Kaybedenler Kulübü'ne gittik. Beğenmek de değil çok sevdim filmi. Künyesine değinmeden bende bıraktığı izlenimden bahsetmek istiyorum sadece. Konusu kulağınıza az çok çalınmıştır nasıl olsa. Gösterime gireli bir ayı geçmiş. Hakkında yazılan hiçbir şeyi okumadan gittim. Hatta arkadaşım "gidelim mi" dedi, "gidelim" dedim, öyle. Zaten oldum olası sevmem önbilgi edinmeyi. Bırak film anlatsın sana kendini, yoksa çekilmesinin ne anlamı var. Neymiş, kimmiş, kim ne demiş... Benim yazacağım ne öyleyse? Filmi izlemiş iki insan arasında geçebilecek herhangi bir diyaloğun bir bölümü. Film boyunca "hah", "hmm" diye sesler çıkarmışım, resmen konuşmuşum filmle zaten. Çıkınca arkadaşım "anlat" dedi, "benim anlamadığım bir şey anladın sen". Sevdiğim filmlerden çıkınca film hakkında konuşmayı hiç sevmesem de bara tünedikten bir müddet sonra açıldım, başladım kıza yağdırmaya. Bu arada filmi sevmemin nedenlerinden biri de bu. Önceden söylemişimdir, bittiğinde insanı içme isteğiyle baş başa bırakan filmleri ayrı seviyorum. Film boyunca mütemadiyen bir içki içiliyorsa kesin canım çekiyor. Nitekim Kafe Pi Bistro'nun barına tüneyip de sek viskimden ilk yudumu alana kadar film tam olarak bitmiş gibi hissetmedim.
Film, Issız Adam'la Siyah Beyaz arası bir tat bıraktı bende. Çok dar bir kesime hitap eden ama hitap ettiği kesim için de nokta atışı bir film. Geçtiği mekanlar, çalan şarkılar, söz konusu karakterler, kullanılan jargon...hepsi tanıdık, hepsi bildik olduğu için kendini evinde hissediyor insan. Issız Adam'ın hikayesine gelene kadar çalan şarkılar ve geçtiği mekanlar içine çekmişti beni, Siyah Beyaz'da da mekanlar ve karakterler.
Bu filmi bir başka türlü sevdim ama. Yaş itibariyle kaçırmış olmaktan hayıflandığım bir dönemde geçiyor, hala "bizim 68'imiz de bu herhalde" diyebilen, en azından kitap okumaya ve düşünmeye tenezzül eden bir gençlik var. Bohemliğin dibine vururken yaşadığı hayatın altını doldurmayı ihmal etmeyen adamlar. Rock'n'Roll'sa Rock'n'Roll kardeşim, yersen. Buram buram bir yalnızlık teması hakim filme, hem de havada asılı kalan cinsten değil. "Ben de bundan bahsediyorum" dedirten.
Filmde beni rahatsız eden şeyler de vardı ama göz ardı etmeyi seçtim. Baş roldeki erkek karakterler çok sofistike, küstahça zeki adamlar mesela ama film boyunca gelip geçen kadınlar aptallıktan, kofluktan öldü ölecek. Adamlarımızın entelektüel seviyesinin yanından bile geçmeyen, kelimenin tam anlamıyla cinsel objeler. Kimse bundan şikayetçi değil, herkes halinden memnun, eyvallah, ama kanıma dokundu. Size meydan okuması, egonuza tehdit teşkil etmesi söz konusu olmayan kadınları etrafınıza toplayan sizsiniz, sonra da vay "çok yalnızım". Yalnızlıktan yakına yakına ne oldu, gittin Zeynep'i buldun, onun da içinden canavar çıktı. Yok "babamla nasıl tanıştırırım seni" yok "neredeydin", hep bir kınayıcı bakışlar. Hatun şirket kafasına çoktan girmiş, sırayı izliyor (iş-evlilik-çocuk). Olayı başka kadının, ne yapsın adamın ıssızını. Oturmaya gelmiş o, kalıcı. Nejat'sa sürekli giden adam, bir gitmeyi bilir, kalamaz. "Artık 19 değilsin". Doğrudur bacım, değil. Ama ya bir şeyleri yaşamakta gecikmiş -ki pek öyle görünmüyor, ya da adam bu. Bazı insanlar için "tamam artık yerime yerleşeyim" vakti hiç gelmeyebilir. O öyle, onu öyle seveceksin. Kolay olmayacak ama sevmekten başka çaren de olmayacak. Ne demişti o çocuk orada: "Kadınlar seni sen yapan özelliklere aşık olurlar, sonra da o özellikleri senden almaya çalışırlar" ya da bunun gibi bir şeydi işte.
