AKP’nin iktidarına benzer bir durum var ortada. Kimle konuşsam “çok yalnızım lan”. Ulan sen yalnızsan, ben yalnızsam, bu sapır sapır evlenenler kim? Hepimiz yalnızlıktan kırılıyorsak bu düğün davetiyeleri, bu yeni sevgililer, bu eski sevgililer kimin?! “Niye bizde yok” lan.
Kaçtır önünden geçerken British American Tobacco’nun logosuna benzetiyordum Sultanbeyli Belediyesi’nin logosunu. Şimdi baktım da benim fesatlığımmış.
Yakın arkadaşın yeni sevgilisi: Ne cins bir adam olursan ol, iyi niyetini sezersem sonuna kadar arkanda duracağım ama bu, oyuncu değişikliğine hızlı adapte olmama engel değil. Bu kubbede bir hoş sadâ olarak kalacaksın: “İyiydi o ya.”
İlişki ya da ilişkiye benzer işleri bırakalı beri eşin dostun ilişkisel mevzularından sebepleniyorum. Daha temiz, daha eğlenceli. Yakın ama uzak, bura iyi bura.
Ne zaman reglden bahsedecek olsam da kendimi durdursam Oğuz Aral’ın söyledikleri geliyor aklıma. Kimden bahsediyorduk hatırlamıyorum ama mizahçı kadınlara gelmişti konu. Kadınların mizahta söz sahibi olmasıyla birlikte regl gibi farklı konuların da dolaşıma girmiş olmasından ne kadar memnun olduğunu söylemişti. Kadın regl oluyor mesela, derdi bu, bununla dalga geçiyor, bunu çiziyor. Meslekleri ne olursa olsun yazan çizen akıllı adamların aynı şeyi söylemesi hoşuma gidiyor: Derdin neyse onu anlat. Sosyal bilimciysen onu çözümle; mizahçıysan, dalganı onla geç. Senin derdin ne, önce bunu belirle, bunu bil.
Regl diye bir şey var. Kadınların başına geliyor ara sıra. Herkes de bunu biliyor, saklanacak bir durum yok yani. Ben regl olmasam, o regl olmasa kim doğuracak bu kadar insanı? İş muhabbetini yapmaya gelince yok öyle bir şey. Nasıl yok? Babam mı tüketiyor bu kadar pedi, ağrı kesiciyi ve hatta sıcak su torbasını? Zaten sinir oluyorum en hayati mevzuların hasır altı edilme eğilimine. Aksi gibi de milli sporumuz. Beğenmiyorsan ört üstünü gitsin. Oldu canım!
Oturdum Rezzan Kiraz’ı dinledim dün, yok mu hani astrolog. Terazi için neler dedi kadın. 2008’den beri bir sınava tabi tutuluyormuşuz da; bu sınav sürecinde öğrendiklerimiz hayatımızın geri kalanında çok işe yarayacakmış da; bu sınav 4 Ekim 2012’de bitecekmiş de… Teyze bir kere o 2007 olacak, bir de bana ÖSYM gibi konuşma, çok uzatmadan şifreyi ver. Ayrıca ben o Satürn’ün ağzını burnunu kırarım, ayı mı oynuyor burada?
Karşımda öpüşen çiftin üstüne bardağımda kalan son birayı dökecekmiş gibi yaptım, karşımda oturan insan “niye yapmıyorsun” diyerek aldı fırlattı sahiden. Öpüşenler duymasın ama ben o insanı severim arkadaş, yapacak bir şey yok. Mevzubahis benim biramın son yudumları olmasa aşık bile olurdum evelallah. Nerede zeki ve itici adam var, itinayla bulup seviyorum. Dünya ahret bacım tabi.
“En ummadığın anda gelir bulur” derler ya aşk için. Küçük aklımla feyk atmaya çalışırken yakalıyorum bazen kendimi: “Bak bakmıyorum, hadi. Hiç de istemiyorum, hiç de umurumda değil”. Yalanını sevsinler ayşec. Şu aşamadan sonra aşık olacağım ilk adamla kurumsallaşacağım. Şimdiden ikinci çocuğu doğurmanın ne kadar birikim gerektireceğini hesaplamaya çalışmıyorsam ben de ne olayım. Aslında profesyonel anne olmak istiyorum ama feministsin dediler, kız vermediler. Zengin kocayı kimse kaybetmediği için ben bulamayacağıma göre profesyonel annelik seçeneği baştan eleniyor zaten.
