30 Ocak 2015 Cuma

Sarahaten

Aşiyan'ı yuva belleme sebebim şarkı. Sözlerinde hep bir gel beni dramatize et çağrısı duymuşumdur. Metin Akpınar bu çağrının hakkını vermiş. 



24 Ocak 2015 Cumartesi

bi siktirin gidin rica ederim


hani bazen oturup üşenmeden, öfkemizi yeterince soğuttuktan sonra tabi, olanca soğukkanlı analitikliğimizle, zaman zaman tutukluk yapsalar bile iş gören yadigar kavramsal araç gereçlerimizle, kutsal tanımayan eleştirelliğimizle, ne kadar post'lasak da "aklıselim" sahibi modernist rasyonalitemizle, kimseye açıktan yamuk yapmamaya azami özen göstererek, sakin sakin, eli yüzü düzgün, kimi zaman üç satırı geçse de grameri imlası yakışıklı cümleler kuruyor, bunları birbirine bitiştirip paragraflar oluşturuyor ve "çok mu uzun oldu, okunmaz mı" endişesiyle yayımlıyoruz ya... hah. işte bu bana çok saçma gelmeye başladı. absürt bir distopyada anlamlı bir iki kelam etmek için çırpınmak anlamını git gide yitiriyor. ne anlamı, hangi zemin. seviyemize sokayım arkadaş. atom fiziğini bilemem ama lanet olsun entelektüelliğe. atıyorum, yıllarını veriyorsun mesela. ister akademik, ister akademi dışı. sosyolojiden giriyor, siyaset biliminden çıkıyorsun. seçim barajı diyorsun, demokrasi diyorsun, temsil diyorsun, adalet diyorsun. lan en basitinden hak diyorsun, saygı diyorsun lan. binlerce sayfa dolusu fikir tepişiyor aklında, onları hale yola sokup anlatıyorsun derdini. adamsa orada gözünün önünde sıfır utanma, ultra pişkinlikle kedi diyor, girdi diyor. kedi diyor ya. ben atlatamadım hâlâ bu kedi travmasını. kedi dedi lan adam. yani demem o ki, hep beraber sigaraya yeniden başlasak bile nefesimizi daha yerinde tüketmiş oluruz. onca emekten süzülen kelamın yerine şöyle uzunca bir "eeeh" çektikten sonra ağız dolusu "bi siktir git lan!" desek kafidir kanımca. yetmiş iki punto. bold. siyah. times new roman. sonda, sayısı opsiyonel ünlem işareti. bu hiçbir şey. gerçekten. içimden geçen küfürleri dile getirsem kaptan hadok yanımda staja başlar. öyle.  





21 Ocak 2015 Çarşamba

The Big Screen

Hayatımın yaklaşık bir yılını adamak suretiyle ve de zaman zaman yüzümde bir gülümsemeyle çevirmekte olduğum kitap ve tonton yazarı, film eleştirmeni David Thompson. 

16 Ocak 2015 Cuma

Şehirlerarası

Tam bir sanayi şehri olduğu yetmiyormuş gibi kapalı ve soğuk Ocak günü de bütün şehrin üzerine kül serpmiş. Eski garajdaki tek tük insan, tek tük hayvan ve tek tük otobüs ölü gibi hareket ediyor. İnce bir buz, hayır hayır, ince bir kül tabakası kaplamış gibi üzerlerini. Bakışları, duruşları, hatta otobüse koşuşları bile donuk.

Cam kenarındaki koltuğumdan donuk bakışlarla bu donukluğu izliyorum. Buna kamuflaj da diyebiliriz. Acentelerin sıralandığı tek katlı köhne binaya girecekmiş gibi duran otobüsümüzün sağ cephesine burnunu vermiş bir taksi yolcu indiriyor. Onu gördüğü halde bir başka otobüs yağ gibi aramıza süzülünce taksi çaresiz geriye doğru birkaç adım atıyor. Burası şehirlerarası otobüslerin ülkesi, geri kalan herkes haddini bilecek. Yolcu getirerek otobüsleri besliyor olabilirsin, yine de fazla sokmayacaksın burnunu, tekerleğini denk alacaksın sarı.

