, sanat mı bilim mi ikileminde kalsam sanat derdim. İnsan her ne kadar kendini ikilemler içine sokmamaya muktedir olsa da (çocuk da yaparım, kariyer de?) birkaç tanesinin içinde buluveriyor kendini.

Hindistan’dan döndüğümde kariyere dair bir ikilem kalmamıştı. Proje bazlı çalıştığım şirket tam bana göre olduğu için orada hem para kazanıp hem de mutlu olabileceğimi düşündüm. Yani tam zamanlı, her gün sabah-akşam filan. Genç patronlarıyla aynı ekolden gelmemiz, az sayıdaki çalışanının kafa insanlar olması, pazar araştırmaya akademik yaklaşımlarıyla pazar araştırma pazarındaki diğer şirketlerden farklı olmaları ve tabi ki ofisin evime yakınlığı çok cazipti. Hindistan dönüşü tekrar görüştüğümüzde hislerimizin karşılıklı olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti, onlar da beni istiyordu. En yakın zamanda işe başlayacaktım ama o zaman düşündüğümüz kadar yakın değilmiş. Bekledim, bekledim, bekledim. Beklerken küçük bir iş bile yaptım. Kesin konuşulduğu için başka yerlere hiç başvurmadım, nice pozisyonlar açılıp doldu.

Dönüp dolaşıp yine şu iş arama sitesine geldim. Burada şu anda 78.956 üye firmanın toplam 548.623 pozisyon ilanı bulunuyor ama seçtiğiniz kriterlere uygun ilan bulunamadı, nasıl kriterleriniz varsa artık! Bulsak da beğendiremiyoruz. Bu kafayla bir yere varamazsınız, bizden söylemesi! Sitenin mor rengi git gide anlam kazanıyor. Mor, mosmor…

Bir işe bu kadar bel bağladığım için kendimi biraz aptal gibi hissetmekle birlikte hala umudumu kesmek istemiyorum. Birazdan da fazla aptal sayılabilirim bu yüzden. Biraz inatçılık da var tabi. Para kazanma gerekliliği karşısında inatçılığımın fazla şansı yok gerçi. Sadece para da değil, bir düzene ihtiyacım var. Bütün gün kitap okumak, dizi ya da film izlemek, scrabble oynamak, bitki çayı ya da şarap içmek, yemek yapıp yemek yemek, evi temizlemek de kendi içinde bir düzenlilik arz ediyor etmesine ama çok cansıkıcı. En üretken çağımda, bir çok şey yapabilecekken hiçbir şey yapmadan oturuyor olmak canımı çok sıkıyor. Dahası insanı aşağı çeken bir şey. Bir şey yapmadıkça yapmayasın geliyor, hareketsizleşiyorsun. Oysa benim harekete ihtiyacım var. Kafa patlatmaya, araştırmaya, yazmaya, üretmeye ihtiyacım var. Var oğlu var ama gözümü sağ alttaki küçük beyaz baloncuğa dikmiş, içinde küçük kırmızı bir M harfi belirmesini bekliyorum.

Bu süre zarfında yapabileceğim tonla şey var. Hiçbirini yapmıyorum. Fotoğraf çekebilirim, karakaleme dönebilirim, yazı yazabilirim. Arkadaşım abartıp kitap yaz dedi de yarışmalar düzenlenmiyor mu bu memlekette, kısa öykü yazıp gönderebilirim. İşsizlik benim suçum olmayabilir ama her şeyi yapabilecekken hiçbir şey yapmamakta kabahatli benim. Kabahatin çoğu onun olan güzel kardeş benim. Hiçbir şey yapmasam daha çok kitap okuyabilirim.

