14 Aralık 2020 Pazartesi

Aşiyan

4 yıl önce yarın, Beşiktaş'ta yeni açılan bir tiyatronun yer altındaki ufacık salonunda tek kişilik bir oyun izlemiş, vurulmuştum.  Oyun daha adından başlayarak inanması güç derecede kişiseldi. Geçmişim, henüz farkında olmasam da geleceğim, benliğim sahnedeydi. 

Genç bir kadın, dışarıda bir patlamaya tanık olduktan sonra kaygıya kapılmış ve evden hiç çıkmaz olmuştu. Çiçeklerini sularken onlarla konuşuyor ve pikaptan musiki dinliyordu. Bir zalimi sevmiş yanıyor, hatıralarla yaşıyordu. Kimseyle konuşmuyordu. Kurduğu aşiyan çok tanıdıktı. Kadın çok tanıdıktı. Korkunç derecede. Şimdi, daha da tanıdık. 


Her zamankinden çok o kadınım, her zamankinden çok o olmaya ihtiyacım var. Düzenli Aşiyan ziyaretlerime devam edebilseydim, o birkaç mezarın başında kimse duymadan ağlayıp içimi akıtabilseydim... En tepede, serviler ve erguvanlar arasından boğazı seyrederken o hışırtıyı dinleyebilsem; o yumuşacık esintiyi yüzümde, boynumda duyabilseydim...

Dışarıda ölümcül bir salgın var, ben hep dışarıdayım. İçeride Müjgan, asla yalnız değilim. Ne vakit, hocanın anlattığı gibi pencere kenarına kurulup bulutları kuşları izlesem ayağımın dibinde kuzum. İç çekişlerine gülüyorum ama böyle iç çekmeyi benden öğrendi sanırım. 

Sardunyalarım, taş plak cızırtısı, ağladığım filmler, beslediğim kumrular, çok sevdiğim o tütsünün kokusu, bir köpek, birkaç kitap, kırık bir sevgi; aşiyanım. 


13 Aralık 2020 Pazar

Parmak Uçlarımdaki Sardunya Kokusu

Kurumuş taç yapraklarını usulca, incitmeden çekip alıyorum ki yerine yenileri gelsin... Böylece sardunyanın kokusu siniyor parmak uçlarıma. İçime çekiyorum bu kokuyu, bu kokuya tutunuyorum. 

Günlerin getirdiği çok ağır, taşımakta zorlanıyorum. Bir lağımın içinde yaşadığımın farkına yeni varmıyorum. Üç yaşımdan beri, her gün pekişen bu bilgiyle yaşıyorum. Yüzbinlerce kadınla ortak bir suskunluğu paylaşıyorum. Kısa kesik anlarda en yakınımıza anlatıverip susmaya devam ettiğimiz bir ortaklık. Oysa hakikat sızıyor birkaç gündür. Her an, her saniye bir başka kadın cesaret bulup anlatıyor. Biliyoruz ki rafadan erkekliği inciten bu hikâyeler o koca lağımda bir damla bile değil. 

Ağır geldi. Birkaç gündür açıp bakmamaya çalışıyorum. Dışarı çıkmadım, kimseyle konuşmadım. İçmek kesmedi, kafamı dağıtmak için sürekli film izliyorum. Birkaç hafta daha böyle içime kapalı kalabilmeyi isterdim ama öyle bir lüksüm yok. İşe gitmek zorundayım. Yürümek, konuşmak, yazmak, gülümsemek zorundayım. Hiçbiri gelmiyor içimden, hiçbirine gücüm yok. 

Zoruma giden, bu anda beni anlayabilecek en son insanın göğsüne kapanıp ağlamaya ihtiyaç duymam. Taraflarımızı, tarihimizi unutarak. Çocukluğumu kırıp bırakanları saymazsak ömrümde canımı yakabilmiş, kalbimi kırabilmiş tek insana ihtiyaç duyuyorum. Yıl var ki sesini nefesini duymadığım, yüzünü görmediğim, halini bilmediğim. 

Seven de gidiyor, sevmeyen de. Herkes uzakta bir noktada buluşuyor. Yaralarım tuzum diyor. Yaralarım... yarı açık. Yanıyor ama yangısını duymamayı öğrendim. Duyarak yaşayamam.

Gözlerim doluyor. Sardunya tütüyor parmak uçlarımda.