Acentelerin önünde, çatının altında kalacak şekilde tek sıra dizilmiş sabit masa sandalyelerden birinin altındaki kedi çekmiş dikkatimi. Dikkatimi ne ara çektiğine dikkat etmedim, her şeye de ben dikkat edemem ki. Öyle bir an, kediyi izlerken buldum sadece kendimi. Bir sandalyenin altında konuşlanmış, ön bacakları yere dik, götünü yere koymuş takılan inek desenli bir kedi. Koymuş koymasına da bir rahatsız, bir huzursuz gibi. Bakışları ileriye sabitlenmiş götünü bir kaldırıyor, bir indiriyor. Sade o da değil, o sırt bir sivriliyor bir düzeliyor. Bakışlarının gittiği yolu izledim, epey uzakta ne yapacağına karar vermeye çalışan mütereddit bir köpek dikiliyor ayakta. O da küllenmiş belli. Bu yöne iki adım atıyor, kedi dikeliyor. Duruyor, duruyor, o yöne iki adım atınca ineğin götü rahat yer görüyor. Neredeyse karşı takım kalesi uzaklıktaki itin keyfine kedi telef oluyor burada. Yeter artık, bitsin bu zulüm. Bir de nasıl sevimli piç. Hafif irice, biraz da kabarık tüylü bir şey. Sık gördüğümüz sokak köpeklerinden farklı bir tipi var. Orijinal it. Kediyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama görse de muhatap alacak bir mizacı yok gibi görünüyor. Bıkkın hareketlerle ilerleyip binanın arkasında gözden kayboluyor. Kedide bir rahatlama, bende bir can sıkıntısı hâsıl oluyor. İnsan ne hain şey. İki kovalamaca olsa gülüp eğleneceğim demek. Hayvan.

Şu kadın, şu ellerini arkasında kavuşturmuş işsiz muhtar tipli adamın önünden geçecek on saniye sonra. Adam dümdüz önüne bakıyor ama o da farkında olacakların. Adam, kadın, ben üçümüz de farkındayız yazgımızın. On saniye içinde iddiaya tutuşuyorum kendimle. Var mısın yüz lirasına? Bakacak. Ne yüzü be, koy bir binlik. O kadar param yok ama adımdan iyi biliyorum bakacağını. Kadın önünden geçerken hiç oralı olmuyor adam. Rahat geçsin diye bir adım geriye gitme zahmetine bile katlanmıyor, öyle kayıtsız. Fakat kadının geçmesiyle birlikte kadının gittiği yöne doğru yavaşça dönüyor kafası. O götü görmek zorunda, görmeli. Uçlan bakalım binliği. Bak hâlâ alamadı gözümü. Huoop. 

Yanımıza süzülen otobüs gitmiş. Onun ötesindeki de geri geri giderken beyaz saçlı hâkim abi maestro gibi durduruveriyor otobüsü. Yolcu gelecek, dur. Gencecik, gürbüzce bir oğlanın elinden küçük, iş görür bir buzdolabı ebadındaki valizini kapıp koşar gibi bir dans yaparak otobüse gidiyor. Oğlan biletini alacak. Otobüs yolcuları bekliyor. Ah Ayhan Işık.
Beyaz saçlı abi fena. Burası birbirine girmiyorsa onun yüzü suyu hürmetine. Bazen ellerini bile kullanmıyor şoförle anlaşırken. Göz kırptı işte. Gülücük mü o ağzının kenarındaki? Altmışlarında var sanki. İyi bakmış kendine. Göbeksiz, beyaz meyaz ama saçlar tam kadro yerli yerinde. Azıcık uzun, geriye doğru taranmış. Dede olmuş hâlâ çalışıyor. Maestroluktan kazandığıyla pazardan oyuncak alıyordur torunlara. Yok yok, daha yalnız bir tanecik torunu var. Kızındandır o da. Yirmisinde evlenince tabi. Oğlan nazlı. Askerden döneli yıl oluyor, ses seda yok hâlâ. Babasına çekmiş tabi, hiç evlenir mi o saçlarla. Geri geri ayrılıyoruz eski garajdan. Dede sen daha çok beklersin oğlanın evlenmesini. Üzülme be, safi masraf zaten bu işler. Hele azıcık belini doğrult. Daha genç nasolsa.

