Boka sarıyor. Durum hiç iyi değil. Annemin bir arkadaşının oğlu vardı. İki yabancı dile hakim, iyi bir lise ve üniversiteden mezun, yüksek lisanslı ve 30’una geldiğinde hala işsizdi. O zamanlar bu duruma pek anlam veremiyordum. Yalnız inceden küçümseyici bir tavrım olduğunu anımsayıp utanıyorum şimdi. Bir yandan onun için üzülüyor, bir yandan ben de böyle olur muyum diye korkuyor ama buna pek ihtimal vermiyordum. Ne oldu? Şiştim.
Tezi teslim edeli tam bir yıl oldu. Minik bir çeviri işi ve proje bazlı bir araştırma işi dışında elimi bir şeye sürmedim. Vefat eden hocama söz vermiş bulunduğum için -yaşasaydı içine hiç sinmeyecek- bir üniversitenin doktora programına hazırlandım, olmadı zira hazırlanmak kafi gelmiyor, insanlarla irtibata geçmek şart. Doktoraya hazırlanmak deyip geçmemek lazım, o da tam zamanlı bir iş. O sınavı bu sınavı, tez önerisi derken başlı başına bir mesai. Yine de koca bir yılı böyle harcadığıma inanmakta zorlanıyorum bazen. Ömrümden bir sene gitti.
Akademi mi piyasa mı kariyer ikilemimde “para kazanmam gerek” ağır bastı. Ayrıca herkes doktora yapacak diye bir kaide yok. Beni liseden, hatta ilkokuldan tanıyanlara sorsanız onların da modacı olacağımdan en ufak bir şüphesi yoktu. Yine de, eski zamanların on parmağında on marifet (matematikçi/felsefeci/mimar/kimyacı vb) aydınlarına gıpta etsem de, sanat mı bilim mi ikileminde kalsam sanat derdim. İnsan her ne kadar kendini ikilemler içine sokmamaya muktedir olsa da (çocuk da yaparım, kariyer de?) birkaç tanesinin içinde buluveriyor kendini.
Hindistan’dan döndüğümde kariyere dair bir ikilem kalmamıştı. Proje bazlı çalıştığım şirket tam bana göre olduğu için orada hem para kazanıp hem de mutlu olabileceğimi düşündüm. Yani tam zamanlı, her gün sabah-akşam filan. Genç patronlarıyla aynı ekolden gelmemiz, az sayıdaki çalışanının kafa insanlar olması, pazar araştırmaya akademik yaklaşımlarıyla pazar araştırma pazarındaki diğer şirketlerden farklı olmaları ve tabi ki ofisin evime yakınlığı çok cazipti. Hindistan dönüşü tekrar görüştüğümüzde hislerimizin karşılıklı olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti, onlar da beni istiyordu. En yakın zamanda işe başlayacaktım ama o zaman düşündüğümüz kadar yakın değilmiş. Bekledim, bekledim, bekledim. Beklerken küçük bir iş bile yaptım. Kesin konuşulduğu için başka yerlere hiç başvurmadım, nice pozisyonlar açılıp doldu.
Dönüp dolaşıp yine şu iş arama sitesine geldim. Burada şu anda 78.956 üye firmanın toplam 548.623 pozisyon ilanı bulunuyor ama seçtiğiniz kriterlere uygun ilan bulunamadı, nasıl kriterleriniz varsa artık! Bulsak da beğendiremiyoruz. Bu kafayla bir yere varamazsınız, bizden söylemesi! Sitenin mor rengi git gide anlam kazanıyor. Mor, mosmor…
Bir işe bu kadar bel bağladığım için kendimi biraz aptal gibi hissetmekle birlikte hala umudumu kesmek istemiyorum. Birazdan da fazla aptal sayılabilirim bu yüzden. Biraz inatçılık da var tabi. Para kazanma gerekliliği karşısında inatçılığımın fazla şansı yok gerçi. Sadece para da değil, bir düzene ihtiyacım var. Bütün gün kitap okumak, dizi ya da film izlemek, scrabble oynamak, bitki çayı ya da şarap içmek, yemek yapıp yemek yemek, evi temizlemek de kendi içinde bir düzenlilik arz ediyor etmesine ama çok cansıkıcı. En üretken çağımda, bir çok şey yapabilecekken hiçbir şey yapmadan oturuyor olmak canımı çok sıkıyor. Dahası insanı aşağı çeken bir şey. Bir şey yapmadıkça yapmayasın geliyor, hareketsizleşiyorsun. Oysa benim harekete ihtiyacım var. Kafa patlatmaya, araştırmaya, yazmaya, üretmeye ihtiyacım var. Var oğlu var ama gözümü sağ alttaki küçük beyaz baloncuğa dikmiş, içinde küçük kırmızı bir M harfi belirmesini bekliyorum.
Bu süre zarfında yapabileceğim tonla şey var. Hiçbirini yapmıyorum. Fotoğraf çekebilirim, karakaleme dönebilirim, yazı yazabilirim. Arkadaşım abartıp kitap yaz dedi de yarışmalar düzenlenmiyor mu bu memlekette, kısa öykü yazıp gönderebilirim. İşsizlik benim suçum olmayabilir ama her şeyi yapabilecekken hiçbir şey yapmamakta kabahatli benim. Kabahatin çoğu onun olan güzel kardeş benim. Hiçbir şey yapmasam daha çok kitap okuyabilirim.
Bir de “şehre inat dert üstüne dert koymayalım” diyor Candan. Aklımda sürekli bu şarkı dönüyor. Hep mi ben koyuyorum, ortada bir kabahat var mı, varsa da hepsi mi benim soruları dolanıyor şarkıya. Tezel’le konuşmaya çok ihtiyacım var. Hadi kalk Gar Lokantası’na gidiyoruz. Uzun etme, hadi dedim. Nihilizmini dinlemeye ihtiyacım var. Biraz erken gidersek birlikte bir büyük devirip, çok az yalpalayarak çıkmayı bile başarabiliriz meyhaneden. Çıkar çıkmaz yüzümüze vuran soğuk deniz havası çok geçmeden ayıltır zaten. Dolmuşlara yürümeden evvel deniz kıyısında birer sigara içer, biraz daha ayılırız. Çok değil tabi, kararında. Yoksa ayılmak için içmiyoruz herhalde. Birkaç dakikaya kalmaz dilimiz daha iyi dönmeye başlar; sesimizdeki coşku, yerini, bozguna uğramış ordu komutanlarının surat ifadesindeki tona bırakır. Sesimiz düşer, yüzümüz düşer, süngümüz düşer. Rahat kahkahalarımız buruk gülümsemelere döner yine. İkimizin de bildiği bir şeyi birbirimize çaktırmak istemeyiz.
-Hadi yürü, üşüdüm.
-Nereye be?
-Üşüdüm, birer konyak içip ısınalım. Sonra siktir olup gideriz nereye gideceksek.
-Nerede içeceğiz peki?
-Ne bileyim, bar mı yok Kadıköy’de! Şu şömineli olana gidelim. Şöminenin tam önündeki masaya gider kuruluruz, ayaklarımızı da uzatırız ateşe doğru. İyi konyakları yoktur ama bize ne!
-Biraz çikolata da alırız köşedeki bakkaldan, iyi gider. O değil de amma kızarmışsın sen.
-Sus da yürü hadi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder