Aşiyan'ı yuva belleme sebebim şarkı. Sözlerinde hep bir gel beni dramatize et çağrısı duymuşumdur. Metin Akpınar bu çağrının hakkını vermiş.
30 Ocak 2015 Cuma
24 Ocak 2015 Cumartesi
bi siktirin gidin rica ederim
21 Ocak 2015 Çarşamba
The Big Screen
Hayatımın yaklaşık bir yılını adamak suretiyle ve de zaman zaman yüzümde bir gülümsemeyle çevirmekte olduğum kitap ve tonton yazarı, film eleştirmeni David Thompson.
16 Ocak 2015 Cuma
Şehirlerarası
Tam
bir sanayi şehri olduğu yetmiyormuş gibi kapalı ve soğuk Ocak günü de bütün
şehrin üzerine kül serpmiş. Eski garajdaki tek tük insan, tek tük hayvan ve tek
tük otobüs ölü gibi hareket ediyor. İnce bir buz, hayır hayır, ince bir kül
tabakası kaplamış gibi üzerlerini. Bakışları, duruşları, hatta otobüse
koşuşları bile donuk.
Cam
kenarındaki koltuğumdan donuk bakışlarla bu donukluğu izliyorum. Buna kamuflaj
da diyebiliriz. Acentelerin sıralandığı tek katlı köhne binaya girecekmiş gibi
duran otobüsümüzün sağ cephesine burnunu vermiş bir taksi yolcu indiriyor. Onu
gördüğü halde bir başka otobüs yağ gibi aramıza süzülünce taksi çaresiz geriye
doğru birkaç adım atıyor. Burası şehirlerarası otobüslerin ülkesi, geri kalan
herkes haddini bilecek. Yolcu getirerek otobüsleri besliyor olabilirsin, yine
de fazla sokmayacaksın burnunu, tekerleğini denk alacaksın sarı.
Acentelerin önünde, çatının altında kalacak
şekilde tek sıra dizilmiş sabit masa sandalyelerden birinin altındaki kedi
çekmiş dikkatimi. Dikkatimi ne ara çektiğine dikkat etmedim, her şeye de ben
dikkat edemem ki. Öyle bir an, kediyi izlerken buldum sadece kendimi. Bir
sandalyenin altında konuşlanmış, ön bacakları yere dik, götünü yere koymuş
takılan inek desenli bir kedi. Koymuş koymasına da bir rahatsız, bir huzursuz
gibi. Bakışları ileriye sabitlenmiş götünü bir kaldırıyor, bir indiriyor. Sade
o da değil, o sırt bir sivriliyor bir düzeliyor. Bakışlarının gittiği yolu
izledim, epey uzakta ne yapacağına karar vermeye çalışan mütereddit bir köpek
dikiliyor ayakta. O da küllenmiş belli. Bu yöne iki adım atıyor, kedi
dikeliyor. Duruyor, duruyor, o yöne iki adım atınca ineğin götü rahat yer
görüyor. Neredeyse karşı takım kalesi uzaklıktaki itin keyfine kedi telef
oluyor burada. Yeter artık, bitsin bu zulüm. Bir de nasıl sevimli piç. Hafif
irice, biraz da kabarık tüylü bir şey. Sık gördüğümüz sokak köpeklerinden
farklı bir tipi var. Orijinal it. Kediyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama
görse de muhatap alacak bir mizacı yok gibi görünüyor. Bıkkın hareketlerle
ilerleyip binanın arkasında gözden kayboluyor. Kedide bir rahatlama, bende bir
can sıkıntısı hâsıl oluyor. İnsan ne hain şey. İki kovalamaca olsa gülüp
eğleneceğim demek. Hayvan.