Şehirden çıkmadan önce son durak yazıhane. Otobüsün sağ arkasında, cam kenarlarına sıralanmışız üç kadın. Cam kenarı yok mu diye sormasam az daha koridor veriyordu bilet satan kadın. Erkek yanına oturamadığımız gibi kız başımıza arkalara oturmak da hoş karşılanmıyor. Arka koltuklar gözden ırak olduğundan her türlü ahlaksızlık dönebilir. Sakıncalı. Bence sakıncası yok. Otuz sekiz uygun. Yolluyum çünkü ben. Yola çıkıyorum. Romantik bir kişiyim. Elli bin tane şey düşüneceğim pencereden küllenmiş şehre bakarken. İşim gücüm var benim. Ver sen o koltuğu bana. Kendimi koruyabilirim, kurda kuşa yem etmem apış aramı, pardon, namusumu.

Yazıhane önündeki bekleyiş sürdükçe sürüyor. Bizim otobüs gelince bir kısım yolcu hareketlendi ama çoğunluğun beklediği gemi bu değil. Dar beyaz eşofmanlı, beyaz tenli, siyaha boyalı saçları gelişigüzel topuzlu incecik bir kız. Nerenden çıkardın o pusetteki çocuğu. Yüzü nasıl da benziyor yalnız. Bir elinde kocaman beyaz telefonu, puseti dar alanda bir oraya bir buraya sürüyor. Çocuk halinden memnun tabi. Ara ara küçük ağzını ardına kadar açıp tembelce esniyor. Tembelce esneyecek tabi, işi ne? Madenden kömür mü çıkarsın çocuk. Birkaç sene sonra o da olur. Çocuğu pusetten aldı, tek koluyla kucağında tutmaya çalışırken diğer eliyle puseti katlayıp taşınabilir hale getirmeye çalışıyor. Telef oldu kadın. Çocuk düşüverecek diye ödüm patlıyor. Şeytan diyor inip yardım et. Şeytanın iş tanımı da epey değişmiş görmeyeli. Sürüyle insan var yanında yöresinde ama herkes acı çekişini izliyor mal gibi.

Muavin ince bir telaşla koridora geldi, doğrudan olmamakla birlikte anlaşılabilecek şekilde bize hitap ediyor: “Bayanlara cam kenarı sattığımız için baylara satış yapamıyoruz. Bir yardımcı olsanız. Siz şöyle gelseniz hanımın yanına?” Arkamdaki kadın sıfırdan sinirle söylenmeye üç saniyede geçiyor. “Çok eşyam var benim, zor yerleştim zaten.” Onun önünde ben, benim de önümde başka bir kadın. İçimizden biri bir kahramanlık edecek ama muavin gözlerini dikip yanlış kabloyu kesti. Dalga dalga sinir yayılıyor arkamdan doğru. Çantalarından birini muavine uzatıyor kadın: “Al, teker teker yardım edeceksin taşımama.” Daha eli havadayken sinir dalgaları önümdeki kadına ulaşmış olacak, “ben geçerim” diyor sükûnetle. Kalktıktan sonra soruyor nereye diye. Muavin oralı değil, serbest kalan koltuk numaralarını yazıhaneye bildirmekle meşgul. “Arkamdaki hanımefendinin yanı” diyerek belli belirsiz bir baş hareketiyle arkamı gösteriyorum.

Sizin kaçgöçünüz için kılımı kıpırdatmam, ne kıpırdatacağım. Üç cam kenarında üç kadınız. Üç tane boş koltuk var yanımızda. Altı koltuk, üç insan. Yani üç insanlık daha yer var oturacak. “Ben rahatsız olmam” diyeceğim, gözler bana dönecek, adım gibi biliyorum. Hem “orospu” olacağım, hem de bir boka yaramayacak çünkü “sistem vermiyor” diyecek muavin. Sistem benim kadar orospu değil demek ki muavinciğim. Sistem müşteri kaybetmeyi göze alacak kadar namuslu. Sistemin gözünde kadın-erkek yok zaten, bay-bayan var. Öyle kibar, öyle efendi. Efendi tabi, sistem erkek. Kadın olsa kancık olur. Sistem efendi benim istememe gerek kalmadan beni korur. Küçük beynimle düşünmek zorunda bırakmaz beni. Şüphesiz ki sistemin bizimkine üstün bir ahlakı vardır. Bugün bir genel ahlak kolay yetişmiyor sonuçta.

