31 Mart 2013 Pazar

Aşkın Diyalektiği*





İmkansız aşk totolojik bir ifadedir, zira aşk  sui generis imkansızdır. Elbette sağlıklı bir kavramsallaştırma, tutarlı bir bütün arzetmesi beklenen bu makale için ilerleyen satırlarda kesilecek ahkamdan evvel en lüzumlu gördüğüm kısım. Bugüne kadar bu konu hakkındaki fikirlerini kaleme alan her düşünürün doğal olarak yerleşik tanımları, ön-kabulleri vardır, fakat ben de bir o kadar doğal olarak konuya kendi tanımlarım ve araştırmamdan öncekilerle olduğu kadar sonradan şekillenen varsayımlarımla yaklaşmayı tercih ediyorum. Birincisi, aşk ve tutkuyu Jean Baudrillard’ın “Tutkunun Kötülük Meleği” adlı metninde kullandığı gibi eşanlamlı kullanmayacağım. Aksine, ilkine saf ve doğal bir tezahürden ziyade adeta fetişize edilmiş toplumsal bir inşa, ikincisine ise haz prensibi ile gerçeklik prensibinin tezahüfü atıflarında bulunacağım. Buna rağmen eşanlamlı kullanıldıkları görülen yerler olursa da buralardaki anlam farklılıkları kullanıldıkları bağlamdan anlaşılmadığı takdirde metin içinde belirtilecektir. Söz konusu olgu, varlığın diyalektik varsaydığım özünün çok yakın ve çok açık bir ifadesi olduğundan dolayı sunum esnasında gözlemlediğim kavram kargaşasından makaleyi azade tutmak için elimden geleni yapacağım. Fakat akılda tutulması gereken o ki konunun gerektirdiği yaklaşım pozitivizmin o kendinden emin, kesin çizilmiş sınırlarından ziyade Heidegger’in vurguladığı düşünme eylemidir. Dolayısıyla, ne kadar kendinden emin görünürse kendine o kadar doğruluk payı biçen iddialı yargılardansa, yerinde sorulmuş sorular makalenin amacına daha çok hizmet edecektir. 

Kaldı ki bu spekülatif eyleme yön vermeleri, kuramsal temel teşkil etmeleri için Schopenhauer ve Baudrillard’ı uygun bulmamın nedeni, yargılarından ziyade yaklaşımlarında yatmakta. İki düşünür de aşkı tamamen nesneleştirip onun karşısında dokunulmaz özne tavrı takınmazken bakışları, duruşları o kadar temkinli ve ihtiyatlı ki buna disenchantment diyebilmek mümkün görünüyor. Zaten bu iki beyefendinin fikirlerini özellikle değerli kılan da bu büyüden arınmış, arındırılmış ya da arındıklarını varsaydıkları halleri olsa gerek. Baudrillard aşkı tümden reddederken Schopenhauer bu illüzyonu tamamen doğanın iradesine yüklüyor, fakat her ikisi de toplumsal algıya göre karamsar, acımasız bir tutum sergiliyorlar. Baudrillard bunu her zamanki sloganvari diskuruyla biraz da kabaca yaparken Schopenhauer o incelikli üslubuyla bu illüzyona teleolojik yaklaştığı için biraz büyünün baki kalmasında sakınca görmüyor. 

Peki meseleyi diyalektik kılan ne? Hiç şüphesiz özünde yatan, onu hem yaratan hem de durdurma momenti gibi davranan çatışma; kendi karşıtlığını kendi içinde barındırması, ve ancak ve ancak bu çatışmayla varolabilmesi. Varlık, oldum olası diyalektik bir olguyken bunu aşk kadar aşikar eden bir diğer olguda görmemek ve onun yerine uyum aramak körlük olur. Fakat Baudrillard bu körlüğün gönüllü olduğuna parmak basıyor ve insanların artık baştan çıkartılmaktan korktukları için sevilmek istediklerini iddia ediyor. Bu bağlamda da hissiyat, zevk ve evcilliği aşkın yeni kanıtları olarak sunuyor. Esasen kendisinin baştan çıkarma diye adlandırdığı şey, Schopenhauer’un tutkulu cinsel aşk tanımına ve benim sadece tutku olarak gösterdiğim şeye tekabül ediyor. Tutkuyu aşktan sıyırmaya çalışmam, aşk ve ona atfedilen özelliklerin, moderniteye has bir süsleme sanatının renkleri solmaya yüz tutmuş unsurları olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor. İlerleyen satırlarda daha da açacağım gibi aşkın günümüz toplumsal algısına göre iki yüzlü bir güzellemeden öteye geçtiğini sanmıyorum. 