Çok Fazla Acı Var

Bir hafta önce bir kadın Twitter üzerinden bir yazarı ifşa etti ve onu hızla diğerleri izledi. Aynı erkekle ilgili, başka erkeklerle ilgili... Erkeklik ifşa oluyor; içine doğup hayatta kalmak için uğraştığımız bu lağım, bu bok çukuru... Biraz olsun görünür kılındığı için memnunum. Yine de Twitter'ı her açtığımda gördüğüm on paylaşımın dokuzunun bir kadının ifşası olması beni güçlendirmekten ziyade yordu. Günlerdir kaçmak için elimden geleni yapıyorum. Ancak derine gömerek yaşamaya devam edebileceğim, sağlıklı bir kadın gibi davranabileceğim şeyler var. Çocukluğu sekteye uğratılan milyonlarca kadından biriyim. İfşa etmek istesem adını bile bilmiyorum. Bir tek yüzü aklımda, keşke onu da hatırlamasaydım. Çoktan ölmüş olmasından başka hiçbir şey istemiyorum. Onun ve o diğer "amca"ların... Başka çocuklara zarar veremeden geberip gitmişlerdir umarım. 

Geriye hınç bile değil, ağırlıkla bu ölgünlük kaldı. Yaşayan bir organizma olarak, ölü bir parçamı, tamamen ölene dek kendimle taşımak zorundayım. Yasını bile tutmak istemiyorum artık, anımsamak istemiyorum. Anımsamak istemesem de her zerremde izi var zaten. Bundandır ki hiçbir erkeğe güven ihtiyacıyla yaklaşmıyorum çünkü erkeklikle maluller ama bu yüzden onlara acıyacak değilim. 

Belirli bir kesimin içine doğdum. Failler hep o kesimdendi. Yine aynı kesim içinde büyüdüm, yetiştim. Kendi baş etme mekanizmalarımı geliştirdim. Doğru yanlış, iyi kötü başa çıktım, ayakta kaldım. Biri oldum. Şimdi o kesimden erkeklerin canhıraş savunmalarını, saldırılarını, pişkinliklerini işitiyorum da... Yüzlerine tükürmek istiyorum.


16 Kasım 2020 Pazartesi

Vapura Doğru

Eğer aşk yoksa, benim içimde küçücük bir kızkenden beri var olan o duygu neydi?

                                                                                                                                            Leyla Erbil


Sabahları vapura doğru yürürken, sol yanımda, karşı kıyının tepeleri üzerinden güneş doğuyor. Koşmuyorum vapura, telaşı sevmediğimden. Sakin, hatta dışarıdan bir göze vakur görünebilecek bir sükunetle arşınlıyorum iki iskele arasındaki o kısacık yolu. Hoş, vapuru ucu ucuna kaçıranlara sormak gerek kısa mı. Kimi zaman henüz motor bile kalkmamış oluyor önünden geçerken, binmiyorum. 

Güneş, vapur iskelesinin içine doğuyor. Doğmak ne kelime, yangın gibi bir ışık huzmesi derince yarıyor zemini, içerisi turuncu bir alev topuna dönüyor her sabah. Biz hep aynı insanlar hazır bulunuyoruz orada. Güneşin girdiği kapıdan çıkıp, kısa bir beraberliğin ardından kendi yollarımıza gitmek için.

Brief Encounter (1945)
Belli ki daha fazlasını isteyemeyiz bundan sonra. Doğrusu yanlışı yok. Anlam hiç yok. Tuhaf bir rahatlık var bu yoklukta, bir tür hafiflik. Yürüdüğüm yolda huzurluyum. Yürümeyi seviyorum, etrafıma bakarak yürümeyi. Serçelere, kedilere, köpeklere, bu mevsimde çınar yapraklarının rengine, doğan güneşe... Gülümsüyorum.

Ne mutlu paylaşabilmek. Paylaşmayınca? Hâlâ güzel. Hayat boktan genel olarak. O yüzden kısacık anlara yuva yapıyorum. Enkazlarını ziyaret ettiğim de oluyor sonra. Değil mi ki onlar da benim.




29 Ekim 2020 Perşembe

Büyük, Acılı Gölge

"Siz ki tek başınıza 
Aşk dediğimiz büyük, acılı gölgeyi 
Gözlerinizde taşıyarak 
Başkaları bilmesin diye 
Birbirinize olsa bile 
Anlatamadan sevgiyi 
Siz son kuşlarsınız 
Terk edilmiş, kimsesiz kuşlar 
Nasıl taşıyabilir yumuşaklığınızı dünyamız 
Yorgun ve katı avuçlarında…”


8 Temmuz 2020 Çarşamba

Hayatımın Kadını

Müjgan'ı gezdirip tam vaktinde işte olmak için sabah 6 buçukta kalkmam gerek.

Bense gece 11'de salonun bir kenarında ütü yapmakla uğraşıyorum. Elde yıkadığım çamaşırlar ancak bitti. Ütüyü kumaşın üzerinde gezdirirken Akasya Kokulu Sabahlar çalıyor. Ne severdim. Hâlâ seviyormuşum. Müjgan tam karşımda, pikabın yanındaki koltukta pamuktan bir bulut gibi kıvrılıp uyumuş. Sesimin ona ninni gibi geldiğini düşünmek istiyorum. 