Tam olarak rahatsız etmek değil ama dikkatimi çeken bir diğer mevzu, filmin her tarafından akan elitizm oldu. Sinsi sinsi keyif aldığım ama içimdeki küçük sosyoloğun ara ara çıkıp "cık cık"ladığı bir elitizimdi bu. En basitinden, satmayan kitaplar basmak bir lükstür. Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk romanındaki Sinan'ın da yaptığı gibi üstten bir bakış ve bol sermaye ister. Tıpkı filmin kendisi gibi, dar bir kesime hitap eden ürünler vermek sadece idealizmle mümkün olacak şey değil. Aç kalma, açıkta kalma korkunun olmaması lazım. Filmdeki karakterlerin de hiç öyle dertleri yoktu. Hele Serra Yılmaz'lı sahneler kültürel bir sırça köşkte çekilmiş gibiydi. Ha kendisini hayranlıkla izlemedim mi, izledim. Evini, küpelerini, söylediklerini. Bir noktada -popüler olduklarında- adamlar da kendilerinden şüphe ettiler zaten. Popüler kültür değiliz ki biz, neden popüler olduk diye. "Samimiyetiniz sayesinde insanlar anlamasalar da dinliyorlar" açıklaması beni pek tatmin etmedi açıkçası. Bukowski radyo programı yapmaya kalksa ömrü çok uzun olmazdı. İdil Fırat'ın da deyip durduğu gibi "burası Türkiye, Rock'n'Roll yaşam tarzını yedirirler adama". O yüzden aç bir dükkan, otur başına. Allah standarttan ayırmasın.
Serra Yılmaz'ın Adile Naşit'i andırmaya başlayan kıkırdaması, Nejat İşler'in uzun saçları, deri ceketi ve motoruyla çizdiği 90'ların piçi imajı...bunlar hep güzel şeylerdi de... Sanırım beni esasen rahatsız eden stereotipler oldu: Piç herif ve onunla evlenme hayalleri kuran kız. Herkes ne kadar emin kendinden, hayret. Çıktığımızda arkadaşım bile bunu söyledi, bu karakterlerin kadın olması mümkün değilmiş zaten. Olmasınmış da. Olmasın'dan kastı, kadınların erkek dilini benimseyerek konuşması ya da yaşaması marifet değil. Kadının kendi dili, kendi yolu vardır. Kabul görmek için erkeğinkine muhtaç değildir, en azından olmamalıdır. Gene de bu, piç kadınları erkek gibi davranmakla itham etmeyi meşru kılmıyor. Sorun, kadın doğası mitinde erkekliğe has addedilen piçliğe yer olmaması. Kaybedenler Kulübü de şiir gibi felsefesine rağmen bu öğretiye takılıp kalıyor. Bardaklar Jack'le, küllükler Winston ve Camel'la dolup dolup boşalıyor ama bu klişenin altı -nazarımda- asla dolmuyor.