Sistem keşke toplu taşıma araçlarının telefon kulübesi gibi kullanılmasına da bir el atsa. Son ses çalan telefonlarını açıp bağıra çağıra konuşan bir otobüs dolusu insanla aynı otobüse tıkılıp kalmış, kapana kısılmış halde geldim gelirken. Önümdeki çocuk kız arkadaşıyla geyik yapıyor. Sağ çaprazımda, arkada oturan ablanın kayınpederi “çıkma” dendiği halde evden çıkmış, evi bulamıyor şimdi. Nerede olduğunu bile bilemiyor adamcağız. Panikle gelinini arıyor “ben evi bulamıyorum” diye. Kulaklar da zor işitiyor. Türbanlı, pardösülü abla bağıra bağıra dert anlatmaya çalışıyor adama. İşi zor. Bizim de öyle. En fenası tam arkamda oturan kız. Kodaman bir abinin vereceği yemeği organize etmekle yükümlü. Otuz davetlinin gelip gelmeyeceğini teker teker arayıp teyit etmesi gerekiyor. Bunun için şehirlerarası otobüsten daha uygun bir yer aklına gelmiyor. Bir iki beş derken yemeğin yerini, tarihini, saatini, yemeği düzenleyenin adını sanını, kızın adını soyadını telefon numarasını ezberliyorum. Dört koltuk yarıçapında herkes cinnet geçirmek üzere ama kimsenin de gıkı çıkmıyor.

Yanımdaki türbanlı, pardösülü kız on beş yaşlarında, solgun, incecik bir dala benziyor. Kucağında şeriatla ilgili ince bir kitap. Benim kucağımda da aynı incelikte bir Foucault. Aynı teyit cümlelerini yüksek volümde on beşinci kez duyunca aynı anda sinirle kitapları kapatıveriyoruz. Kız şeriat okuyamıyor, ben Foucault okuyamıyorum. Neticede okuyamıyoruz. Dinlemek istemediğimiz bir sese maruz kalıyoruz. Ne söylediğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğimiz ve fiziksel olarak kaçma şansımız bulunmayan ses bize kendisini şiddetle dayatıyor. İki teyit arasında yakalayıp kıstıracağım, başka türlü olmayacak. Nazikçe telefonu kapatmasıyla konuştuğu kişinin arkasından aynı volümde sövüp saymasının arasına süzülür gibi ve azıcık hışımla arkama dönüp “kaç kişi kaldı” diye soruyorum. “Az kaldı” diyor azıcık mahcubiyetle. Azıcıkla yetinebilecek gibi değilim. “Sizce bunu yapmanın yeri ve zamanı burası ve şimdi mi?”. Diyemiyorum ki “Harem’e gelene kadar servis boyunca da iş arkadaşına sedasayanvari akıllar vermeni dinledim, yetti” diye. Yüzümdeki bu gerginlik? Hay sıçayım, gülümsüyorum. Ama işe yarıyor. Sonraki teyit konuşmaları çok uzaktan, en arka sıradan zar zor ulaşıyor kulağımıza. Huzur içinde kitaplarımıza dönüyoruz. Kıssadan hisse, her şeyi de sistemden bekleyemeyiz. Şüphesiz ki o, hassasiyette seçicidir.