Bir de “şehre inat dert üstüne dert koymayalım” diyor Candan. Aklımda sürekli bu şarkı dönüyor. Hep mi ben koyuyorum, ortada bir kabahat var mı, varsa da hepsi mi benim soruları dolanıyor şarkıya. Tezel’le konuşmaya çok ihtiyacım var. Hadi kalk Gar Lokantası’na gidiyoruz. Uzun etme, hadi dedim. Nihilizmini dinlemeye ihtiyacım var. Biraz erken gidersek birlikte bir büyük devirip, çok az yalpalayarak çıkmayı bile başarabiliriz meyhaneden. Çıkar çıkmaz yüzümüze vuran soğuk deniz havası çok geçmeden ayıltır zaten. Dolmuşlara yürümeden evvel deniz kıyısında birer sigara içer, biraz daha ayılırız. Çok değil tabi, kararında. Yoksa ayılmak için içmiyoruz herhalde. Birkaç dakikaya kalmaz dilimiz daha iyi dönmeye başlar; sesimizdeki coşku, yerini, bozguna uğramış ordu komutanlarının surat ifadesindeki tona bırakır. Sesimiz düşer, yüzümüz düşer, süngümüz düşer. Rahat kahkahalarımız buruk gülümsemelere döner yine. İkimizin de bildiği bir şeyi birbirimize çaktırmak istemeyiz.

-Hadi yürü, üşüdüm.
-Nereye be?
-Üşüdüm, birer konyak içip ısınalım. Sonra siktir olup gideriz nereye gideceksek.
-Nerede içeceğiz peki?
-Ne bileyim, bar mı yok Kadıköy’de! Şu şömineli olana gidelim. Şöminenin tam önündeki masaya gider kuruluruz, ayaklarımızı da uzatırız ateşe doğru. İyi konyakları yoktur ama bize ne!
-Biraz çikolata da alırız köşedeki bakkaldan, iyi gider. O değil de amma kızarmışsın sen.
-Sus da yürü hadi.




Hazır işsizken bu kitabı da okuyayım en iyisi!

6 Aralık 2011 Salı

Ve Her Nasılsa


İstanbul’da rüzgarlı bir gün. Balkonun kapısını ya da pencereleri açmadıkça sonbahar gibi, rüzgarlı bir sonbahar günü. Bir ara yağmur yağıyor sandım ama sararıp solmuş yapraklar rüzgarın şiddetiyle cama vuruyormuş. Bir kapının vurma sesi yankılanıp duruyor apartmanın içinde. Üst katın balkonunda bir şey devrildi. Bu kadar rüzgarı bir yağmur izlemeli.

Menekşem üç çiçek verdi. Bir güzel de yapraklandı. Çiçeklerin üçü de yaprakların altında açtı. Bu halleriyle yorganı başına kadar çekmiş insanlara benziyorlar, ışık huysuzlandırıyor. Haspam.

Topal bir kumrum var, sol ayağının üstüne basamıyor. Kafasında da beyaz tüyler olduğundan kolayca ayırt ediliyor. Artık neredeyse bir tek o uğruyor zaten. Ben masamın başına oturur oturmaz, karşıma konuveriyor. Topallayarak cama yaklaşıyor, gözlerini dikip bakıyor. “Üşümüşsün, içeri gir” desem giriverecekmiş gibi. Dün gece rüyamda eskiden beslediğim kuşumu gördüm, evin içinde uçuyordu. Uçmayı pek bilmezdi halbuki. Kafesinden dışarı çıkarınca ya bir yere tüner kalır ya da kafesine geri girerdi. Hayvanları doğalarından çıkardığımız gibi doğalarını da onlardan çıkarıyoruz. Ne kadar esir edersek o kadar evcil oluyorlar. İnsanlaştırarak eğleniyoruz, matah bir şeymiş gibi. Ne ki insan olmak?

Geçen hafta zor geçti. Bu hafta da ondan parlak olacağa benzemiyor. Türk solu gibiyiz diyordum, sadece sol gibiyiz aslında. Bu kadar çok düşündüğümüz için zor her şey, birleşmek yerine dağıldıkça dağılıyoruz. Bitmeyen sorgulamaları birimiz bıraksa diğerimiz ele alıyoruz. Ondan sonra bir sürü küçük fraksiyon gibi dolanıyoruz etrafta, ne örgütlü mücadeleden vazgeçebilir ne de bir parti altında toplanabilir. Solun hali bizim halimiz.