Şu kadın, şu ellerini arkasında kavuşturmuş işsiz muhtar tipli adamın önünden geçecek on saniye sonra. Adam dümdüz önüne bakıyor ama o da farkında olacakların. Adam, kadın, ben üçümüz de farkındayız yazgımızın. On saniye içinde iddiaya tutuşuyorum kendimle. Var mısın yüz lirasına? Bakacak. Ne yüzü be, koy bir binlik. O kadar param yok ama adımdan iyi biliyorum bakacağını. Kadın önünden geçerken hiç oralı olmuyor adam. Rahat geçsin diye bir adım geriye gitme zahmetine bile katlanmıyor, öyle kayıtsız. Fakat kadının geçmesiyle birlikte kadının gittiği yöne doğru yavaşça dönüyor kafası. O götü görmek zorunda, görmeli. Uçlan bakalım binliği. Bak hâlâ alamadı gözümü. Huoop.
Yanımıza
süzülen otobüs gitmiş. Onun ötesindeki de geri geri giderken beyaz saçlı hâkim
abi maestro gibi durduruveriyor otobüsü. Yolcu gelecek, dur. Gencecik, gürbüzce
bir oğlanın elinden küçük, iş görür bir buzdolabı ebadındaki valizini kapıp
koşar gibi bir dans yaparak otobüse gidiyor. Oğlan biletini alacak. Otobüs
yolcuları bekliyor. Ah Ayhan Işık.
Beyaz
saçlı abi fena. Burası birbirine girmiyorsa onun yüzü suyu hürmetine. Bazen
ellerini bile kullanmıyor şoförle anlaşırken. Göz kırptı işte. Gülücük mü o
ağzının kenarındaki? Altmışlarında var sanki. İyi bakmış kendine. Göbeksiz,
beyaz meyaz ama saçlar tam kadro yerli yerinde. Azıcık uzun, geriye doğru
taranmış. Dede olmuş hâlâ çalışıyor. Maestroluktan kazandığıyla pazardan
oyuncak alıyordur torunlara. Yok yok, daha yalnız bir tanecik torunu var.
Kızındandır o da. Yirmisinde evlenince tabi. Oğlan nazlı. Askerden döneli yıl
oluyor, ses seda yok hâlâ. Babasına çekmiş tabi, hiç evlenir mi o saçlarla.
Geri geri ayrılıyoruz eski garajdan. Dede sen daha çok beklersin oğlanın
evlenmesini. Üzülme be, safi masraf zaten bu işler. Hele azıcık belini doğrult.
Daha genç nasolsa.
Şehirden
çıkmadan önce son durak yazıhane. Otobüsün sağ arkasında, cam kenarlarına
sıralanmışız üç kadın. Cam kenarı yok mu diye sormasam az daha koridor
veriyordu bilet satan kadın. Erkek yanına oturamadığımız gibi kız başımıza
arkalara oturmak da hoş karşılanmıyor. Arka koltuklar gözden ırak olduğundan
her türlü ahlaksızlık dönebilir. Sakıncalı. Bence sakıncası yok. Otuz sekiz
uygun. Yolluyum çünkü ben. Yola çıkıyorum. Romantik bir kişiyim. Elli bin tane
şey düşüneceğim pencereden küllenmiş şehre bakarken. İşim gücüm var benim. Ver
sen o koltuğu bana. Kendimi koruyabilirim, kurda kuşa yem etmem apış aramı,
pardon, namusumu.
Yazıhane
önündeki bekleyiş sürdükçe sürüyor. Bizim otobüs gelince bir kısım yolcu
hareketlendi ama çoğunluğun beklediği gemi bu değil. Dar beyaz eşofmanlı, beyaz
tenli, siyaha boyalı saçları gelişigüzel topuzlu incecik bir kız. Nerenden
çıkardın o pusetteki çocuğu. Yüzü nasıl da benziyor yalnız. Bir elinde kocaman
beyaz telefonu, puseti dar alanda bir oraya bir buraya sürüyor. Çocuk halinden
memnun tabi. Ara ara küçük ağzını ardına kadar açıp tembelce esniyor. Tembelce
esneyecek tabi, işi ne? Madenden kömür mü çıkarsın çocuk. Birkaç sene sonra o
da olur. Çocuğu pusetten aldı, tek koluyla kucağında tutmaya çalışırken diğer
eliyle puseti katlayıp taşınabilir hale getirmeye çalışıyor. Telef oldu kadın.