Meselenin altında yatan diyalektiği Schopenhauer çok güzel özetliyor: “Bununla birlikte trajik sonuçlar doğuran şeyin sadece doyurulmamış aşk tutkusu olduğunu sanmak yanlıştır; doyurulmuş aşk tutkusu da çoğunlukla mutluluğa değil mutsuzluğa götürür insanları. Çünkü böyle bir aşkın talepleri, aşkı duyan kimsenin kişisel rahatı ile öylesine çatışır ki sonunda bu rahatı yıkacak hale gelir[...] Ne var ki aşk, sadece dış koşullarla çatışma halinde değildir; kimi zaman aşığın öz bireyselliği ile de çatışma halindedir.”(2002: 43) Farklı zihniyet evrenlerinden, zeit geist’lardan doğru ve farklı terimlerle baksalar da Baudrillard, Schopenhauer’ı şöyle tamamlıyor: “Bir zamanlar meydan okuma ve ayartma denilen şey, bugün bir ricaya dönüşmüştür [...] Ayartma bir talep değil bir meydan okumadır. İki kişi kalmayı bütünleşmeye yeğler.”(2004: 90)   Buradan da anlaşılabildiği gibi, yek vücut olma, birlik, uyum ve benzeri yüceltilen değerler esasen tutkuyla çelişen prensiplerdir. Yahut da Baudrillard’ın dediği gibi: “Hiçbir şey doğal olarak var olmaz; her şey varlığını, kendisine yöneltilen ve cevap vermesi istenen  bir meydan okumaya borçludur.”(2005: 113) İşte bu da, evvelki satırlarda en az Schopenhauer’ın özetlediği kadar iyi açıklıyor diyalektik derken neyin referans alındığını. 

Toplum içinde vuku bulmasının ötesinde meseleyi toplumsal kılan, ya da sosyolojik çözümleme mevzusu mertebesine taşıyan etken ise tutkunun, dış gerçeklikle yani toplumsalla çatışma anıdır. Bu noktada Hobbes’u anmak faydalı olabilir. Dönemselleştirme yapmadan okumak gerekirse tutku, insanın geride kalmış vahşi dönemlerine değil, her daim mevcut vahşi yanına göndermede bulunur. Buna ister id densin ister başka bir adla anılsın, esasen tüm toplumsal inşaları ve çizilen sınırları reddeden bir yandır. Bu bağlamda da elbette “la propriete, c'est le vol”. Görüldüğü gibi meseleyi özel mülkiyet esasından ayrı düşünmek çok zor. Toplumsal algıya göre “normal”, kabul edilebilir, meşru sayılan ilişki biçimi tam da bu esasa dayanır. Halbuki tutku, bu esası yoksayar, itinayla çizilmiş sınırları ihlal eder. Bir kadınla bir erkeğin ilişkisinde mülkiyet hırsızlıktır zira eşleri diğer seçeneklerden çalmıştır. Bu yüzden ilişkiye dahil olan üçüncü unsur her zaman dengeleri alt üst eder. Yusuf Eradam’ın da belirttiği gibi tek eşli bir aşk ilişkisi çatışma ya da heyecan sunmaz. Zaten tarih yazımında kayda değer görünenler de bu tür ilişkiler değildir. Buna karşın karıştırılmaması gereken bir husus var: Tutku, özel mülkiyet tanımaz demek, bir kişiden fazlasına yöneltilmiş demek değildir. Eti geçip kemiğe dayanan türden bir gerçekçiliğe sahip olduğundan sınırlar çizemeyeceğini, buna muktedir olmadığını, kaldı ki bu sınırların tutkunun özüyle çelişeceğini ilk zamanlar biraz acı da gelse bilir. Tutkusunun nesnesi insanı istese de zapturapt altına alamayacak olmanın bilinci tutkuyu yeniden üretir. Diğer bir deyişle kaybetme korkusu tutkulu aşkı besler. Dolayısıyla aşk ilişkisinde mülkiyet bir illüzyondan ibarettir. Yeoman çitleri çekilmemiş, aidiyet yeminleri edilmemiştir, acımasız gerçekçiliği de buradan kaynaklanır. Baudrillard, baştan çıkaran kadının portresini çizerken buna “ortadan kaybolmanın estetiği” adını veriyor, yani arzu edildiği vakit, bulunacağı sanıldığı yerde bulunmamak. Tutku, varlığını tam da bu yokluk ihtimaline, bu yaratıcı ve durdurucu momente borçlu zaten. Schopenhauer’ın deyişiyle “sevildiğimizden emin oluşumuz, sevdiğimize sahip olamayışımızın yerini tutmaz hiçbir zaman.”(2002: 13) Görüldüğü gibi iyelik yanılgısıyla yaklaşılanlar sadece nesneler dünyasına ait olan unsurlar değil, zira insanın varolmadaki eksikliğini telafi etme güdüsü öyle kuvvetli ki insanlar arası ilişkilerdeki tezahürü de bir o kadar aşikar. İnsanın belirsiz arzu nesnesine ulaşamaması ve bunun bilinci onu nevroza öyle sürükler ki alabildiğine kesin, regüle, sahiplenici ilişkiler yaşamaya ve bu sefil ikameden medet ummaya yönelir. 

