İstanbul'u sevmek bazen sadece şiirlerde ve şarkılarda kalıyor (filmleri dahil etmiyorum, edemem). Gene de İstanbul'dan nefret eden insanları anlamakta güçlük çekerdim. Özellikle 40 yaş üstü çalışanların İstanbul'dan mide bulantısına benzer bir yüz ifadesiyle bahsettiğine eskiden beri tanık olurdum. Sanırım bunların ilki babamdı. Çoktan klişeleşmiş olan "Ege'de bir sahil kasabasına yerleşip domates yetiştirme" hayalini gerçekleştirebilmiş bir adam benim babam. Bir çok şeyin yanı sıra domates de yetiştiriyor tabi ama rakısı için kavun baş rolde. Bu şehrin kültür-sanat hayatını, tarihini, tadını, kokusunu alamayacak bir adam olmaktan çok uzaktır, demek ki bu işte bir iş var. Demek ki insanı bunlardan vazgeçirebilecek bir yüzü var bu şehrin. Sanki bugüne kadar hiç iş çıkışı Maslak ya da Mecidiyeköy trafiğinde takılmamış gibi konuşuyorum, değil mi? Halbuki burada yaşayıp da mümkün olabilir mi trafiğinden kaçmayı başarmış olmak?
Geçen günlerden birinde, Göktürk Kemerburgaz'daki saha çalışmamdan dönüyorum. Bütün gün ayakta dikildikten sonra gene ayakta geldiğim ıkış tıkış 48'le en az 1 saat süren otobüs yolculuğu sonunda havası kararmakta ve çiselemekte olan Mecidiyeköy'e varıyorum. Ne akla hizmet bilmiyorum -işgüzarlık zahir- o aptal AVM'ye girip mutfak alışverişimi yapayım diyorum zira buzdolabı tamtakır. Çıkışta adeta taksiye atlayıp evimin önünde inecekmişimcesine ağır ağır şeylerle dolduruyorum torbaları. Litrelik şarap bile var, öyle diyeyim. Öyle öyle 4 tane torba. Bir çıkıyorum ki yağmur bastırmış. "Erimem ya" deyip atıyorum kendimi otobüs duraklarına doğru ki hepsi tıklım tıkış dolu. Başlıyorum yağmurun altında 30A ya da 30M'yi beklemeye. Elimin kopması varken torbaları yere koymama ne hacet. Neyse ki 15 dakika sonra geliyor otobüs ama o otobüse nasıl koştum, o torbalarla merdivenleri nasıl çıktım bilmiyorum. Bir saat sonunda Beşiktaş'ta inip evimin yokuşunu çıkarken gelen deli kuvvetine benzer bir şey gelmiş olacak. Yağmur dinmişti ama benimki de inada binmişti artık. Sadece akbil mukabilinde bitirecektim bu zorlu yolculuğu. Hayatımda ilk defa "hanımefendi, yukarı kadar yardım edeyim isterseniz" diyen bile oldu. Yurtta yaşarken anımsıyorum da bilgisayarın kasasını taşımıştım öyle yokuş yukarı, ta Çarşı'dan bizim yurda kadar. Artık sonuna geldiğimde biri yardım teklif etmişti de burnumdan soluduğum için terslemiştim. O nikah davetiyesinin üstünde adımın yanında "yalnız ve güçlü birey" yazmıyor boşuna. Güçlü mü bilmem ama yalnız olduğum kesin. İnadım da inat. Geyiğe geldi mi "aman bir işe yarasınlar" deriz demesine ama hakikat öyle değil, kendi işimizi kendimiz görürüz. Di mi lan Scarlet!
Neyse, ne diyordum... ha, anladım. İnsan İstanbul'dan nasıl soğur anladım. Mecidiyeköy başlı başına yeterliyken ona iş çıkışı trafiği ve yağmur da eklenince...fakat hepsi bu değil. İnsan, çok insan, çok fazla insan. Bu kadar çok insanın olması çılgınlık.
Bu uzun yolculuklarda telefonumun radyo özelliğini keşfettim. Yalnız iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum zira Türkçe popa hızlı bir giriş yaptım. Ne Atiye'si kaldı ne Sinan Akçıl'ı. "O ne biçim manita, 35'inde lolita" diye şarkı sözü var, yemin ederim var. Gece adlı grubun "Öldüm" diye bir parçaları var, eğlenceli gibi. Sonra Sıla "Kafa" diye şarkı yapmış, "kafa nereye biz oraya" diyor. Kedi diye yeni bir grup var, "Aptal" adlı şarkılarının klibi tam benlik; retro. Bir de "Milat" var, Yonca Lodi'nin. Onu baya baya seviyorum. "Düştüysek kalkarız, daha ölmedik ya" diyen de aynı kadın olacak.