Çocuk düşüverecek diye ödüm patlıyor. Şeytan diyor inip yardım et. Şeytanın iş
tanımı da epey değişmiş görmeyeli. Sürüyle insan var yanında yöresinde ama
herkes acı çekişini izliyor mal gibi.
Muavin
ince bir telaşla koridora geldi, doğrudan olmamakla birlikte anlaşılabilecek
şekilde bize hitap ediyor: “Bayanlara cam kenarı sattığımız için baylara satış
yapamıyoruz. Bir yardımcı olsanız. Siz şöyle gelseniz hanımın yanına?”
Arkamdaki kadın sıfırdan sinirle söylenmeye üç saniyede geçiyor. “Çok eşyam var
benim, zor yerleştim zaten.” Onun önünde ben, benim de önümde başka bir kadın.
İçimizden biri bir kahramanlık edecek ama muavin gözlerini dikip yanlış kabloyu
kesti. Dalga dalga sinir yayılıyor arkamdan doğru. Çantalarından birini muavine
uzatıyor kadın: “Al, teker teker yardım edeceksin taşımama.” Daha eli
havadayken sinir dalgaları önümdeki kadına ulaşmış olacak, “ben geçerim” diyor sükûnetle.
Kalktıktan sonra soruyor nereye diye. Muavin oralı değil, serbest kalan koltuk
numaralarını yazıhaneye bildirmekle meşgul. “Arkamdaki hanımefendinin yanı”
diyerek belli belirsiz bir baş hareketiyle arkamı gösteriyorum.
Sizin
kaçgöçünüz için kılımı kıpırdatmam, ne kıpırdatacağım. Üç cam kenarında üç
kadınız. Üç tane boş koltuk var yanımızda. Altı koltuk, üç insan. Yani üç
insanlık daha yer var oturacak. “Ben rahatsız olmam” diyeceğim, gözler bana
dönecek, adım gibi biliyorum. Hem “orospu” olacağım, hem de bir boka
yaramayacak çünkü “sistem vermiyor” diyecek muavin. Sistem benim kadar orospu
değil demek ki muavinciğim. Sistem müşteri kaybetmeyi göze alacak kadar
namuslu. Sistemin gözünde kadın-erkek yok zaten, bay-bayan var. Öyle kibar,
öyle efendi. Efendi tabi, sistem erkek. Kadın olsa kancık olur. Sistem efendi
benim istememe gerek kalmadan beni korur. Küçük beynimle düşünmek zorunda
bırakmaz beni. Şüphesiz ki sistemin bizimkine üstün bir ahlakı vardır. Bugün
bir genel ahlak kolay yetişmiyor sonuçta.
Sistem
keşke toplu taşıma araçlarının telefon kulübesi gibi kullanılmasına da bir el
atsa. Son ses çalan telefonlarını açıp bağıra çağıra konuşan bir otobüs dolusu
insanla aynı otobüse tıkılıp kalmış, kapana kısılmış halde geldim gelirken.
Önümdeki çocuk kız arkadaşıyla geyik yapıyor. Sağ çaprazımda, arkada oturan
ablanın kayınpederi “çıkma” dendiği halde evden çıkmış, evi bulamıyor şimdi.
Nerede olduğunu bile bilemiyor adamcağız. Panikle gelinini arıyor “ben evi
bulamıyorum” diye. Kulaklar da zor işitiyor. Türbanlı, pardösülü abla bağıra
bağıra dert anlatmaya çalışıyor adama. İşi zor. Bizim de öyle. En fenası tam
arkamda oturan kız. Kodaman bir abinin vereceği yemeği organize etmekle
yükümlü. Otuz davetlinin gelip gelmeyeceğini teker teker arayıp teyit etmesi
gerekiyor. Bunun için şehirlerarası otobüsten daha uygun bir yer aklına
gelmiyor. Bir iki beş derken yemeğin yerini, tarihini, saatini, yemeği
düzenleyenin adını sanını, kızın adını soyadını telefon numarasını
ezberliyorum. Dört koltuk yarıçapında herkes cinnet geçirmek üzere ama kimsenin
de gıkı çıkmıyor.