Sonra birden, dışarıdan göründüğü kadar acıklı olmadığını düşündüm halimin. Hatta hiç aklıma gelmeyecek kadar iyi bir 35 yaş sürüyor olabilirim. İlk defa tohumdan sardunya yetiştiriyorum, balkondaki saksıda günbegün büyümekte. Her sabah yataktan kalktığımda ilk iş perdeyi açıp ona bakıyorum. Sonra ismiyle müsemma, dünyalar güzeli bir köpeğim var. Şarkı söylememe aldırmıyor. Bundan beş yıl önce hayal dahi edemeyeceğim bir projenin parçasıyım, çıkabilecek her türlü terslik çıkmışsa da parçasıyım ve çok şanslıyım. Gecenin bir yarısı ütü yapıyorum ama ütülediğim kendi giysilerim, bir adamın gömlekleri değil. On numara sevgilim var ve kendi hayatımın kadınıyım. Daha iyi bir 35 yaş düşleyemezdim. 


30 Haziran 2020 Salı

Kelebek Sardunya

Kulağımdan gitmeyen bir saz semaisiyle açtım gözlerimi. Uzunca bir süre kıpırdamadım. Kumruların sesini duydum sonra. Sabırsızlanıyorlardı. Kalktım, buğdaylarını verdim. Kendime de bir kahve koydum. Yeni aldığım taze toprağı, sardunya tohumlarını çıkardım balkona. O zaman gördüm yerde yatan kelebeği. Daha önce bir deniz minaresiyle karşılaştığım olmuştu balkonda ama cansız yatan bir kelebek içimi acıttı. Ölmek için mi geldin buraya? 




Aşağıdaki bahçeye atamadım, usulca aldım kenara koydum. Uzun saksıdaki toprağı içinde ömrünü tamamlamış sarı lale soğanlarıyla birlikte attım. Vaktiyle çok sevmiş olduğum, birbirini hiç tanımayan iki farklı adam farklı zamanlarda Amsterdam'a gidip bana sarı lale soğanı getirmeyi uygun görmüştü. Soğanlar saksıda birbirine karıştı, hangisi kimin bilmedim fakat birkaç bahar sevinçten uçarak izledim filizlenip açışlarını. Öyle durup seyrettim güzelliklerini, arka planda uzayıp giden gri şehrin çirkinliğine tezatlarını. Birkaç bahardır açmıyorlardı. Vakittir dedim. Sardunya rengi seçemeyip alacalı on tohum almıştım. Lalelerin eski meskenine musiki dinleye dinleye ektim onları. Can suyunu da verdikten sonra cansız kelebeğe takıldı gözüm. Aldım, toprağa kattım onu da. Ölmekle bitmesin, var olmaya devam etsin diye. 



24 Haziran 2020 Çarşamba

Sene-i devriye

Adımı hatırlıyor mu acaba? Gözlerimin alelade kahve rengini? Sanmıyorum, aklına gelecek olsam zorlanır adımı getirmekte. Oysa ben, sol göz kapağının biraz yukarısındaki beni hiç unutmadım mesela. O ben olmak ister, olamazdım.

Bir bir sayarak başladığım günler yıla tamamlandı işte. Koskoca bir yıl. Ne bir yıl önceki kadınım artık, ne de üç yıl önceki. Acılaştım. Enkaz devralmamışım, enkazlığı devralmışım. Onun hayatını yoluna koyabilmesi için benim yoldan çekilmem gerekiyormuş. 

Hatırlamak istemez beni. Hatırlarsa bir insanın başka bir insanı nasıl sevebildiğini de hatırlamak zorunda kalır. Başka kadınlar nasıl dokunuyor acaba? Onu "anlamayan, Müjganlığının farkına varmayan" insanlarla birlikte olduğunu düşünmek yüreğimi burkuyor. Kim bilir, hayalindeki kadını bulup çoktan evlenmiştir, daha ben günleri sayarken belki. Neden olmasın? Şöyle meslektaş, birlikte aynı filmleri tekrar tekrar izleyebileceği, içi dolusu ağlayabileceği, birlikte içmesi keyifli ama onun sağlığını da gözetmeyi ihmal etmeyen, "fazla" feminist olmayan, elini tutmaktan imtina etmeyeceği, uzun boylu güzel bir kadınla mesela. Düğününde Melih Kibar çalmış mıdır? "Her şey seninle güzel" iyi giderdi, tam düğün şarkısı.