Cover'lara denk geldim sonra. Malum, sevmem. Fakat yol uzun, iç sesin geyik yapması kaçınılmaz. Yeniden başlanan ilişkilere benzettim cover'ları. Yani orjinalinden iyi hatta farklı olması çok ama çok düşük bir ihtimal. Öte yandan, o düşük ihtimal gerçekleşirse muhteşem bir şey. Mesela Gülşen "Sarışın"ı söylemişti bundan birkaç yıl önce, hayır neden ki? Halbuki ne güzeldir onun "Be Adam" şarkısı, isteyince kıvırıyor yani bu işi. "Öte yan"ı da -hep verilen örnektir- Duman'ın "Her şeyi yak" cover'ı. Gene bir Sezen Aksu ama adamlar yaptı işte, oldu. Demem o ki bir şarkı yapılmış bitmişse rahat bırak kurcalama orasını burasını. Ha yok illa kurcalayacağım, bir kere de ben deneyeyim diyorsan acayip bir güvenin olacak kendine. Öyle.
Ha Türkçe pop repertuarımı bu kadar güncelledim güncelledim ne oldu? Artık ters mi tepti bilmem gittim özüme döndüm. Hatta neredeyse sığındım. Bir anda bu kadar fazla aşk meşk kisvesi altında kaba saba söz ağır gelmiş olacak ki biraz incelik, biraz zarafete özlem duyup sanat müziğinde aldım soluğu. Ne bileyim işte Zeki Müren dinledim biraz, sonra yine Zeki Müren dinledim. Ne zamandır izlemiyordum, Türk filmi izledim üst üste. Bugün "Beyoğlu Güzeli"ni izledim mesela. 1971'de çekmiş Ertem Eğilmez. Senaryo Sadık Şendil diyor ama bildiğimiz Love Story. Oyuncu kadrosundan müziğini yapan Yalçın Tura'ya kadar her isim bir isim filmde. Yemeğimi yaptım, şarabımı koydum...bir yiyor bir ağlıyorum. Üstüne o kadar Doctor Who izledim de bana mısın demedi, aklım hala "hadi git artık Ferit, hayır gel, biraz daha göreyim seni" diyen Hülya Koçyiğit'le "fakülteyi bitirmeme az kaldı, seni deli gibi seven bir doktorun eşi olmak istemez misin" diye soran Tarık Akan'da. Hmm, bir düşünelim Ferit (?!)
Ondan sonra bütün akşam Le Bruit Des Glaçons'daki adam gibi elimde şarap kadehimle dolaştım evin içinde. Gerçi o buz kovasını da ayırmıyordu yanından. Zaten abartıyorum, masraf listesi yapmam gerekiyordu, onun için gene istikrarlı fakat insan gibi içtim. Uyku hapı yerine de bir kadeh yuvarlayacağım şimdi. Burnumun ucu buz tutmuş ve küçük elektrikli ısıtıcım bir halta yaramazken soğuk beyaz şarap mükemmel bir seçim gerçekten.
Erbil'den gelen arkadaşım evimin balkon kapısında durup "bir Zeki Demirkubuz, bir Nuri Bilge Ceylan manzarası gibi" demişti. Biraz öyle sahiden. Görkemli değil mütevazı fakat geniş ve şehir. Belki her gün çeksem o eziyeti soğuyabilirim ben de ama bu önizleme açıklayıcı oldu sadece. Ne kadar yorgun, bitkin ve sinirli de olsam eve gelince bir kadeh şarabımı koyup içinde debelendiğim bu şehri uzaktan izleyebileceğimi bilmek, bunu yapabilmek beni yatıştırıyor şimdilik. Bir canavarı uyurken izlemek gibi. Ertesi sabah nefesimi tutup yine çok fazla insanın arasına karışabilmem için şimdilik yeterli bu. Şimdilik.
Dün bir arkadaşımla konuştuk bu konuyu. Karmaşıklığı, kalabalığı, yoruculuğuyla bunaltsa da insanı besliyor İstanbul... O kaos bile özleniyor. Kaçıp düzenli bir yere gittiğinde bir zaman sonra burnunda tütüyor. Kaos iyidir!
YanıtlaSilYazıyı tam silecekken yorumun geldi :)
YanıtlaSilKaos candır, bilmem mi. Kendim soğumadım zaten insanların neden soğuduklarını anladım sadece. Gerçi kaos ve düzen iç içe geçmiş şeylerdir.
zamanlamam iyiymiş :)
YanıtlaSilevet senin soğumadığını anladım ama dün tam bu konudan konuşmuşken yazmak istedim.
evet işte bu sebeple diyalektik düşünce de iyidir :)
Yürüyen merdivende koşturan insanlar diyarı.. Tercihlere saygılıyım ve benim hiçbir zaman tercihim bu olmadı. Yürüyen merdivende durulur. Yoksa, neden yürüsün o merdiven?
YanıtlaSilVe nereye yetişiyorsunuz ey insanlar! İlla bir yere yetişmek zorunda mısınız?
Bu kaos değil çocuklar..Bu kaos değil.