Yanımdaki
türbanlı, pardösülü kız on beş yaşlarında, solgun, incecik bir dala benziyor.
Kucağında şeriatla ilgili ince bir kitap. Benim kucağımda da aynı incelikte bir
Foucault. Aynı teyit cümlelerini yüksek volümde on beşinci kez duyunca aynı
anda sinirle kitapları kapatıveriyoruz. Kız şeriat okuyamıyor, ben Foucault
okuyamıyorum. Neticede okuyamıyoruz. Dinlemek istemediğimiz bir sese maruz
kalıyoruz. Ne söylediğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğimiz ve fiziksel olarak kaçma
şansımız bulunmayan ses bize kendisini şiddetle dayatıyor. İki teyit arasında
yakalayıp kıstıracağım, başka türlü olmayacak. Nazikçe telefonu kapatmasıyla
konuştuğu kişinin arkasından aynı volümde sövüp saymasının arasına süzülür gibi
ve azıcık hışımla arkama dönüp “kaç kişi kaldı” diye soruyorum. “Az kaldı”
diyor azıcık mahcubiyetle. Azıcıkla yetinebilecek gibi değilim. “Sizce bunu
yapmanın yeri ve zamanı burası ve şimdi mi?”. Diyemiyorum ki “Harem’e gelene
kadar servis boyunca da iş arkadaşına sedasayanvari akıllar vermeni dinledim,
yetti” diye. Yüzümdeki bu gerginlik? Hay sıçayım, gülümsüyorum. Ama işe
yarıyor. Sonraki teyit konuşmaları çok uzaktan, en arka sıradan zar zor
ulaşıyor kulağımıza. Huzur içinde kitaplarımıza dönüyoruz. Kıssadan hisse, her
şeyi de sistemden bekleyemeyiz. Şüphesiz ki o, hassasiyette seçicidir.
Gele
gele uzun boylu, ince yapılı, esmer tenli, beyaz saçlı bir adam gelip oturuyor
önümdeki sıranın koridor tarafına. Saniyeler öncesine kadar bir kadın
oturuyordu sağ koltuğunuzda bayım. Siz gelip o koltuğa oturasınız diye bilet
aldığı koltuktan kalktı, bir hemcinsinin yanındaki güvenli koltuğa geçti. Pekâlâ,
yan yana oturabilirdiniz hâlbuki. Sohbet bile edebilirdiniz kim bilir. Konuşacak
çok şey bulacaktınız belki de. Belki de. Artık bilemeyeceğiz. “Alın şu kadını
şuradan” diye çıngar çıkarmayacaktınız herhalde. Kadının da “ay ben bey yanına
oturmam” diyecek bir hali yoktu. O da benim gibi yolluysa demek. Oysa
ay-ben-bey-yanına-oturmamın kızı bundan on, on beş yıl sonra, tarihinde belki
yüz bininci kez erkekler-mars’tan-kadınlar-venüs’ten geyiği yapan bir kadın
dergisini kıkırdayarak okuyacak. Hâlbuki Mars-Venüs dediğin otobüsle iki saat
be abilerim ablalarım.
8 Ocak 2015 Perşembe
On Something Called Liberty
Hukuk sosyolojisi dersi için yazdığım ödevi buldum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile TCK'nın ifade özgürlüğü ile ilgili maddelerini karşılaştırmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bu başlık altında verdiği kararları incelemiş ve John Stuart Mill'in 1859 tarihli "On Liberty" kitabından bolca alıntı yapmışım. Ödevin İngilizcesi pek parlak olmadığı ve takip etmesi zor bir yapısı olduğu için tamamını paylaşmaktan vazgeçtim, kendisini iyi niyetli bir çaba olarak tarihin karanlığına gömülmek üzere bırakıyorum. Yalnız kullandığım alıntıları cımbızla çekip şuraya bırakmak isterim.