Filmi olmasa bile soundtrack'ini alacağım gibi görünüyor. Yalnız Dilek Taşı da çaldı ya pes. Hatta Sigaramın Dumanı da Dumanı. My Woman, Melancholy Man...böyle uzar gider bu. Olacak gibi değil çıkıp alayım şunu. Viskisiz biraz zor geçecek boğazımdan ama olduğu kadar. Vur kentli yalnızlık melankolisinin dibine, kim tutar. İlk yarısında bu kadar mutlu, ikinci yarısında bu kadar bedbaht olduğum son film Life Is Beautiful'du herhalde.
Biraz da garip bir günde izledik aslında. Küçük parmağımı taze kırmış olmamın zorlama bir delikanlılıkla katlanmaya çalıştığım acısı değil sadece, bir tanıdık için alyans bakmak, gelinlik dergisi almak filan. Bundan sonraki adım oyuncak mağazaları olacak herhalde, 85'liler patır patır doğurmaya başladığı zaman yani. Evvelki gece zaten bir "o eski halinden eser yok şimdi" hüsranyla ayrılmıştık Line'dan. Üstüne alyans, gelinlik hatta metroda Evli, Mutlu, Çocuklu adlı şarkıyı olabilecek en acıklı şekilde çalan küçük kız bile... üstüne de film çotonk diye geçirdi suratımıza. Şahsen ilk yarıdan yüzüme yapışan gülümsemem olduğu yerde dondu kaldı. Sadece film değil bir şey daha biraz vurdu sanırım. Barda otururken dertleştik biraz. Arkadaşım hissizliğini anlattı, ben hislerimden bahsettim. Kadınlara dair bilgisindeki eksikleri kapatmaya çalışıyordu, anlamaya çalışıyordu ama ben anlamaya çalıştığı kadınların dışında kalıyormuşum, o yüzden pek yardımcı olamadım. Muhabbetin başında "ne güzel, sonu kötü de olsa bir şeyler hissediyorsun en azından" diyen adam sonlara doğru tereddüde düştü. "Beşiktaş'ta böyle kocaman bir pencere, üçe bölünmüş, yanlarda iki küçük, ortadaki büyük, İstanbul, manzara filan...diğer yandan Irak, silahlar, çatışma filan..." derken inşaat mühendisi olarak çalıştığı Erbil'deki hayatını benimkine tercih etti arkadaşım. O zaman da şu çaldı aklımda.
Neyse ne diyordum. Ha, izleyiniz efendim. Ve hatta dinleyiniz.
Film, Issız Adam'la Siyah Beyaz arası bir tat bıraktı bende. Çok dar bir kesime hitap eden ama hitap ettiği kesim için de nokta atışı bir film. Geçtiği mekanlar, çalan şarkılar, söz konusu karakterler, kullanılan jargon...hepsi tanıdık, hepsi bildik olduğu için kendini evinde hissediyor insan. Issız Adam'ın hikayesine gelene kadar çalan şarkılar ve geçtiği mekanlar içine çekmişti beni, Siyah Beyaz'da da mekanlar ve karakterler.
Bu filmi bir başka türlü sevdim ama. Yaş itibariyle kaçırmış olmaktan hayıflandığım bir dönemde geçiyor, hala "bizim 68'imiz de bu herhalde" diyebilen, en azından kitap okumaya ve düşünmeye tenezzül eden bir gençlik var. Bohemliğin dibine vururken yaşadığı hayatın altını doldurmayı ihmal etmeyen adamlar. Rock'n'Roll'sa Rock'n'Roll kardeşim, yersen. Buram buram bir yalnızlık teması hakim filme, hem de havada asılı kalan cinsten değil. "Ben de bundan bahsediyorum" dedirten.