Tek fotoğrafımızı ona verirken de biliyordum kolay unutacağını. "Benim aklımda kazılı, sende kalsın" demiştim. "Yapamıyorum" deyip eşyasını toplayıp gittiği gün, 24 Haziran. Eşyasını o toplamadı, hayır, ben toplayıp koymuştum çantasına. İp boğazıma geçmişken hiç değilse ayaklarımın altındaki tabureye tekmeyi kendim atmalıydım. 

Bir yıl sonunda ben, beni anlayan, Leylâlığımın farkına varan ve Leylâlığımı seven bir insanla paylaşıyorum hayatı. İçimdeki bu acılık, ayak bileğimdeki yara gibi kalıcı ve hiç geçmeyecek, anladım. Ama acıyı paylaşınca hayat biraz daha yaşanabilir oluyor, her yeni gün biraz daha az ağır. Yoldaşlıktan başka bir şey değildi zaten istediğim, iki kişilik bir insan zinciri. Onu buldum. Ve her şey geçti diye yalan söylemek zorunda bırakmıyor beni. Hiçbir şeyi saklamak zorunda değilim. Kırıldığım yerden acıyorum hâlâ, unutmuyorum. Bu sayede artık daha iyi biliyorum sevginin kıymetini. Sızı hatırlatıyor. Varsın ben unutulayım, umurumda değil. 


24 Haziran kutlu olsun. 




27 Mayıs 2020 Çarşamba

Mayıs yağmuru

Akşamüstü. Mayıs sonu. Hava kapalı, serin. Cam kenarındaki kanepede kıvrılmış kitap okurken yağmur yağmaya başladı. Kalkıp küçük bir bardağa biraz viski koydum, kanepedeki battaniyeyi omzuma alıp balkona çıktım oturdum. Yağmur hızını artırdı. Hiçbir şey düşünmeden öylece oturmaya kararlıydım. Yağmurun sesi, kokusu o kadar. Beceremedim. Caminin bahçesinden yükselen yaşlı çınar tam göz hizamda. Gözlerimi ona dikip kaldım. Biraz sonra yaşlar inmeye başladı yanaklarımdan. Gözlerimi çınardan hiç ayırmadım. Her şeyi düşünerek öylece oturdum.

Müjgan içeride sesini çıkarmıyor ama dışarı çıkmak için beni bekliyordu. Çıktık. Yağmur hızını artırdı, biz yavaşladık. Müjgan hızlı hızlı yürür normalde, tazılık. Bu defa ikimiz iki yaşlı gibi ağır ağır çıktık yokuşu, ıslandık. Tınmadık. Dar kaldırımın üzerine kırılgan bir engel gibi eğilmiş incecik bitki gövdeleri üzerinden bir küçük hanımefendi gibi atlayışını izleyip güldüm. Beni hiç ummazken güldürüyor zaten. İlk geldiğinden beri böyle. 

19 Mayıs 2020 Salı

Les Choses de la Vie

Birkaç yıl önce bu filmi izleyip filmde yetmezmiş gibi şarkıda da kendimi kadının yerine koyunca ne kadar özel bir bağ varmış gibi hissetmiştim. Filmle aramda elbette, Romy Schneider'la, Michel Piccoli'nin canlandırdığı kaz kafalı karakterle... Bugün Piccoli'nin ardından bu şarkı paylaşılınca o bile elimden alınmış gibi oldu. 




9 Mayıs 2020 Cumartesi

Cet Amour





Cet amour
Si violent
Si fragile
Si tendre
Si désespéré
Cet amour
Beau comme le jour
Et mauvais comme le temps
Quand le temps est mauvais
Cet amour si vrai
Cet amour si beau
Si heureux
Si joyeux
Et si dérisoire
Tremblant de peur comme un enfant dans le noir
Et si sûr de lui
Comme un homme tranquille au milieu de la nuit
Cet amour qui faisait peur aux autres
Qui les faisait parler
Qui les faisait blêmir
Cet amour guetté
Parce que nous le guettions
Traqué blessé piétiné achevé nié oublié
Parce que nous l’avons traqué blessé piétiné achevé nié oublié
Cet amour tout entier
Si vivant encore
Et tout ensoleillé
C’est le tien
C’est le mien
Celui qui a été
Cette chose toujours nouvelle
Et qui n’a pas changé
Aussi vrai qu’une plante
Aussi tremblante qu’un oiseau
Aussi chaude aussi vivant que l’été
Nous pouvons tous les deux
Aller et revenir
Nous pouvons oublier
Et puis nous rendormir
Nous réveiller souffrir vieillir
Nous endormir encore
Rêver à la mort,
Nous éveiller sourire et rire
Et rajeunir
Notre amour reste là
Têtu comme une bourrique
Vivant comme le désir
Cruel comme la mémoire
Bête comme les regrets
Tendre comme le souvenir
Froid comme le marbre
Beau comme le jour
Fragile comme un enfant
Il nous regarde en souriant
Et il nous parle sans rien dire
Et moi je l’écoute en tremblant
Et je crie
Je crie pour toi
Je crie pour moi
Je te supplie
Pour toi pour moi et pour tous ceux qui s’aiment
Et qui se sont aimés
Oui je lui crie
Pour toi pour moi et pour tous les autres
Que je ne connais pas
Reste là
Lá où tu es
Lá où tu étais autrefois
Reste là
Ne bouge pas
Ne t’en va pas
Nous qui nous sommes aimés
Nous t’avons oublié
Toi ne nous oublie pas
Nous n’avions que toi sur la terre
Ne nous laisse pas devenir froids
Beaucoup plus loin toujours
Et n’importe où
Donne-nous signe de vie
Beaucoup plus tard au coin d’un bois
Dans la forêt de la mémoire
Surgis soudain
Tends-nous la main
Et sauve-nous.