İki kişi arasındakini yalnız iki kişi bilir derdi arkadaşım. Herkese anlatmak istesek, hatta anlatsak bile bizde saklı kalıyor. Bazen bizden bile kaçıyor. Salıncakta iki kişi. “Ki onlar hep yalnızdır...” Hayır, "yalnız" olmak için fazla sevgi var. 


1 Aralık 2011 Perşembe

Dar Zamanlar, Deryalı Günler



Kim sorarsa işe başlayacaktım. Olmadı, olmayacak gibi duruyor. Aptal gibi de sevinmiştim, herkesin birinin tavsiyesiyle işe girdiği bir dönemde, çalışan aramayan bir şirkete kendi kendime başvurmama rağmen iyi karşılandığım için. Oldu, olacak, oluyor derken olmayacak gibi duruyor işte. Haliyle karamsarlığa kapıldım, ümidimi kesmek üzereyim hatta ama beni üzen daha ziyade, bu yaşa kadar öğrenip bir güzel içselleştirdiklerimi hiç öğrenmemişim gibi davranmam. Standartlarını yüksek, beklentilerini düşük tutan, güven duyma ihtiyacı hissetmeyen, bağlanmaktan ve bağlanılmaktan fellik fellik kaçan, ertesi gün için plan yapmayan ve geleceğe dair hayaller kurmayan aklı başında bir insandım. Oysa bugün her şeyin tepeme yıkıldığını hissediyorum. Sadece iş değil.

Bir elime makası, diğer elime de saçımı alıp bir hamlede kesiverdim. Kulağımın hemen altından, omzuma zar zor değiyordu şimdi. Pişman olacak mıyım diye aynaya baktım. Biraz daha baktım, olmadım. Bir iki rötuş da yapınca hiç fena olmadı. Neredeyse rahatladım. Bu rüya ne anlama geliyor şimdi? Rüyalarda anlam arasam rahatsız edici bir şeyler kesin bulurdum. Onun yerine kuaföre gideceğim. Hem Adem Abi saçımı keserken rüyamı da yorumlayabilir.

Hayatımın kayda değer yılları boyunca düzen yıkıcı, düzen bozucu, düzen düşmanı olduktan sonra düzene özlem duymaya başlamamın hayra alamet olmadığını bilmeliydim. Gerçi sürecin böyle işleyeceğini öngörmüştüm. Öngörmek ne kelime, doğru zamanda doğru şeye hazır olmak için bir gerilla disipliniyle eğittim kendimi. Ne yaşamam gerekiyorsa yaşadım, yapmam gereken bütün hataları yaptım, ödenmesi gereken bedeli ödedim ve voila, bütün gün bir ofiste çalışıp akşamına da uzun sürmeye yazgılı ilişkisinde huzur bulan genç bir kadın olmaya hazırdım. Hayatın götüyle güldüğünü bazen duyar gibi oluyorum.

İşin komiği benim de gülesim geliyor. Bazen. Sinirden. Ya da sinirle karışık. Ben istemiştim ki…Yeteri kadar çok mu istemiyorum anlamadım ki. Elinden gelenin en iyisini yapmak sayılmıyor mu, o iş öyle olmuyor mu?


Velhasıl moralim bozuk, biraz bok gibi hatta. Cary Grant&Katharine Hepburn filmlerine verdim kendimi. Birsen Tezer ve Jülide Özçelik dinlemeye koyuldum. Dar Zamanlar üçlemesinin son kitabını boşlamıştım, ona devam ediyorum. Penceremin önündeki büyük ağaca konup konup bir anda havalanan kuşları, göğün değişen rengini izliyorum. Zaman, geçişini renk değişimlerinde ele vermeyi seviyor. Bu anlamda saçlarım göğün rengine benziyor. Biri gün içinde sürekli değişiyor, biri yıllar içinde beyazlıyor. Elimde değil, gözüm beyazlarıma takılıyor. Bunca beyaza karşın bak neredeyim hâlâ.

Bu ara tek güzel şey menekşemin çiçek vermiş olması. Bir de pişirdiğim yeşil mercimek hiç fena olmadı. İşsizliğim sürüp giderse ev işlerinde kendimi geliştirmemin önü alınamayacak zaten. Yeniden iş aramaya başlamazsam bunun sonu Deryalı Günler. 

Ayşec.’den bikbikler dinlediniz.


30 Kasım 2011 Çarşamba

Muallak Hanım'ın Gündüz Düşleri


İhtimamla sürdüğüm bordo ojeyi tırnak kenarlarıma bulaştırdığım için ağlamak geldi içimden. Çünkü biliyorsunuz ya, bordo oje sürmek ihtimam gerektirir. Ellerim annemin ellerine, tırnaklarımın uzayış şekli anneanneminkine benziyor. Bense kendine ait bir hikaye edinmek için çırpınan bambaşka bir kadın. Bazen aynaya uzun uzun bakıp kendimi görmeye çalıştığımı söylemiştim ya? Ellerime…ellerime de öyle bakarım bazen. Bana beni, bana bir şeyleri anlatacaklar gibi gelir. Gözler kadar olmasın konuşkandır eller, habire anlatırlar…anlarsan. Ben bu ara pek bir şey çıkaramıyorum.

Ellerime bakıyor ve ojeyi düzgün süremediğimi görüyorum sadece. İç sesim suçlayıcı: Neyi becerebiliyorsun ki zaten, ne sürmeyi ne sürdürebilmeyi. Bir aynadaki yüzüme, bir ellerime bakıyorum. Ne olacak? Nasıl olacak? Ne yapacağım, ne yapmalıyım? Kafamın içi kazan gibi, günlere yaydım düşünmeyi. Geçmişe bakıyorum, ondan başka kim bana daha iyi bir cevap verebilir? Geçmiş, tekerrüre meyilli; geçmiş, tekerrüre direnişte. Öğrendiklerim yalnızlaştırıyor; birleştiriyor öğrendiklerim. Bir cevap olmak dışında her boka yarıyor yani.

Ellerin aksine kırgınlıklar suskundur. Bağırıp çağırmaz, yerlerini belli etmezler. Çoğalırken derinleşirler sanki. Bir hastalık gibi hissettirmeden yayılır, yerleşirler bedene. Sonra sök sökebilirsen, sök at.

Hafıza-i beşer hatırlayışla malul bence, nisyan bir lütuf. Nisyan, devam etmek için güç, arzu, istek. İstek…isteyen insan her şeye muktedir, öyle olmalı. Öyle olmalı… Heder oluruz yoksa. Heder olmak için daha erken. Ne için çok geç ki zaten? Olmamalı, hiçbir şey için çok geç olmamalı hayatta. Kafamın içi kazan gibi, kalbimde bir ağrı.


28 Kasım 2011 Pazartesi

Balkonumda Deniz Kabuğu Bulduğum Sabah

Pek de sabah sayılmaz. Çok uyuyorum bu aralar. Sabah dediğim öğlen, hatta öğleden sonra. Uyanır uyanmaz evi havalandırmak için balkon kapısını açtığımda duvarın dibinde irice bir deniz minaresi gördüm. Gerçeklik algımı artık hepten yitiriyor muyum diye düşündüm, bir deniz minaresinin kot farkıyla üçüncü kattaki bir balkonda ne işi var. Onu oraya kimse koymadığına göre düşmüş olmalı. Düşmenin etkisiyle kırılmamış olması bir yana nereden düştü bu? Eski üst komşum gibi eline geçen her şeyi balkonuma silkelemekten mutluluk duyan yeni üst komşum mu silkeledi bunu, yoksa aptal bir martı mı düşürdü gagasından? Düşen bir deniz kabuğu, içinde hala bir yaşayanı varmış gibi nasıl duvar dibine yerleşir ki böyle? Onları beslediğim için kumrular bir olup...yok, onların gagaları da fazla narin böyle bir iş için. Velhasılı, bu sabah balkonumda parmak kadar -parmağım kadar- bir deniz minaresi bulmanın şaşkınlığını yaşadım. Gemiyle Amerika'ya gidip pasaportumu çaldırdığım, Ganj misali bulanık nehirlere dalıp çıktığım ve tez hocamın Cumhuriyet dönemi elit kesimini canlandıran bir grup oyuncuyla birlikte devasa bir tiyatro sahnesinde odun sobası yakmayı öğrettiği bir gecenin ardından bunun da bir rüya olabileceğini sandım ama hala orada duruyor. 


Yeni menekşemin çiçekleri bir bir kurudukça moralim bozuluyordu. Bir de baktım pıtır pıtır yapraklar çıkarmış göbeğinden. Eğilip eteğinin altına bakınca mor bir tomurcuk bile gördüm sonra. Üç olmuşlar şimdi. Biraz zaman geçsin toprağını değiştireceğim, vitaminler vereceğim, güzel bir de saksı alacağım ona...


Yine bir şeyler silkiyor. Nevresiminden deniz yıldızı da düşse yukarı çıkıp kapısını çalmam yakındır. 

22 Kasım 2011 Salı

Bebek Evi

Günlerdir, çocukluğumdan kalma bir görüntü gelip duruyor gözlerimin önüne. Sokağa bakan eski evimizdeyiz. Odam hala halıfleks kaplı, astımım yüzünden kaldırılmamış henüz. Yere kurulmuş oyun oynuyorum. Ciltlerce Ana Brittanica'dan ev yapmışım bebeklerime. Öyle çok cilt var ki bir sürü odası var evin. Her biri bir cilt olan duvarları okuyamadığıma göre okula daha başlamamışım, duvar daha yıkılmamış. Aklımdan geçeni anımsıyorum: Bu ev hiç yıkılmayacak, hep böyle duracak. O an sorsalar, bebeklerim için kurduğum bu evi torunlarımın da göreceğini söyleyebilirdim gururla. Öyle kendimden emin, kalıcılık ve geçicilik mefhumlarım öyle ham. Mefhumun kavram demek olduğunu, kavramın da ne demek olduğunu bilmiyorum henüz. Henüz sıra cilt cilt felsefe ansiklopedilerine gelmemiş, o sonra. Elim onlara gittiğinde ansiklopedilerden ev yapılamayacağını öğrenmesine öğrenmiştim de felsefenin ev değil, olsa olsa evsizlik olabileceğini öğrenmeme epey vardı. Bebeklerimin birer ruhu olduğuna inandığım ve bunun beni korkutmak şöyle dursun içimi rahatlattığı zamanlardı. Özal henüz ölmemiş, gece karanlığında fırlatılan ışıklar yerden yükselip bir yay çizerek düşmeye başlamamışlardı henüz. Yine de ellerime, özellikle de baş parmaklarıma dikkatle bakıp, büyüyünce neye benzeyeceklerini dehşetle merak ettiğim zamanlardı. Bir şeye de benzemediler ya neyse. O ellerle kurmuştum ben o evi. Sağlamdı, yıkılmayacaktı. Bir gün o evden bile taşınacağımızı söyleseler herhalde aklım çıkardı. Evlerin de kağıt gibi yıkılabildiğine hele inanmazdım. Kağıt yıkılır elbet akıllım, ama bu duvarların her biri kim bilir kaç kağıttan, haberin var mı senin? Hiçbir şeyden haberim yoktu. 