Filmde beni rahatsız eden şeyler de vardı ama göz ardı etmeyi seçtim. Baş roldeki erkek karakterler çok sofistike, küstahça zeki adamlar mesela ama film boyunca gelip geçen kadınlar aptallıktan, kofluktan öldü ölecek. Adamlarımızın entelektüel seviyesinin yanından bile geçmeyen, kelimenin tam anlamıyla cinsel objeler. Kimse bundan şikayetçi değil, herkes halinden memnun, eyvallah, ama kanıma dokundu. Size meydan okuması, egonuza tehdit teşkil etmesi söz konusu olmayan kadınları etrafınıza toplayan sizsiniz, sonra da vay "çok yalnızım". Yalnızlıktan yakına yakına ne oldu, gittin Zeynep'i buldun, onun da içinden canavar çıktı. Yok "babamla nasıl tanıştırırım seni" yok "neredeydin", hep bir kınayıcı bakışlar. Hatun şirket kafasına çoktan girmiş, sırayı izliyor (iş-evlilik-çocuk). Olayı başka kadının, ne yapsın adamın ıssızını. Oturmaya gelmiş o, kalıcı. Nejat'sa sürekli giden adam, bir gitmeyi bilir, kalamaz. "Artık 19 değilsin". Doğrudur bacım, değil. Ama ya bir şeyleri yaşamakta gecikmiş -ki pek öyle görünmüyor, ya da adam bu. Bazı insanlar için "tamam artık yerime yerleşeyim" vakti hiç gelmeyebilir. O öyle, onu öyle seveceksin. Kolay olmayacak ama sevmekten başka çaren de olmayacak. Ne demişti o çocuk orada: "Kadınlar seni sen yapan özelliklere aşık olurlar, sonra da o özellikleri senden almaya çalışırlar" ya da bunun gibi bir şeydi işte.
Tam olarak rahatsız etmek değil ama dikkatimi çeken bir diğer mevzu, filmin her tarafından akan elitizm oldu. Sinsi sinsi keyif aldığım ama içimdeki küçük sosyoloğun ara ara çıkıp "cık cık"ladığı bir elitizimdi bu. En basitinden, satmayan kitaplar basmak bir lükstür. Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk romanındaki Sinan'ın da yaptığı gibi üstten bir bakış ve bol sermaye ister. Tıpkı filmin kendisi gibi, dar bir kesime hitap eden ürünler vermek sadece idealizmle mümkün olacak şey değil. Aç kalma, açıkta kalma korkunun olmaması lazım. Filmdeki karakterlerin de hiç öyle dertleri yoktu. Hele Serra Yılmaz'lı sahneler kültürel bir sırça köşkte çekilmiş gibiydi. Ha kendisini hayranlıkla izlemedim mi, izledim. Evini, küpelerini, söylediklerini. Bir noktada -popüler olduklarında- adamlar da kendilerinden şüphe ettiler zaten. Popüler kültür değiliz ki biz, neden popüler olduk diye. "Samimiyetiniz sayesinde insanlar anlamasalar da dinliyorlar" açıklaması beni pek tatmin etmedi açıkçası. Bukowski radyo programı yapmaya kalksa ömrü çok uzun olmazdı. İdil Fırat'ın da deyip durduğu gibi "burası Türkiye, Rock'n'Roll yaşam tarzını yedirirler adama". O yüzden aç bir dükkan, otur başına. Allah standarttan ayırmasın.
Serra Yılmaz'ın Adile Naşit'i andırmaya başlayan kıkırdaması, Nejat İşler'in uzun saçları, deri ceketi ve motoruyla çizdiği 90'ların piçi imajı...bunlar hep güzel şeylerdi de... Sanırım beni esasen rahatsız eden stereotipler oldu: Piç herif ve onunla evlenme hayalleri kuran kız. Herkes ne kadar emin kendinden, hayret. Çıktığımızda arkadaşım bile bunu söyledi, bu karakterlerin kadın olması mümkün değilmiş zaten. Olmasınmış da. Olmasın'dan kastı, kadınların erkek dilini benimseyerek konuşması ya da yaşaması marifet değil. Kadının kendi dili, kendi yolu vardır. Kabul görmek için erkeğinkine muhtaç değildir, en azından olmamalıdır. Gene de bu, piç kadınları erkek gibi davranmakla itham etmeyi meşru kılmıyor. Sorun, kadın doğası mitinde erkekliğe has addedilen piçliğe yer olmaması. Kaybedenler Kulübü de şiir gibi felsefesine rağmen bu öğretiye takılıp kalıyor. Bardaklar Jack'le, küllükler Winston ve Camel'la dolup dolup boşalıyor ama bu klişenin altı -nazarımda- asla dolmuyor.