Extrait de Jacques Prévert, Paroles, Paris, Gallimard, 1946.

7 Mayıs 2020 Perşembe

Belki de

Ferdi Özbeğen Şan Konseri kaydından yıllardır sezgisel bir korkuyla kaçıyordum. Hiçbir rakı yetmez gibi geliyordu dinlemeye, açık yarayı dağlamak gibi hem, ne lüzum var.

Ama ölümün ak taş ardında saklanan kara yılanı bulması gibi konserin içinden bir şarkı da sabaha karşı ayaklarıyla geldi, karşıma oturdu ve kaçmakta ne kadar haklı olduğumu gösterdi. 


Şarkıdaki kadın olduğuma inandım hemen. Vaktiyle gerçekten sevilmiş olduğuma, kim bilir belki hâlâ bir nevi sevildiğime. Bunlar inanması güzel şeyler ve işin doğrusu kavuşamamayı her zaman sevmişimdir. Hiçbir şeyin kötüye gitme ihtimali olmaz, her şey ancak daha güzel olabilir. 


Şarkının bir sözünü aklımdan çıkarıp atamıyorum: "Belki de sen çaresiz olduğun için güzelsin." Sen güçlü kadınlığa yıllarını ver, sonra elinde kadehle kalakal "Çaresiz miyim ben?" diye. İlk tepkim tabi ki "Ne münasebet!" oldu. Fakat şarkı çöktükçe çöküyor içime. Oysa biliyorum, ben çarenin ta kendisiyim, biliyorum... Anlamak çözmeye, bilmek de inanmaya yetmiyor işte. 


Şarkı hissetti sanki. Tam güçleniyorum yeniden, sert bir kabuk bağlıyor kırılacaklarım... Yola bir müddet böyle devam etmeye ihtiyacım var. Kırık bir kalbi ne onarabiliyorum ne de taşıyabiliyorum. O yüzden en iyisi gözümün önünden kaldırmak. 


...Derken "belki de sen çaresiz olduğun için güzelsin". Değilim. Çaresiz değilim. Değilim.



22 Nisan 2020 Çarşamba

Uzak

Bir bir sayarak başladığım günleri saymayı bırakalı çok oldu. Şimdi yıla tamamlanmak üzerelerken neden bilmem geceleri yattığımda kaburgam ağrımaya başladı kırıldığı yerden. Nasıl da kolay ikiye ayrılmıştı çıt diye. Çok canım yanıyordu. "Başını göğsümün bu yanına koy artık, o yan kırık." Tuzum tuzum

Dünyada kendinden başka hiçbir şeyi etkilemeden bayır aşağı sessiz sedasız yuvarlanmaktaki küçücük, alelade bir çakıl taşı gibi hissediyorum kendimi. Çok hafif bir duygusu var. 

Balkonumdaki içi boş kuş yuvası gibi hissettiğim de oluyor. Anlam yüklenmesinden çekinilerek alınmış, sanki hissetmiş gibi hiçbir kuşun yuva belleyecek kadar güvenli bulmadığı bir yuva, tahtadan bir dört duvar daha çok.

Ama en çok bir tekne. Bulutların arasından izleyebiliyorum rotasını. Karıncanın su içtiği suda gitti son hızla kayalıklara çarptı önce. Kayalıkların tek bir kayası bile bu çarpışmayı duymadı. Belki gıdıklanmışlardır biraz. Parçalarına ayrılan ben oldum yalnız. O kayalık kıyıda biraz kalıp parçaları sevdim ayrıldıkları yerlerden. Hem küçük teknenin kaburgaları benim küçük kaburgalarımdan sağlamdı. Gözlerimden yıldızlar daha gitmemişken fırtınalı bir yaz denizine itildim arkamdan. Yıldızlar gözlerimde hâlâ ışıl ışıldı. 