He evidently opposes the tyranny of the majority by
saying that “[i]f all mankind minus one, were of one opinion, and only one
person were of the contrary opinion”, the former would be no more justified to
silence the latter, than the latter would, if s/he had the power to silence the
former (20: 1989).
Experience, according to Mill, is not sufficient
for reaching truth, interpretation of the experience is as crucial indeed.
“Strange that they should imagine that they are not
assuming infallibility, when they acknowledge that there should be free
discussion on all subjects which can possibly be doubtful, but think that some particular principle or doctrine
should be forbidden to be questioned because it is so certain, that is, because they
are certain that it is certain” (25: 1989).
Blasphemy turns out to be a keyword
here, because a considerable majority of the untouchable issues are somehow
attributed sanctity. I am of the same opinion with Mill who happens to “condemn
the immorality and impiety of an opinion” (26: 1989). Going further, he points
out the fact that Christ had been considered to be a blasphemer himself. I suspect
if this signifies anything for a believer.
As John Stuart Mill puts it, “[o]ur merely social
intolerance kills no one, roots out no opinions, but induces men to disguise
them, or to abstain from any active effort for their diffusion” (34:1989). As a
result, most of the damage is actually made to those who could benefit from
such ‘perilous’ views rather than those who are made to be paid for holding
them. “There have been, and may again be, great individual thinkers, in a
general atmosphere of mental slavery. But there never has been, nor ever will
be, in that atmosphere, an intellectually active people” (36:1989).
Mill says “[n]o one can be a great thinker who does
not recognise, that as a thinker it is his first duty to follow his intellect
to whatever conclusions it may lead” (36:1989).
Ödevin sonunda, Avrupa'nın da bu hususta sütten çıkma ak kaşık olmadığını söylüyorum. Hatta bu dersi bugün alıyor olsaydım doğrudan "The Right to Blasphemy" başlıklı bir ödev hazırlardım. Bunu yaşam sayarsak, sonrasında fazla yaşamazdım herhalde.
Ödevin sonunda, Avrupa'nın da bu hususta sütten çıkma ak kaşık olmadığını söylüyorum. Hatta bu dersi bugün alıyor olsaydım doğrudan "The Right to Blasphemy" başlıklı bir ödev hazırlardım. Bunu yaşam sayarsak, sonrasında fazla yaşamazdım herhalde.
7 Ocak 2015 Çarşamba
Ozymandias amid the Snow
Tipi, aralıklarla bütün gün sürdü. İstanbul'da beyaz göründü.
Sonra Paris'te Charlie Hebdo'ya yapılan saldırının haberi geldi.
Halihazırda kırılgan olan dikkatim hepten terk etti beni. Gözlerim dolup dolup boşaldı sinirden.
Bilgisayarın başından kalkıp pencereye gittim. Tipi dinmişti biraz. Boğaz tarafındaki çatının üzerinden güneş batıyordu yavruağzı. Gücünü pek fazla kaybetmemiş olan rüzgar küçük kuru karları havalandırıyordu çatıdan.
Liseye gittim. Mrs. Petkau'nın edebiyat dersinde Ozymandias'ı okuyup satır satır çözümlediğimiz saate (fırsat eşitsizliği). Şiiri sil baştan çözümleyecek değilim burada, ne gerek var. Diyeceğim, ilk okuduğumda bir görüntü canlanmıştı gözümde: Uçsuz bucaksız, sarı sıcak bir çölde esen kavurucu rüzgar ve o rüzgarın öbek halinde havalandırdığı kumlar. Bir de tabi o kumların arasında haşmetli Ozymandias'tan geri kalanlar.