Filmi olmasa bile soundtrack'ini alacağım gibi görünüyor. Yalnız Dilek Taşı da çaldı ya pes. Hatta Sigaramın Dumanı da Dumanı. My Woman, Melancholy Man...böyle uzar gider bu. Olacak gibi değil çıkıp alayım şunu. Viskisiz biraz zor geçecek boğazımdan ama olduğu kadar. Vur kentli yalnızlık melankolisinin dibine, kim tutar. İlk yarısında bu kadar mutlu, ikinci yarısında bu kadar bedbaht olduğum son film Life Is Beautiful'du herhalde.
Biraz da garip bir günde izledik aslında. Küçük parmağımı taze kırmış olmamın zorlama bir delikanlılıkla katlanmaya çalıştığım acısı değil sadece, bir tanıdık için alyans bakmak, gelinlik dergisi almak filan. Bundan sonraki adım oyuncak mağazaları olacak herhalde, 85'liler patır patır doğurmaya başladığı zaman yani. Evvelki gece zaten bir "o eski halinden eser yok şimdi" hüsranyla ayrılmıştık Line'dan. Üstüne alyans, gelinlik hatta metroda Evli, Mutlu, Çocuklu adlı şarkıyı olabilecek en acıklı şekilde çalan küçük kız bile... üstüne de film çotonk diye geçirdi suratımıza. Şahsen ilk yarıdan yüzüme yapışan gülümsemem olduğu yerde dondu kaldı. Sadece film değil bir şey daha biraz vurdu sanırım. Barda otururken dertleştik biraz. Arkadaşım hissizliğini anlattı, ben hislerimden bahsettim. Kadınlara dair bilgisindeki eksikleri kapatmaya çalışıyordu, anlamaya çalışıyordu ama ben anlamaya çalıştığı kadınların dışında kalıyormuşum, o yüzden pek yardımcı olamadım. Muhabbetin başında "ne güzel, sonu kötü de olsa bir şeyler hissediyorsun en azından" diyen adam sonlara doğru tereddüde düştü. "Beşiktaş'ta böyle kocaman bir pencere, üçe bölünmüş, yanlarda iki küçük, ortadaki büyük, İstanbul, manzara filan...diğer yandan Irak, silahlar, çatışma filan..." derken inşaat mühendisi olarak çalıştığı Erbil'deki hayatını benimkine tercih etti arkadaşım. O zaman da şu çaldı aklımda.
Neyse ne diyordum. Ha, izleyiniz efendim. Ve hatta dinleyiniz.
Saat konusunda müsebbib ben değilimdir umarım.:))
YanıtlaSilÜStüne ne yazsam diye deli gibi düşündüğüm bir film oldu. Diyalogların alıp götürmesi normal(Ben iki saman A-4 doldurdum) hepsi radyo programından alınma çünkü. Bir gram gübre yok halis mulis organik. Ben, o kuşağın çocuğuyum.Rock müziği dandik rocofone teplerde tanıdım, TRT-3 FM de dinledim bir çok ustayı ilk kez. Ne Beat i bilirdik 15 li yaşlarda ne de başka şeyi. sonradan öğrendik hepsini. Bir gün, bir sohbette eski tüfeklerden birisine ( O da organik eski tüfektir, kafa adamlardan; eli de kalem tutar9 kaptan bizim kuşağın sorunu, geçmiş ile bağımızı sağlayacak olan kuaşk ya kaçaktı ya da içeride.Sizin, 78 lilerin 68 lileri vardı; Onların ise 50 lileri. Biz "piç"tik. Kimse yoktu, tam bir şeyleri öğrenmeye ve sizler tekrar ortaya çıkmaya başladığınızda Dünya altüst oldu öğretebilecekleriniz, bağ kurmamızı sağlayacak bir şey de kalmadı geride." dedim. O yüzden belki herşey bu kadar karmaşık iken Beat ve rock salgın gibi yayıldı memleketimin toprağında. Sulak araziydi çünkü.