Yalnız gecede gittim, gittim, gittim. Ufukta seneler sürecek özlemden başka hiçbir şey yoktu. Gittim, gittim... Sakin bir liman olduğunu bilen sakin bir limana vardım. Varmadım, vurdum; paramparça. Parçalarım tuzum tuzum diyordu hâlâ. Kulak asmadık. Biraz tutkal bana, biraz tutkal ona. Onarmaya çalıştık onarılamaz olanı. 

Şimdi... açık denizlere sürükleniyormuşum gibi bir his. Dümende değilim, yolu da bilmiyorum zaten. Tek bildiğim uzağa sürüklendiğim. Tüm kıyılardan açığa. Tek başıma. Çok parçalı. 

Bir ay yalnızlık uyuşturucu gibi geldi. Bittiği vakit nasıl bırakacağımı bilmiyorum. Neden böyle olduğundan da emin değilim. Yarım kalan her şey tamamlanmaya yazgılıysa yasımı dolduruyorum zahir. Kim bilir? 

İşin ağırı, bir insanın değil, bir hayatın yası bu saatten sonra. Gençken olacağı yerde çok geç aldanmışlığın, sevdalanmışlığın, boş kuş yuvalarının yası. Yuvarlanan ufacık bir çakıl taşı kadar hafifim yoksa. Buruk da olsa tuhaf bir huzur. Kırılgan değil direngen bir dinginlik. Sessizlik, hep sessizlik. 

Telefonda konuşmaya çalışırken diyaframım yırtılacak sanıyorum. Ağzımı her açışımda nefesimi tutup dibe dalıyorum sanki. Konuşmayı unutuyorum. Hiçbir zaman sevemedim zaten. Annem de sanıyor ki bir şeye kızdım diye yükseliyor sesim. Ondan değil güzel annem, nefesim yetmiyor, ondan. Diyecek bir şey de aklıma gelmiyor ya, neyse. Yaklaşık bir yıldır, hayatta söyleyebileceğim, söylememin anlamlı olabileceği her şeyi söyleyip bitirmişim gibi hissediyorum. Tabi bunlar hep his, sadece hisler.





24 Mart 2020 Salı

"Beni Ya Sevmeli Ya Öldürmeli"

Deli Kızın Türküsü

...

III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden

(1955)
Gülten Akın
Toplu Şiirler (Rüzgar Saati), YKY


*Burcu'dan. Hayata sarılmaya, birbirimize sarılmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz ama sarılamadığımız, dokunamadığımız günlerin 24 Mart'ında.

22 Mart 2020 Pazar

Evde Tek Başına

Salgın yüzünden eve kapandım. Müjgan nedeniyle kendimi karantina altına almam mümkün olmuyor. Beş yıl karantina koşullarında huzur içinde çalışmış olduğum için bunu yadırgamazdım herhalde. Öte yandan hareket etme imkânı bulamayan bir tazıyı evde zapt etmek çok zor. Belki bu süre zarfında (ne kadar süre?) kreşe bırakırım onu, en azından arkadaşlarıyla oynar kreşin içinde. Ben de tam bir yalnızlığa gömülüp nasıl olduğuna bakarım. Plak dinleyip şarap içerken görebiliyorum kendimi. 

Kabuslarıma girmeye başladığı zaman sandığımdan çok etkilendiğimi anlamaya başladım. Bugün telefonla anneme ulaşamayıp ufak çaplı bir sinir krizi geçirince etkilenmekte olduğumu kabul ettim. Yanında olamadığım için kahroluyorum. Kaybetme korkum arşa çıktı. Bu eli kolu bağlılık, bu çaresizlik beni bitiriyor. Ne kadar süreceği de belli değil, neye evrileceği de. 

Bir yandan henüz zirve noktasını görmediğimiz bu korkunç sürecin doğuracağı küresel ölçekli derin toplumsal dönüşüm zihnimi gıdıklıyor. Nasıl olacağını, neye benzeyeceğini düşünmeden edemiyorum. Bu bir anlığına da olsa iki adım geri gidip durumu rasyonelleştirmemi sağlıyor. Onun dışında da sakin görünüyor, sakin duruyorum. Kabuslar hariç, çığlık çığlığa yardım istiyorum kabuslarda. Fakat düşününce, kabusta gördüğüm korku unsuru evin dışına pusu kurmuş, gölgeleri pencereye düşen iki ayıydı. Kabustan uyanınca ayılı senaryo daha baş edilebilir geldi.

Bu birkaç ay içinde hastalanıp ölme ihtimalim epey düşük diye tahmin ediyorum. Astım olmasına astımım, sigarayı da tam bırakmış sayılmam ama şimdiye dek iyi gittim. Annemle babam da sağ atlatırsa hayattan başka bir şey istemiyorum. Gerçekten istemiyorum. Yeter ki sağlığımız olsun, geri kalan her şeyi halledebilirim. 