17 Kasım 2011 Perşembe

Hüznü Güzel


Yazı yazmayı özlüyorum. Eskisi gibi, eskisi kadar yazmıyorum artık. Yazdıklarımın bazılarını beğeniyordum da ama asıl beni rahatlattığı için yazıyordum, buna ihtiyaç duyduğum için. Bulaşıcı bir alışkanlık gibi yıllar içinde yerine yerleşen suskunluğum en nihayet yazıya da sirayet etmiş olabilir. Yıllar içinde kök salıp içimi iyiden iyiye kaplayan bulaşıcı bir alışkanlık susmak. Konuşkan biriydim halbuki. Baktım ki sahiden faydasız, sustum. Alabildiğine sustum. Dilimi kesseler dert etmez, üstüne üstlük rahatlardım belki.

Birbirini yazdıklarından tanıyıp seven iki insanın birbirini tanıdıktan sonra yazımlarının değişmesi nedense ilginç geldi başta. Oysa çok doğal. Ben eskisi gibi melankolik değilim, o eskisi kadar sert eleştiriler yazmıyor çünkü mutluyuz ve hayat daha çekilebilir geliyor. Tek-kişiliğe bunca alışmış hatta teslim olmuşken iki-kişi olmak her şeyi değiştirebiliyor. Daha az homurdanıyor insan ya da daha az hüzünleniyor. Kış geldi ya onun hüznü başka, onun hüznü güzel.

Yalnızlığımı sevdiğim için sevdi beni, öyle çok sevdi ki içime kaçtı yalnızlığım. Ben kaçmadım, ben bi kaldım. Akşam işten çıkıp eve gelirken bir saksı mor menekşe getiren adamı sevmeyip ne yapayım? Kalmasa kalmayabilir insan –dert bir değil ya- ama sevmemek elde mi? Mutlu olmak istedim hep. Beceriksizce uğraşıp durdum bunun için. Küçük hayatımda büyük kararlar aldım. Yine alıyorum; karar almadan, seçim yapmadan olmuyor ya sanki daha becerikliyim artık. Olmalıyım çünkü geçen zamanın bir anlamı olmalı, olmak zorunda.

Suyu seviyor ama üstten konursa yaprakları çürüyor. Tabağına döküyorsun, o istediği kadar alıyor. Işığı da seviyor ama onu da doğrudan almayacak, pek nazlı. Kuruyan çiçekleri dalında bırakmıyor, temizliyorum hemen. Konuşuyorum da. Saksı çiçekleriyle konuşup, beslediği kumrulara gülümseyen kadın oldum. Gülümsemem nefes alıp verir gibi zaten. En azından bana öyle geliyor bazen.

Çok sesli bakıp gülümsüyor, çok esli yazıyorum. Bir de içimden sevmem var ki bulaşıcı olmayan bir alışkanlık olsa gerek bu, yine aynı yıllar içinde geliştirdiğim. Sessiz sedasız sevmekte üstüme yok yani, sessiz sitemsiz. Porselen dükkanında bir fil kadar titiz. Bu kadarı da belki fazla, belki yetersiz. Bilmiyorum, esler muktedir.


 http://grooveshark.com/s/+ylesine/3Ow4tl?src=5
 http://grooveshark.com/s/Mi+/3g92Fv?src=5

13 Kasım 2011 Pazar

Tezel/Bir Düğün Gecesi


“İntihar etmeyeceksek içelim bari!”, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanının ünlü ilk cümlesi. Bunu yıllardır biliyorum ama ilk cümleyi aşıp da kitabı okumayı yeni başarabildim. İlk cümlesi ya da paragrafı bu denli etkileyici olduğu için yıllar boyu o ilk cümle ya da paragrafı aşıp da okuyamadığım kitaplar var. Misal, “[i]t was the best of times, it was the worst of times…” diye açılan A Tale of Two Cities.