Oysa yukarıda sözü edilenler toplumun el yapımı kurucu prensipleriyle taban tabana zıttır. Toplumun imkansızlığına değinen Laclau’yu bir an için göz ardı edersek, toplumu mümkün kılan bu uyum, birlik, dayanışma vesairdir. Fakat bu kadar düzen doğal hale  aykırı olduğundan toplumsal sözleşme imzalanır ve Benedict Anderson’ın imagined community tanımını oldukça fazla andıran kolektif bir hayal toplumsal algıya göre “gerçek” kabul edilene kadar şişirilir. Elbette bu, belli bir noktada başlayıp diğer belli bir noktada biten bir süreç değil. Aksine yeniden üretilen kültürün nefes aldırmayan sürekliliğinden bahsediyoruz. Tabi şu çekinceyi belirtmekte de fayda var: bu hususta evrensellik iddiasında bulunmak akla yatkın görünmüyor. Diğer bir deyişle öze ilişkin bir diskur tutturup, bu her zaman her yerde böyledir sonucuna varmak tarihe de tarihsel sosyolojiye de ihanet olur. Avrupa merkezli bu algının aslında Derrida’nın bahsettiği türden bir diskur olduğu ve bu şekilde okunması gerektiğini söylersek belki demeye çalıştığımız şey biraz daha berraklaşır. Öte yandan, dürüst olmak gerekirse bir insan doğası varsaydığım doğru. Fakat böylesi bir varsayım, “biz bize benzeriz” türünden, ulusçuluğa varabilecek özsel söylemlere olanak tanıdığından insan doğasını bir kenara bırakıp, id, doğal hal, tutku ve arzu terimleriyle düşünmek biraz daha güvenli bir tartışma zemini sağlar. 