Gele gele uzun boylu, ince yapılı, esmer tenli, beyaz saçlı bir adam gelip oturuyor önümdeki sıranın koridor tarafına. Saniyeler öncesine kadar bir kadın oturuyordu sağ koltuğunuzda bayım. Siz gelip o koltuğa oturasınız diye bilet aldığı koltuktan kalktı, bir hemcinsinin yanındaki güvenli koltuğa geçti. Pekâlâ, yan yana oturabilirdiniz hâlbuki. Sohbet bile edebilirdiniz kim bilir. Konuşacak çok şey bulacaktınız belki de. Belki de. Artık bilemeyeceğiz. “Alın şu kadını şuradan” diye çıngar çıkarmayacaktınız herhalde. Kadının da “ay ben bey yanına oturmam” diyecek bir hali yoktu. O da benim gibi yolluysa demek. Oysa ay-ben-bey-yanına-oturmamın kızı bundan on, on beş yıl sonra, tarihinde belki yüz bininci kez erkekler-mars’tan-kadınlar-venüs’ten geyiği yapan bir kadın dergisini kıkırdayarak okuyacak. Hâlbuki Mars-Venüs dediğin otobüsle iki saat be abilerim ablalarım.

                

8 Ocak 2015 Perşembe

On Something Called Liberty

Hukuk sosyolojisi dersi için yazdığım ödevi buldum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile TCK'nın ifade özgürlüğü ile ilgili maddelerini karşılaştırmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bu başlık altında verdiği kararları incelemiş ve John Stuart Mill'in 1859 tarihli "On Liberty" kitabından bolca alıntı yapmışım. Ödevin İngilizcesi pek parlak olmadığı ve takip etmesi zor bir yapısı olduğu için tamamını paylaşmaktan vazgeçtim, kendisini iyi niyetli bir çaba olarak tarihin karanlığına gömülmek üzere bırakıyorum. Yalnız kullandığım alıntıları cımbızla çekip şuraya bırakmak isterim. 

He evidently opposes the tyranny of the majority by saying that “[i]f all mankind minus one, were of one opinion, and only one person were of the contrary opinion”, the former would be no more justified to silence the latter, than the latter would, if s/he had the power to silence the former (20: 1989).

Experience, according to Mill, is not sufficient for reaching truth, interpretation of the experience is as crucial indeed.

“Strange that they should imagine that they are not assuming infallibility, when they acknowledge that there should be free discussion on all subjects which can possibly be doubtful, but think that some particular principle or doctrine should be forbidden to be questioned because it is so certain, that is, because they are certain that it is certain” (25: 1989).

Blasphemy turns out to be a keyword here, because a considerable majority of the untouchable issues are somehow attributed sanctity. I am of the same opinion with Mill who happens to “condemn the immorality and impiety of an opinion” (26: 1989). Going further, he points out the fact that Christ had been considered to be a blasphemer himself. I suspect if this signifies anything for a believer.

As John Stuart Mill puts it, “[o]ur merely social intolerance kills no one, roots out no opinions, but induces men to disguise them, or to abstain from any active effort for their diffusion” (34:1989). As a result, most of the damage is actually made to those who could benefit from such ‘perilous’ views rather than those who are made to be paid for holding them. “There have been, and may again be, great individual thinkers, in a general atmosphere of mental slavery. But there never has been, nor ever will be, in that atmosphere, an intellectually active people” (36:1989).

Mill says “[n]o one can be a great thinker who does not recognise, that as a thinker it is his first duty to follow his intellect to whatever conclusions it may lead” (36:1989).

Ödevin sonunda, Avrupa'nın da bu hususta sütten çıkma ak kaşık olmadığını söylüyorum. Hatta bu dersi bugün alıyor olsaydım doğrudan "The Right to Blasphemy" başlıklı bir ödev hazırlardım. Bunu yaşam sayarsak, sonrasında fazla yaşamazdım herhalde. 



7 Ocak 2015 Çarşamba

Ozymandias amid the Snow

Tipi, aralıklarla bütün gün sürdü. İstanbul'da beyaz göründü.
Sonra Paris'te Charlie Hebdo'ya yapılan saldırının haberi geldi. 
Halihazırda kırılgan olan dikkatim hepten terk etti beni. Gözlerim dolup dolup boşaldı sinirden.
Bilgisayarın başından kalkıp pencereye gittim. Tipi dinmişti biraz. Boğaz tarafındaki çatının üzerinden güneş batıyordu yavruağzı. Gücünü pek fazla kaybetmemiş olan rüzgar küçük kuru karları havalandırıyordu çatıdan. 
Liseye gittim. Mrs. Petkau'nın edebiyat dersinde Ozymandias'ı okuyup satır satır çözümlediğimiz saate (fırsat eşitsizliği). Şiiri sil baştan çözümleyecek değilim burada, ne gerek var. Diyeceğim, ilk okuduğumda bir görüntü canlanmıştı gözümde: Uçsuz bucaksız, sarı sıcak bir çölde esen kavurucu rüzgar ve o rüzgarın öbek halinde havalandırdığı kumlar. Bir de tabi o kumların arasında haşmetli Ozymandias'tan geri kalanlar. 