1979 basımı kitabın fiyatı 125 Lira. Son satırın altına mavi dolmakalemle not düşmüş babam: 23 Haziran 1980 P.tesi _Beyoğlu_ 23 Haziran 1980… Henüz darbe olmamış, henüz Paris’te yaşamamış, henüz annemle tanışmamış. Beyoğlu’nda kim bilir neresi. Bilmek istemiyorum zaten; hayal etmek, tahmin etmek istiyorum. Çiçek Arif’in yerinde, Çiçek Bar’da mesela. Biraz tuzlu fıstık, biraz bira belki. Bir iş yeri, bir ev veya bir kahve de olabilir ama ben Çiçek Bar olduğunu hayal ediyorum.


Ne zamandır bir roman kahramanını bu kadar sevmemiştim. Neden olacak, yakın hissettim kendime. Romanı açan ilk cümlesiyle kanım ısınmıştı zaten, bu cümleyi kuran bir kadını sevmemem olanaksız. Okudukça daha da sevdim. Kitap bitmesin, Tezel gitmesin istedim. O konyağından bir yudum aldı, ben konyağımdan bir yudum aldım. “Geri kalmış ülkenin geri kalmış nihilisti!” derken haksızlık ettiğinin Ömer de farkında ya kadın nihilist, evet. Bu ve daha birçok şey için yanaklarından öpmek istiyorum Tezel’i.


Bir sinema filmi gibi akıp gitti 362 sayfa. Bittiğinde roman yazmak istiyordum. Yazabileceğimden değil ama istiyordum. Bu isteği uyandırması bile başlı başına güzel değilse ne. Bir gün bir roman yazarsam içinde “mağmum” kelimesini geçireceğim muhakkak. Nasıl ki ne vakit şu siteye baksam fotoğraf çekesim geliyor, işte aynı öyle bir heves. Belki bir gün sahiden yazarım. Hem bir şeye benzer, hem de o güne kadar yaptığım hiçbir işten almadığım kadar keyif alırım yazarken. Kim bilir. Belki benim de romanım toplatılır, hakkımda dava açılır. İşte o zaman daha da emin olurum doğru düzgün bir iş yapmış olduğuma. 



10 Kasım 2011 Perşembe

Van'da Çok Sayıda Gönüllüye İhtiyaç Var

Başta doktor, hemşire, psikolog, psikiyatr, çadır kurup kaldırabilenler olmak üzere çok sayıda gönüllüye ihtiyaç var. 


Gönüllülere binalardan uzak çadırlarda barınma ve üç öğün yemek sağlanıyor. 


İrtibat için Mehmet: 0541 811 77 78



3 Kasım 2011 Perşembe

Nefret, Ölüm ve Daha Çok Nefret Üzerine

                                                                "Suçsuzluğu ispatlanana kadar herkes suçludur."