Peki ama uzun içki sofralarında bir daha ne zaman yan yana bir araya gelebileceğiz? Anneme bir daha ne zaman sarılabileceğim? Hayat nasıl da birdenbire tepetaklak oldu. 

21 Şubat 2020 Cuma

Geç Gelen Şarkı

Söyleyecek sözleri olduğu ve muhakkak söylemesi gerektiği için bestesine pek bakılmamış gibi. Hayatıma geç de kaldı zaten. Tuhaf; yine de biraz yükümü aldı sanki, hafifletti. İnsanla göz göze gelip "Anlıyorum" der gibi bakan şarkılar olur ya öyle. 

Bu kadın -kendi standartlarında- ne denli boktan iş yaparsa yapsın insanın hayatına bir yerinden değme yeteneğini bir türlü kaybetmiyor. Fakat "Sevmek de yetmiyormuş" minik serçe, "çok eskiden rastlaşacaktık." 

Her halükarda kayıt altına almak istedim. Dursun burada. 



16 Şubat 2020 Pazar

Cemreler Sevgilim

Cemreleri saymayı, cemreleri beklemeyi bırakamadım bir türlü. Dördüncünün yüreğime düştüğüne dair o saçma inancımdan ötürü hep. Her bahar yeniden canlanma fikri iyi geliyor. Hele ki yılın çoğu bitmek bilmeyen koca bir kara kış gibi geçtikten sonra, her bahar olduğundan daha çok ihtiyacım var o son cemreye. 

Daha en başından bitmeye yazgılı o karşılıksız aşkın artçı ağrıları sürüyor hâlâ ve bu konuda yalan söylemek zorunda değilim, ne mutlu. Sevgimi hiç istemeyen acı bir adamı sevgime sarıp sarmalamanın beyhude mücadelesini verdim. İçimdeki, daha doğrusu beni meydana getiren sevginin miktarını tarif edemem ve yeryüzünde hepsini görmüş olan tek kişi o. Sevgimi istemeyecek tek kişiyi bulup onunla uğraştım, uğraşmasam tadı çıkmazdı galiba. Tabi ona sorsak bir tür işkenceydi muhtemelen.

Beşiktaş İskelesi'ndeki çiçekçinin önünde buluştuğumuzda değil, Merih'te içerken de değil ama sonrasında içten içe hep biliyordum. O ilk lanet Assos öncesi dünyam bir anda kararmış olsa da dipten beni uyaran bir şey hep vardı. Şile yalancı bahar, bir rüyaydı. Gidecekti, durmayacaktı. Yani vaktimiz, vaktim dardı. Öyle olunca sıkışıp hepten yoğunlaştı sevgim. O tabak gibi kocaman huysuz yüzü, o yüze inen film favorileri ve daha çok fazla şeyi tapınır gibi, içime çekerek sevdim. Queen Christina'da Greta Garbo'nun yaptığı gibi ileride geri dönebilmek üzere muhafaza ettim içimde, ezberledim. Korudum. 

Sevgimi ondan korudum ama her şey bittikten sonra bir nokta geldi ki kendimi koruyamayacağımdan korktum. İşte o anlarda kendimi öldürmemiş olduğum için kendimle gurur duyuyorum şimdi. Ciddi ciddi gurur duyuyorum. İşin kötüsü onu yavaş yavaş affetmeye başladığımı hissediyorum. Aşkın sisi pusu dağıldıkça daha iyi anlayabiliyorum çünkü. Hatta yer yer hak veriyor, onun yerine kendime kızıyorum. Yine de öfkemin çoğu ona saklı hâlâ. Kendimi öldürmemiş olmam elinde kan olmadığı anlamına gelmiyor. Bitimsiz bir kış onunki. Gamlı hazan. Karanfil saplı hiçbir elmanın iyi edemeyeceği, tepeden tırnağa derin bir yara. 

Hoş, taze bahar sayılmam ben de. Gamlı bir baharım ama baharım. Deviniyor içim, yeşeriyorum. Her şeye son vermeye direnmiş olmanın, yaşama inadımın ödülünü verdi hayat bana. Barıştım, barışıyorum yaşamakla. Acıyı sevdim, kabul ettim, öpüp başucuma koydum. O orada dursun, hiç unutmayayım, hiç çıkmasın aklımdan. Varsın bir müddet daha bakamayayım Fikret Hakan'a, Sadri Alışık yüreğime ağrı saplasın bir müddet daha ne çıkar. Yeşilçam'ın öz çocuğuyum ben. O filmler benim toprağım. Beşiktaş, Kadıköy... bastığım her yer benim çünkü alacak vereceğim var hayatla. Ölmemi engelledikleri için minnet duyuyorum Müjgan'la Barış'a. Onları mutlu etmek istiyorum en basitinden, içimde kırılmadık ne kaldıysa vermek onlara. Zaten değil mi ki alabildiğine hafif ellerle pansuman yapıyoruz birbirimize? Sonra Müjgan gelip yaralarımızı yalıyor, güzel oluyoruz. Dayanışmak başlı başına güzel. 