Birkaç gün anneannemde kaldım ya, hep ondan. Bir hayırlı kısmet muhabbetidir aldı yürüdü. Bunu iş edinen az daha genç teyzelere başvursam iki günde everecekler zaten. Bu merakın sebebini anlayamıyorum. Bok var sanki. Bütün sinirim teyzelere. Geçen gün potansiyel Müge Anlı konuğu bir teyze gelmiş bu muhabbeti yapıyor bana. “Evliliği bitirmek” deyip duruyor, sürdürmek manasında. Orada tek yapmam gereken bardağındaki çayın seviyesine odaklanıp bittiği an doldurmak, hepsi bu. Dilimi tutamadım tabi. Baktım olacak gibi değil NTV haberi açtım. Daha büyük bir kötülük gelmedi aklıma o an. Kaskatı kaldı, ben de rahatladım.
Diyorum ya bütün sinirim teyzelere, anneanneme kızamıyorum. Bu evlilik bok püsür işleri olmasa sırf gönlü olsun diye bir tane doğuruvereceğim şuraya hatta. Yalnız bazen öyle bir şey diyor ki ben kaskatı kalıyorum bu sefer. “Allah yazmıştır tabi ama daha karşına çıkmadı herhalde”. Duymayacağını bilerek tek kelimelik bir cevap verdim, kendim üzüldüm sonra. Eksik olmasın yazmış ama kimse çıkmazsa ben hangi merciye çemkireceğim elimde o yazılı belgeyle? Teslimatta sıkıntı varsa “burada yetkili kim” diye ne cehennemde terör estireceğim? “Bak kardeşim, ne yazıyor burada? Fragile. E ama siz kırmışsınız ya bunu. Kalbi malbi ne varsa paramparça olmuş. Hediye ama değiştirme kartı da çıkmadı içinden, ne halt edeyim ben bunla?”. Bu iyi senaryo. Kötü senaryo: “Paketinizi getirdik ama evde bulamadık, şansınıza küsün”. Ne küsmesi, ben öyle şansın ta… En kötü senaryo: "Hanımefendi değiştirme yapamıyoruz çünkü bu model üretilmiyor artık, sonuncuyu da siz kırmışsınız" ("nerede öyle adam" serzenişine "nereye koyduysan oradadır"dan iyi cevap düşünemiyorum).
“İtimat ettiğin arkadaşın yok mu hiç?” Bir de bu var. “Güvendiğin” dese bu kadar ağır gelmeyecek, “itimat” koyuyor. Sevmek de değil itimat etmek. Zort diye dersin “birini seviyorum” ama “itimat ediyorum” nasıl denir ki? Niyesini karıştırmıyorum artık, bu bir ihtiyaç, onu anladım. Ama nasıl? Tiyatro egzersizi vardır hani, gözlerini kapayıp geriye doğru bırakırsın kendini. Arkandaki insan tutar seni. Bir de üst versiyonu vardır, birkaç kişi elleri kavuşturur karşılıklı, bu sefer kendini yüksek bir yerden bırakırsın. Çok zorlandığımı hatırlıyorum. Şimdi olsa daha da zor (Yalnız, bundandır ki düşecek gibi olduğumda beni tutup yakalayan insanlara aşık olma eğilimim var). Bir de güvenmekten aynı şeyi anlamıyoruz, hiç anlamıyoruz hem de. Benim anladığım yanında olmak, basbayağı, düz anlamıyla. Sevincinde üzüntüsünde yanında olmak bir insanın, derdi tasası neyse omuz vermek, paylaşmak. 10 yaşımda annem beni yatağıma yatırmış üstümü örterken –masadaki konuşmalar aklımı kurcalamış olacak- “komünizm ne demek” diye sormuştum anneme. O bir an duraksaması dün gibi aklımda (Ben olsam “hah, bunu da kaybettik” diye geçirirdim içimden ki anneannem de muhtemelen böyle bir tepki verirdi). O sadece bir andan sonra gülümseyerek “paylaşmak” demişti annem. Hiç aklımdan çıkmadı. Osman’ın annesini otuz kadar sevmesi gibi. Sonradan bir sürü sayı öğrendiği halde o yaşta bildiği en büyük sayı otuz olduğu için otuz kadar seviyor annesini. Şimdi sorsalar gene otuz dermiş, filan (biz biraz manyak olduğumuz için uzay, evren falan girmişti işin içine). Ben de o kadar şey okudum sonradan; üretim araçlarıydı, emekti, sömürüydü... Şimdi sorsalar “paylaşmak” derim ben de. İtimat edebileceğim insanla ilişkim de “komünist” olmalı bu yüzden. Yattıydı kalktıydı, öptüydü kaçtıydı…bu değil. Bunlardan büyük, aşkın bir şey olmalı. Leyla’dan geçme faslına mı geldik diyeceğim ama Leyla benim, nasıl geçeyim, en geçmiş halim bu.
Randevu veriyorum: Yarın öğlen 2’de Taksim Meydanı’nda. Yakaya kırmızı karanfil isteğe bağlıdır ama bu yürüyüş şart.