Günlerdir şuraya bir iki satır yazabilmek için içten içe kıvranıyorum. Sakin bir üslupla yazılmış, bir anlam ifade eden; aklıselim muhteva eden ama suç teşkil etmeyen birkaç satır. Yazamadım. Dilim varmadı. Elim gitmedi. Ağzımı toplayamadım.
Yanlış anlaşılma riskini de göze alamadım biraz. Doğru anlaşılmaktan korkacağım yerde işmiş gibi. Yine de hala daha az zahmetli yanlış anlaşılmak. Ya Kürtçüsün ya Türkçü, ya Kemalist ya bölücü. Milliyetçi bile değilim desem, bu sefer de bertaraf olmak var işin ucunda. Buyur buradan yak. Bu ara siyaset tam iki ucu boklu değnek. Zaten şahtı, şahbaz oldu.
Ne boktan bir aydı, ne kabus gibi bir ay. Yüzlerce cinayet. Yargı tarafından aklanan şiddet ve tecavüz. Yağma, rant telaşı, ikiyüzlülük, cehalet, kibir, cadı avı... ama en çok da nefret. Hepsi son hızla artarken birinciliği nefrete vermeliyiz. 
Barıştan bahsedenler hainse, sevgiden bahsedenler ne olur tahmin bile edemiyorum. En iyi ihtimalle saf herhalde. Siyasi tabirle maşa. Eli maşalı maşalarca maşa ilan edilmenin ironisi de ne tatlı olur ha. Ağlatır adamı.
Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu derlerdi eskiden. Doğruymuş. Şimdi her şeyi bir futbol maçı gibi algılayanlar onlar olmalı. 
İnsanlık konusunda ahkam kesmek haddimi aşar ama utanıyorum, yalan değil. Biraz da utancımdan yazamadım. Yazılıp çizilenlere, söylenenlere, yapılanlara inanmakta zorlandığım oldu. Neden zorlanıyorsam, onu da bilmiyorum. Çok utandım, onu biliyorum.
Son güncellemelerle birlikte asgari ücretin elli katı kadar maaş alacağı belirlenen cumhurbaşkanı da utanıyor mudur acaba? Pardon, konudan saptım. Saptım mı? Git gide absürtleşen bir sistemde sapkın olmak ne kadar vahim olabilir? 
"Muhalefetin Bedeli" çok tuttu. Devam filmlerinin sayısı "Polis Akademisi"ninkini bile geçebilir. "Polis Devleti". Polisiye-dram. 
Bir isim tamlaması daha: Devlet terörü. Evlilik içi tecavüze benziyor ziyadesiyle. İkisinde de bir kontrat var ve taraflardan eli güçlü olan diğer tarafa ne yapsa meşru olacağı kanısında. Dolayısıyla ikisinin de varlığı çok az insan tarafından kabul ediliyor. 
Korkuyorum. Korkmuyorum dersem yalan olur. 1980 sonrasıyla kıyaslayıp bugünü daha vahim bulanların haklı olma ihtimali beni korkutuyor. Bir sabah uyandırılıp kendimi adını bile bilmediğim bir örgüte üye olduğum için suçlu bulunmaktan ve Sosyolojiye Giriş kitabımın, Ten Ten serisinin ya da Kerime Nadir'lerimin delil sayılmasından korkuyorum. İstense bugün hala hayatta olabilecek yüzlerce, binlerce insan öldü burada bugüne kadar. Altyapısızlıktan, denetimsizlikten, açgözlülükten, ikiyüzlülükten, güç ve para hırsı yüzünden öl(dürül)en son insanlar olmayacak son kayıplarımız. Dağda ya da şehirde, orada veya burada ne fark eder, göz göre göre daha çok insan ölecek. Bundan korkuyorum. Kalan sağların ahvali de pek parlak görünmüyor. Öfkelenmesine öfkelenebilen ama muhatabını pek kestiremeyen bir toplumuz sanki. Ya da bilmesine biliyoruz da gözümüz yemiyor belki. 
Öfke, korku, utanç... pek anlatamadım ama böyle bir haldeyim. Bir nevi "memleketin hali benim halim". 555K şiirinin sonunda ne kadar umutlu halbuki Cemal Süreya. O zaman da az kutuplaşmamış insanlar ama bu kadarını tasavvur edemezdi herhalde. Ters kutuplar birbirini çeker derler bir de. Çeker de. Biz daha ziyade birbirine terslenen kutuplarız. Sanki aynı toprak parçası üzerinde sırt sırta verdirilmiş duran ve "on!" dendiğinde dönüp ne gördüğünü bile algılamadan tetiğe basacak olan; ya da aynı rakıyı aynı tütünü içip, aynı halaya durduğu halde biri kendini diğerinden üstün tutan... yani Uzak Asya'dan dört nala mı gelmiş bilmem ama üzüm gibi ezilenlerin, ezilmenin hesabını bağcıya soracakları yerde birbirine düştükleri bu memleket hepimizin. 




http://www.visualnews.com/2011/10/24/the-propaganda-posters-of-the-1/