4 Ocak 2015 Pazar

Köşe Takımına Sıkışıp Kalmak

İnternet günlerdir kesik. Çalışma yapıyorlarmış. Onlar çalışma yaptığı için ben çalışamıyorum. Kitlendim kaldım. Cep telefonum bozulduğunda Umut’un kullanmam için verdiği telefonu da bozdum. Ev telefonu da aynı gün son nefesini verince ve internet çalışması da aynı gün başlayınca dış dünyayla tüm bağlantılarımın koptuğu anlar yaşadım. Yadırgadığım bir panik duydum. Tam giyinmiş telefon almaya çıkacakken başında motosiklet kaskı, çantasında kardeşinin eski cep telefonuyla Umut geldi. Böylece dış dünyadan tamamen kopuk olduğum kısa süre de sona erdi. Telefon rehberim görünmese de arama yapabileceğim ve görece daha verimli biçimde aranabileceğim telefon haricinde evdeki bilanço pek parlak sayılmaz. Televizyon aylardır çalışmıyor. Ev telefonu ses vermiyor. İnternet yok. Ve işin doğrusu, telefonları bozan bir manyetik alanım olduğuna inanmak üzereyim.

Umut şirkete gidince ev sessizleşti. Zaten pek fazla konuşmadığımız bir gündü. Kahvaltı bulaşıklarıyla uğraşırken müzik açtım biraz, işim bitince kapattım. Müziksiz ev işi yapamıyorum. Mümkünse sözlerine eşlik edebileceğim bir şey olmalı. Ne bileyim, Ali Desidero gibi. Böylece kendimi “iş yapma” duygusundan bir bakıma soyutluyor olmalıyım.

Mutfakta işim bittiğinde internet hâlâ kesikti. Oysa bugün çeviride birkaç sayfa da olsa ilerlemek istiyordum. Aylık hedefimin yine gerisine düştüğüm için yine tedirginim. Ne yapacağım konusunda uzun bir an bocaladım. Galiba o sırada yağmur hızını arttırdı. Pencereye yanaşıp dışarı baktım. Barbaros Bulvarı’nın görebildiğim kesiti renkli ışıklar içinde, yağmurdan ıslanan yollar da ışıkları ikiye katlıyor. Işıklı yolları gölgeleyerek geçen insan siluetlerine takıldı gözüm. Bağlantım kopunca paniklediğim dış dünyaya fiziksel olarak en çok yaklaştığım an buydu. Yine geri çekilip sığınağıma döndüm sonra. Birlikte aldığımız tavandan aydınlatmalı lambanın altındaki koltuğa dertop vaziyette oturup üzerime de küçük battaniyeyi çektim. İkili lambanın boynu bükük küçük lambasını açtım, âdet edindiğim üzere süründürdüğüm kitabı açıp okumaya başladım. Richard Sennett’ın Karakter Aşınması. İyi ki daha önce okumamışım diye sevindim. Anlamlandırabilmek için biraz iş deneyimi gerekiyormuş. Yağmurun sesi bile dikkatimi dağıtmaya yetiyor bazen.

İnternetsiz yapabileceğim şeyler arasında bilgisayardan film izlemek de var. Özellikle Bisiklet Hırsızları’nı daha fazla gecikmeden izlemek istiyorum artık ama duygusal ağırlığı gözümü korkutuyor. Hem bu keyfi tek başıma değil paylaşarak yaşamak istiyorum. Dün gece de Fritz Lang’ın M’ini izledik. Ondan sonra yeniden birlikte film izlemeye ikna edebilir miyim emin değilim. Gerçi Leni’nin Nazi propaganda filminden sonra acıya dayanıklılık eşiğini epey yükselttiğine inanıyorum. Lang’ın da hakkını yemeyeyim, benim beklentilerim biraz yüksekten düştü o kadar. Yoksa Peter Lorre’ye, Lang’ın tekniğine filan bir diyeceğim yok. Senaryo ve repliklerde bir havadalık var gibi geldi. Sinema tarihi çeviriyorum diye kendimi kaptırıp uzman kesilirmişim! Ve kitabın daha yalnızca yarısındayım.