Bunca yıl hevesle bekledim cemrelerin düşüşünü. Şimdi düşünüyorum da belki cemrenin ta kendisiyimdir ve bu bahar ben can veririm havaya, suya, toprağa, yüreğe? İçimde kırılmadık, burkulmadık, üzerine basılmadık ne kaldıysa için için ısınmaya başladı bile bak. 




31 Ocak 2020 Cuma

"Leylan kurban"


25 Ocak 2020


Kitabı okumak için kucağıma aldım ama hemen çeviremedim kapağı. Usulca adını okşadım bir müddet. Leylan. Böyle bitirdiğim birkaç mektup var; belki yazmışımdır, belki sade içimden: "Leylan". Yüreğim taştığı vakitler, hem de öyle yazarken filan değil konuşurken "...kurban" diye devam ettiğim olurdu. Değil mi ki böyle sevmekle kenarları pırtık al yazmalı başımı eğip kendim uzattım sunağa. Âşık başını taş sunakta bırakmış bir beden gibi hissediyorum kendimi. Oradan oraya koşuyor, yetişmeye çalışıyorum; dokunuyorum yeniden duyabilmek için sıcağı, soğuğu, sevgiyi, duyuyorum da; güzel şeyler yiyip içerken tek derdim tat alabilmek yeniden, alıyorum; hasılı vargücümle çırpınıyorum. Hem nasıl çırpınmak, kanatlarım var sanki uçmaya yetmeyen. Kanatlarım var, başım yerinde değil. Kendi kendimeyken uzağa dalıp donuyor bakışlarım. Sonra bir şey oluyor gülümsüyorum. Buruk muruk, ne fark eder. 



Bedenim dizlerinden, avuçlarından güç alarak doğruluyor. İşe gidiyor, işten geliyor; köpeğini gezdiriyor, öpüyor, azarlıyor, sonra yine öpüyor; boş bir an yok, sürekli kitap çeviriyor; bugün de az uyuyuveririm deyip sendikacılık ediyor; kitap okumanın, daha çok film izlemenin hayaliyle yaşıyor bedenim. Sevmek mütereddit bir hayalet gibi kimi zaman yaklaşıp cisimleşiyor, kimi zaman erişemeyeceğim kadar uzak kalıyor. Yanımda beni anlayan biri var, yeryüzünde beni anlayan tek kişi belki. Acının ve yasın lanet direngenliğini iyi biliyor. Benden daha barışık hatta. Onun sükunetini hayranlıkla izliyorum. Gün gelip izleyemeyeceğimden korkuyorum. O da bir aziz değil en nihayetinde, insan.

Giden geri geliyor rüyalarda. Uyanıp uyuyorum, yine orada. Yüzünü ellerimle gözlerimle sevip okşuyorum, ellerini uzatıyor.



"Olmaz" diyorum sertçe, "seni istemiyorum artık." Kararlılığım beni bile şaşırtıyor. Öyle ya rüya bu, insanın özledikleriyle hasret giderdiği yer; ölenlerle ya da ölmüş kadar uzaktakilerle. Ondan da uzağı var anlaşılan, öldürmüş kadar uzak olanlar. Yazık ki ikinci bir başım yok sunağa uzatacak. Bunu rüyamda bile biliyorum.

Doğruluyorum. Fakat doğal ömrü birkaç mevsim olduğu halde yaşama fırsatı bulamamış bir acı sıkıştıkça sıkışıyor içimde. Ölü bir bebek gibi içimden zehirliyor beni. Ağıt yakan türküler adımı çağırıyor, kulaklarımı tıkıyorum. Savunmasız yakaladığı vakit buz gibi, koyu bir inançsızlık kapkara kaplıyor içimi. Oysa bağım öyle güçlü ki yaşamakla acı beni ancak besleyebilir. Acımı da seviyorum. Kim bilir belki en çok ona âşığımdır. Yarım kalan aşklar gibi acı da tamamlanmak istiyor. Direniyorum. Sanırım bir süredir gücümün çoğunu koşturup yetişmeye çalıştığım şeylerden çok buna harcıyorum. Yanlış mı yapıyorum, doğrusu ne... artık bilmiyorum. Mevsimlerin geçişini, Müjgan'ın kıvrılıp uyuyuşunu izliyorum. İçimde o kadim güzel-olan-her-şeyi-mahvetme korkusu. İçimde bir sürü hüzünlü türkü. Pencereden dışarı bakıyorum, mevsimler geçiyor.