4 Ocak 2015 Pazar
Köşe Takımına Sıkışıp Kalmak
İnternet günlerdir kesik. Çalışma
yapıyorlarmış. Onlar çalışma yaptığı için ben çalışamıyorum. Kitlendim kaldım.
Cep telefonum bozulduğunda Umut’un kullanmam için verdiği telefonu da bozdum.
Ev telefonu da aynı gün son nefesini verince ve internet çalışması da aynı gün
başlayınca dış dünyayla tüm bağlantılarımın koptuğu anlar yaşadım. Yadırgadığım
bir panik duydum. Tam giyinmiş telefon almaya çıkacakken başında motosiklet
kaskı, çantasında kardeşinin eski cep telefonuyla Umut geldi. Böylece dış
dünyadan tamamen kopuk olduğum kısa süre de sona erdi. Telefon rehberim
görünmese de arama yapabileceğim ve görece daha verimli biçimde
aranabileceğim telefon haricinde evdeki bilanço pek parlak sayılmaz. Televizyon
aylardır çalışmıyor. Ev telefonu ses vermiyor. İnternet yok. Ve işin doğrusu,
telefonları bozan bir manyetik alanım olduğuna inanmak üzereyim.
Umut şirkete gidince ev
sessizleşti. Zaten pek fazla konuşmadığımız bir gündü. Kahvaltı bulaşıklarıyla
uğraşırken müzik açtım biraz, işim bitince kapattım. Müziksiz ev işi
yapamıyorum. Mümkünse sözlerine eşlik edebileceğim bir şey olmalı. Ne bileyim,
Ali Desidero gibi. Böylece kendimi “iş yapma” duygusundan bir bakıma soyutluyor
olmalıyım.
Mutfakta işim bittiğinde
internet hâlâ kesikti. Oysa bugün çeviride birkaç sayfa da olsa ilerlemek
istiyordum. Aylık hedefimin yine gerisine düştüğüm için yine tedirginim. Ne
yapacağım konusunda uzun bir an bocaladım. Galiba o sırada yağmur hızını
arttırdı. Pencereye yanaşıp dışarı baktım. Barbaros Bulvarı’nın görebildiğim
kesiti renkli ışıklar içinde, yağmurdan ıslanan yollar da ışıkları ikiye
katlıyor. Işıklı yolları gölgeleyerek geçen insan siluetlerine takıldı gözüm.
Bağlantım kopunca paniklediğim dış dünyaya fiziksel olarak en çok yaklaştığım
an buydu. Yine geri çekilip sığınağıma döndüm sonra. Birlikte aldığımız
tavandan aydınlatmalı lambanın altındaki koltuğa dertop vaziyette oturup
üzerime de küçük battaniyeyi çektim. İkili lambanın boynu bükük küçük lambasını
açtım, âdet edindiğim üzere süründürdüğüm kitabı açıp okumaya başladım. Richard
Sennett’ın Karakter Aşınması. İyi ki
daha önce okumamışım diye sevindim. Anlamlandırabilmek için biraz iş deneyimi
gerekiyormuş. Yağmurun sesi bile dikkatimi dağıtmaya yetiyor bazen.
İnternetsiz yapabileceğim
şeyler arasında bilgisayardan film izlemek de var. Özellikle Bisiklet Hırsızları’nı daha fazla
gecikmeden izlemek istiyorum artık ama duygusal ağırlığı gözümü korkutuyor. Hem
bu keyfi tek başıma değil paylaşarak yaşamak istiyorum. Dün gece de Fritz Lang’ın
M’ini izledik. Ondan sonra yeniden
birlikte film izlemeye ikna edebilir miyim emin değilim. Gerçi Leni’nin Nazi
propaganda filminden sonra acıya dayanıklılık eşiğini epey yükselttiğine
inanıyorum. Lang’ın da hakkını yemeyeyim, benim beklentilerim biraz yüksekten
düştü o kadar. Yoksa Peter Lorre’ye, Lang’ın tekniğine filan bir diyeceğim yok.
