6 Mayıs 2011 Cuma

Amfora Arkta

Yarın sahadaki son günüm. Bakalım sonraki aşamalarda da çalışacak mıyım. Ben oradan alacağım paraya hayaller yükleyedurayım çeviriden ilk defa para kazandım, soğutmadan da yedim. Meyhanede tabi ki.

Saha çalışmalarında (hala bizim uydurmuş olduğumuzdan şüphelendiğim) üçüncü gün sendromu diye bir şey vardır. Öyle soğursun ki bırakıp kaçmak istersin. Bu bende sondan üçüncü gün sendromu olarak zuhur etti. Bir anda soğudum, hemen bitsin istedim. Kolumdaki yelkovanla akrep hiç oralı değildi. Tabi ki bırakıp kaçmadım. İnsanları gözlemleyip küçük defterime not almaya devam ettim. Mesleki deformasyonum olduğu üzere durup düşündüm bir de, neden şimdi böyle oldu diye. Bulur gibi oldum. Kimlik bunalımı tam karşılamıyor da mavi kılığına girmiş bir beyaz yakalının kendini beğenmişlik krizi denebilir buna. Mesleğimi açıkça söylediğim fırın çalışanlarının sosyologluğa pek bir anlam verememesinden ziyade müşterilerin tavrı soktu beni bu krize (Aslında bir pazarlama stratejisi olarak “misafir” deniyor müşteri yerine. Starbucks’ın bardakların üzerine isim yazması, size isminizle hitap etmesi gibi bir şey. İnadına müşteri diyorum ben. Ne misafiri be, iş yapıyoruz burada. Kapitalizm in da house). Sekiz senedir sosyolojiyle haşır neşir bir insanın çok daha sofistike çıkarımlar yapmasını beklersiniz (şahsen ben beklerim) ama hayır, bu sahadan çok basit şeyler öğrendim kendi adıma. Birincisi, insanlar açık çay içiyor. İkincisi, insanlara çok para veriyorsunuz, yüksek gelirli oluyorlar; iyi eğitim veriyorsunuz, iyi eğitimli oluyorlar. Hatta bu insanlara terbiye de veriyorsunuz ama terbiyeli olmalarını bekleyemiyorsunuz maalesef. Çok sayıda olmasa da “siz bana bu şekilde davranamazsınız” anları yaşadım. Sonra bunun ne kadar ayıp bir düşünce olduğunu fark ettim dehşetle. “Bana değil, siz kimseye bu şekilde davranamazsınız, kendinize gelin”. İnsanların gündelik hayatında eldiven kullandığı zamanlardakine benzer eldivenlerimi elimde tutuyor olayım da, onlarla muhatabımın yüzüne sembolik iki fiske vurayım istedim. Zaten gelir ve eğitim seviyesi düşük ve insanlarının dindarlığıyla tanınan ve hastaneleriyle bilinen ve de 26 sene önce bir hastanesinde doğmuş olduğum semtte fırıncılık ederken, bir kadın “leydi” gibi göründüğümü söyledi (bu da eldivenle sembolik fiske vurma arzumu biraz olsun açıklıyor). Yanlış olmasın, leydi gibi durmuyor çalışıyordum ama kırk kat döşek altındaki bezelye tanesinden mustaribim işte ne yapacaksın (!).

Bugün 6 Mayıs, farkındayım. İlk defa anmak gelmiyor içimden, kaçıyorum. Anmaya, anımsamaya bile yüzüm yokmuş, kalmamış gibi geliyor. Türkiye’nin gündemi içimi acıtıyor. Denizlerin istediği, bizim istediğimiz ülkeden git gide uzaklaşıyor, uzağına düşüyoruz. Gibi gelmiyor, bu böyle. Bu adam ve zihniyetinin iktidarı payidar olacaksa aksi mümkün değil. Olan bitenlerin üstüne espri yapıp gülebildiğimiz dönemin de sonuna yaklaşıyoruz. Espri yapmayı zorlaştıracak kadar esprileşti işler. Bazı mizahçılar da bunu dile getiriyor zaten. Öyle saçma, öyle gerzekçe şeyler oluyor ki üstüne diyecek söz bulamıyoruz. Düşünmek, okuyup yazmak hep suçtu. Ona alışığız zaten ne yalan söyleyeyim. Ayağımızı denk almamız yönünde ikazlarla büyüdük ama bu denlisini tahayyül bile edemezdik. Öpüşmek suç. Sevişmek suç. Birlikte nikahsız yaşamak suç. Buralarda hiçbir başarının cezasız kalmadığını zaten biliyorduk ama bu suçların da cezasız kalmadığı yerde sevmek, sevişmek, aşık olmak direniştir, direnişin ta kendisidir. En az okumak, düşünmek, yazmak kadar hatta. O yüzden hem sana hem de bize aşk olsun çocuk.