Peter Lorre, M (1931)

Bir daha altı yüz sayfalık kitap çevirisi almamalıyım ama zekâma güvenmiyorum, yine alıp kendimi süründürebilirim. İki yüz elli sayfa sınırı koymalıyım mesela kendime. “Bu işten para kazanmayı düşünmüyorsun herhalde” diye yüzüme gülen yayınevi çalışanının yüz ifadesini, ses tonunu, bakışını hatırlamalıyım. Emeğinin karşılığını almak istemenin ahmaklık, budalalık sayıldığı bir emek piyasası bu. Bir buçuk yıl önce istifa mektubumu takdim ettiğim şirkete girerken çalışma saatlerinin 10.00-18.00 olduğunun söylenmesi geliyor aklıma. Eşit derecede acımasız olsa da yayınevi en azından dürüst. Daha işe başlarken bunun bir hayır işi, bir idealistlik olduğu belli. Yersen. Yedim. Sonrası konusunda şüphelerim var.

Aslında tek düşünebildiğim “sonrası”. Bu kitabı teslim ettikten sonra ne olacak, ne yapacağım? Değil yazmak, düşünmek bile canımı sıkıyor, hatta canımı acıtıyor artık. Bu işten para kazanmamanın şahsi beceriksizliğim olduğunu düşünmüştüm. Bu en azından genele dair daha iyimser bir tablo çiziyordu ama maalesef öyle değilmiş. Tıpkı yoksulluk gibi (ve aslında gerçekten de yoksulluktan pek uzak değil) bu da şahsi bir yetersizlik değil yapısal bir sorun, bir sistem sorunu. Ben; emeğim ne kadar değersizleştirilse, itibarsızlaştırılsa da ve vasıflıyken vasıfsız gibi hissettirilip özsaygımı yitirmeye zorlansam da, gerçekte, yeni kapitalist sistemin çiğneyip tükürdüğü yüz binlerce milyonlarca insandan yalnızca biriyim. Ailemin zamanında oluşturmuş olduğu mütevazı birikime sırtımı yaslamış, buna rağmen beklentilerimin, hayallerimin, isteklerimin çok altında bir yaşam standardına demir atmış halde, kitap çevirisi gibi –allah kahretsin ki zevk aldığım- bir hayır işi yapabiliyorum. Öte yandan, bunun kalıcı bir durum olamayacağı açık.

Çeviri bittiğinde yazmak için kendime zaman ayırabilecek miyim? Yine tam zamanlı bir pazar araştırma işine mi gireceğim? Proje bazlı araştırma işleri ve kitap dışı çeviri işlerinde iyi kötü bir süreklilik yakalamayı başarabilirsem yaşam standardımı biraz olsun yükseltebilir miyim? Yegâne hayatımın keyfine biraz daha varabilir miyim? Kitabın teslim tarihine ertelediğim bir yığın kaygım var ama “erteledim” demekle bir çekmeceye girip orada uslu uslu, sessizce beklemiyorlar ki. Zihnimin gerisinde sürekli bunlar dönüyor, döndükçe de büyüyüp derinleşiyorlar. Akıl sağlığımı kitabın, kitapların, aslında okuduğum her şeyin beni beslemesine borçluyum. Bir de televizyonumun bozuk olmasına.

Bu manasız yazıyı komik bir önemsiz bilgiyle bitireyim mi? Çevirisi sekiz ay süren yaklaşık altı yüz sayfalık kitabın karşılığında alacağım parayla salona bir köşe takımı alabileceğim, hepsi bu. Yaşamımın sekiz ayının karşılığı bir köşe takımı. Şu an söyleyebileceğim daha gerçek bir şey aklıma gelmiyor.