Senaryo ve repliklerde bir havadalık var gibi geldi. Sinema tarihi çeviriyorum
diye kendimi kaptırıp uzman kesilirmişim! Ve kitabın daha yalnızca
yarısındayım.
Peter Lorre, M (1931) |
Bir daha altı yüz sayfalık
kitap çevirisi almamalıyım ama zekâma güvenmiyorum, yine alıp kendimi
süründürebilirim. İki yüz elli sayfa sınırı koymalıyım mesela kendime. “Bu
işten para kazanmayı düşünmüyorsun herhalde” diye yüzüme gülen yayınevi
çalışanının yüz ifadesini, ses tonunu, bakışını hatırlamalıyım. Emeğinin
karşılığını almak istemenin ahmaklık, budalalık sayıldığı bir emek piyasası bu.
Bir buçuk yıl önce istifa mektubumu takdim ettiğim şirkete girerken çalışma
saatlerinin 10.00-18.00 olduğunun söylenmesi geliyor aklıma. Eşit derecede
acımasız olsa da yayınevi en azından dürüst. Daha işe başlarken bunun bir hayır
işi, bir idealistlik olduğu belli. Yersen. Yedim. Sonrası konusunda şüphelerim
var.
Aslında tek düşünebildiğim “sonrası”.
Bu kitabı teslim ettikten sonra ne olacak, ne yapacağım? Değil yazmak, düşünmek
bile canımı sıkıyor, hatta canımı acıtıyor artık. Bu işten para kazanmamanın
şahsi beceriksizliğim olduğunu düşünmüştüm. Bu en azından genele dair daha
iyimser bir tablo çiziyordu ama maalesef öyle değilmiş. Tıpkı yoksulluk gibi
(ve aslında gerçekten de yoksulluktan pek uzak değil) bu da şahsi bir
yetersizlik değil yapısal bir sorun, bir sistem sorunu. Ben; emeğim ne kadar
değersizleştirilse, itibarsızlaştırılsa da ve vasıflıyken vasıfsız gibi
hissettirilip özsaygımı yitirmeye zorlansam da, gerçekte, yeni kapitalist
sistemin çiğneyip tükürdüğü yüz binlerce milyonlarca insandan yalnızca biriyim. Ailemin
zamanında oluşturmuş olduğu mütevazı birikime sırtımı yaslamış, buna rağmen
beklentilerimin, hayallerimin, isteklerimin çok altında bir yaşam standardına
demir atmış halde, kitap çevirisi gibi –allah kahretsin ki zevk aldığım- bir
hayır işi yapabiliyorum. Öte yandan, bunun kalıcı bir durum olamayacağı açık.
Çeviri bittiğinde yazmak
için kendime zaman ayırabilecek miyim? Yine tam zamanlı bir pazar araştırma
işine mi gireceğim? Proje bazlı araştırma işleri ve kitap dışı çeviri işlerinde
iyi kötü bir süreklilik yakalamayı başarabilirsem yaşam standardımı biraz olsun
yükseltebilir miyim? Yegâne hayatımın keyfine biraz daha varabilir miyim?
Kitabın teslim tarihine ertelediğim bir yığın kaygım var ama “erteledim”
demekle bir çekmeceye girip orada uslu uslu, sessizce beklemiyorlar ki. Zihnimin
gerisinde sürekli bunlar dönüyor, döndükçe de büyüyüp derinleşiyorlar. Akıl
sağlığımı kitabın, kitapların, aslında okuduğum her şeyin beni beslemesine
borçluyum. Bir de televizyonumun bozuk olmasına.
Bu manasız yazıyı komik bir
önemsiz bilgiyle bitireyim mi? Çevirisi sekiz ay süren yaklaşık altı yüz
sayfalık kitabın karşılığında alacağım parayla salona bir köşe takımı
alabileceğim, hepsi bu. Yaşamımın sekiz ayının karşılığı bir köşe takımı. Şu an
söyleyebileceğim daha gerçek bir şey aklıma gelmiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)