Salem adaletinden bahsetmiştim ya, işte o cadı avı tam gaz sürüyor. Sabaha karşı evini basan polise arama izni sorunca “devletin polisine güvenmiyor musunuz” sorusuyla karşılık verebiliyor. Evini darmadağın edip bir de “o kadar bayansınız, işiniz ne, temizlersiniz” diyebiliyor insanların ayrı illerden geldikleri halde aynı evde kalabilmeleri karşısında hayrete düşen polis. Duvardaki “kadın, yaşam, özgürlük” afişine bakıp “peh” diyerek gülüp geçen polisin 30 yıl önce duvardaki Karl Marx resmini görüp “bu nerenin kralı” diye soran polisten ne farkı var? Nato kafa nato mermer. Güvenmiyoruz. Devletinize de size de güvenmiyoruz. Ayrıca bayan değil kadınız ve dağıttıklarınızı toplamaktan çok daha önemli işlerimiz var. Kimse evinden kanlı ve çamurlu postal izlerini temizlemek zorunda değil. Padişahın buyruğu üzerine üç çocuk doğuracak kadınlar değiliz. Doğurup yetiştirdiğimiz çocukları güle oynaya askere gönderecek kadınlar hiç değiliz. Bacaklarımız güzel, mini etek giyiyoruz. Tacizinizden, tecavüzünüzden, tahakkümünüzden midemiz bulanıyor. “İstismar de, izi kalsın” stratejinize götümüzle gülüyoruz çünkü göte göt denir. Gerçi böylesine “oha” da denir. İhtiyacı olana devlet yardımı lütuf değil haktır. Lütfetmiyorsunuz, işinizi yapıyorsunuz. Merkezi yerlere devasa harflerle “çalışıyor” yazınca çalışıyor olmuyorsunuz. Çalmıyor hiç olmuyorsunuz. “Millet” dediğiniz insanlar yiyecek aş, çalışacak iş, okula gidecek fırsat bulsa, savaş çığlıklarınıza kulaklarını tıkasa yoksulluk da biter, terör de. Ama o zaman nasıl siyaset yapılır. Daha fazla rant için bir yarımadayı ikiye bölecek kadar açgözlü olduğunuz için bir gün yemekten çatlayacaksınız. İşinize gelmeyen her şey bölücülük, her şey istismar, her şey karalama kampanyası. Hoş, bu kadar tam yağlı sütten çıkma ak bir kaşığı karalamaya kampanya mı yeter. Barış Manço’nun cacık hesabı.

Delirdim gene. “Başıma bir şey gelmeyecekse”nin adıyla da başlamadım, başıma bir şey gelmez umarım. Gelirse de amfora arkta kırılır, yapacak bir şey yok. Halbuki güzel şeylerden, komik şeylerden bahsedecektim ben. Yaşımı öğrenince “maşallah, genç kız gibi gösteriyorsun” diyen kızı, küçük ayak parmağımdan “seni kırdıysam özür dilerim, istemeden oldu” diye özür dileyişimi filan anlatacaktım. Bu haftaki Uykusuz’da Fırat Budacı kendisini Drama Parmağı kod adıyla yazmış zaten. Cihan Ceylan da çiçeği kapmamdan sonraki senaryoyu çizmiş mesela, çok güldüm. Ersin’in köşesi de bana maşallah diyen kıza gelsin o zaman: Genç göstermiyorum, gencim! Uzun zaman sonra ilk defa Uykusuz aldığım çok belli oluyor mu? Hepsini saydım resmen. Ama işte böyle gülmeceli şakalı şeylerden bahsetmek istiyordum ki 6 Mayıs beni andı. Neyse, bir dahaki sefere. 




3 yorum:

  1. Yorum yok.. Yoruma hacet yok.

    YanıtlaSil
  2. Kendi emeğinle kazandığın kazandığın parayı meyhanede yemek kadar güzel bir duygu olabilir mi ya...
    Bu arada, şahsen sofistike çıkarımlar beklemiyorum. Simple is the best! Zaten sofistike bir şeyler çıkarmaya çalışılırken işin özü kaybedilmiyor mu hep?
    Yazının geri kalan kısmı içinse söze hacet yok. Şapkam da yok. Çıkaramıyorum.

    YanıtlaSil
  3. Teşekkür ederim, çıkarmış kadar oldun..

    YanıtlaSil