Bir tesbitin doğru, bu "kaybetmişlik hali" havada kalıyor. zaten, ortada kaybetmişlik te yok, çeviri hatası bana göre. Beat olan, Looser değildir.Looser sistemde oynamış ve sistemin ceplerini boşaltmış olduğu kişidir.Oysa, Beat oynamaz oynmaya gerek duymaz. Kaybeden denemez ona.
Kadınlar değil sadece, başroller dışındaki tüm tiplemeler karikatürize edilmiş zaten ama bu bilinçli bir tercih gibi duruyor ve filmi sakatlayan nokta da bu aslında. Adamların gerçek hayatında ne bu kadar bol bir "kadın" var ne de onalrın böyle bir derdi. Program formatı ve ağız alışkanlığı sadece. Şehir efsanesine dönüştükten sonra da ellemiyorlar bu kısmını çünkü umurlarında değil. Tolga Örnek bunu belki gişeye oynamak için belki de canı çektiği için fazlaca işlemiş. Ama filmin de tam bu noktada canına okumuş maalesef. Ha, bu benim filmi sevmeme engel mi değil..Bir sürü laf var üzerine edilecek ama..Yeter ben yazmaktan yoruldum. Eline sağlık. Beni de uzun uzun yazmaktan kurtardın.Link verir geçerim.:)
eline sağlık;) görüşlerime tercüman olmuşsun.
YanıtlaSillakin, filmde beni rahatsız eden bir ayrıntı daha var ki, o da: ahu türpençe. ne diyim; sevemedim gitti.
teşekkür ederim. al benden de o kadar! :)
YanıtlaSilne güzel filmmiş. sek efe eşliğinde izledim (evde o vardı). bi kere de ayıkken izliycem. mümkünse. çeviri nası gidiyo? neyse, sormadım farzet. rakıya ver. hem zeynep de kızar belki.
YanıtlaSilnasıl olsun, şimdi de onla uğraşıyorum işte. ıssız adam'ı bir izleyişimde rakıya vermiştim ben de kendimi. olduğundan da dramatik gelmişti. bunun keyfi ayrı ama bir kere de ayık izlemeni tavsiye ederim gerçekten. afiyet olsun bir de.
YanıtlaSileyvallah :-)
YanıtlaSil:)
YanıtlaSilbişeyler daha yazmak istiyorum ama yazmiym di mi? dur bi türk kahvesi yapiym. ondan sonra belki yazarım. yok yazmam herhalde.
YanıtlaSilhiç kahveyle ağzının tadını bozma derim. hem word'ü mördü kapattım yatıyorum zaten. iyi geceler :)
YanıtlaSilsana da
YanıtlaSilGerçekten çok net ve etkili eleştiriler.fragmanlarından belli idi.hayatımıza ait olmayan olayları ,hayatımızdan karakterlere yükleyince, böyle tezat görüntüler oluşuyor.geç olan bu yorum için kusura bakma.selamlar.
YanıtlaSilFilm ve radyo konuşmalarını çok beğendim. Özellikle ayrılık sahnesi yani, bankta konuştuklarından sonra çalan bir şarkı vardı. O şarkının adını çok aradım ama bulamadım. Bilen var mı ?
YanıtlaSilThe Moody Blues'dan Melancholy Man'i diyorsunuz sanırım? Çok güzel şarkı gerçekten.
YanıtlaSil