Kaldı ki tutkuyla arzuyu ayırdetmek kolay sayılabilecek bir iş değil. Dolayısıyla ayırdetmeye çalışmak yerine birbirleri içinde ele almak kanımca daha verimli olacak. Marcuse’ün belirttiği gibi savaş, Eros ile Tanatos’un savaşıdır. Arzu, yahut tutku da işte bu savaş alanında sürgün verir. Eros, bilindiği üzere hayatı, hayata tutunmayı sembolize ederken Tanatos nehrin karşı kıyısında beklemektedir. Fakat bu pasif bir bekleyiş değildir. Tutkunun yokediciliği Tanatos’a borçlu olduğumuz ölüm içgüdüsü kaynaklıdır. Aydınlatılması elzem olan hususlardan biri de burada yatıyor: tutkuya içkin olan şiddeti mazoşizmden ayıran nedir? Sevilenin canını yakmayı, dahası “o kadar seviyordum ki öldürdüm”ü ne açıklar? Ölüme varmadan evvel, diyalektiğin karşıtlığını bizatihi içinde barındırmasına Baudrillard gibi kötülük melekliği de atfedebiliriz: “Tutkuların en yoğun, en güzel ve en umutsuz olanında bile diğerini tuzağa düşürmeye çalışan bir kötülük meleği vardır. Aşkın en çılgın ve yoğun anlarında bile şeytanın dürterek ironik bir şekilde sevdiğini terk et dediği ahlaksız bir davranış biçimi vardır.” Kaldı ki “ruhun can damarını oluşturan ayartma ancak ölümle huzura kavuşmaktadır.” (2004: 93) Hegel’in Prusya idealinden pek de hazzetmediklerini çıkardığım her iki beyefendi de çözümlemelerine ölümü dahil etmemek bir tarafa, onu alıp baş köşeye yerleştiriyorlar. Mesela Baudrillard, en yüce aşkın ölümü baştan kabul etmiş aşk olduğunu söyledikten sonra Schopenhauer’ın terminolojisine yaklaşarak “tutku-aşk”ı öneriyor, hatta bir başka metinde açıkça diyor ki: “Ölüm ise her zaman işin içindedir; her zaman ötekinin arzusunu ele geçirmek ve kurban etmek söz konusudur. Buna karşılık baştan çıkarma ölümsüzdür. Baştan çıkaran kadın, tıpkı isterik bir insan gibi ölümsüz, sonsuza dek genç ve yarınsız olmak ister.”(2005: 108) Baudrillard’a bu konuda hak vermemek imkansız, zira hakikaten de bu bir oyun, dahası kadının arzulanma arzusundan öte birşeye göndermede bulunan bir oyun ve oyun ne pahasına olursa olsun devam etmeli. Schopenhauer ise tutkunun bireyselleşmesiyle artan şiddet arasında gördüğü doğru orantıyı belirtirken bu kadar tutkunun ölümlü bir insanoğlunun yüreğine sığamayacak, aklı alamayacak kadar büyük olduğunu hatırlatıyor.  Bu noktada, kavrayışın sınırlarını hatırlatma nezaketinde bulunan Schopenhauer, şayet geçici olarak bir kenara koyulmazsa meseleyi çalışmaya değer gören herkesin öne sürülen metafizikten gözlerinin kamaşması işten bile değil. 

Görece daha az metafizik bir unsurdan, paradoksal alanların matrisinde yer alan bedenden yola çıkılırsa şiddet ve ölüm daha çok anlam kazanır. Toplumun uyum gereksinimine eşdeğer olarak beden de benzer bir kaygıyla, acıdan kaçınma dürtüsüyle sürekliliğini sağlar. Öte yandan varlığının bilincine varabilmek için acıya muhtaçtır. Canı acımadıkça canını bilmeyen insanın damarlarındaki kan pekala yaşam potansı olarak yorumlanabilir ve akarak özgürleşmediği sürece o potansın gerçekleşmediği çıkarımı da yapılabilir. Bu gerçeklik prensibine düpedüz aykırıdır zira haz içerdiği kabul edilse bile kısa sürdüğü açıktır. Söz konusu olan alışıldığı gibi konforlu değil paradoksal bir hedonizmdir. 

İki düşünürün kadınlara bakış açılarının oldukça farklı olmasının yanı sıra bizatihi ikisinin de kadın olmamasını fırsat bilerek ve nostra causa agitur’u  meşruiyet kaynağı ilan ederek arzu ve kadın arasındaki ilişkiyi feminist metodolojiye yaraşır biçimde çözümleyeceğim. Maalesef, irrasyonalitenin orta yerinde duran arzuyu ifade edebilmek için rasyonel bir dile başvurmak zaruretine karşılık, gene de kartezyen çerçeveye çok fazla itibar etmeden tartışmak elden gelenin en azamisi sanırım. 

Gerçeklik prensibi doğrultusunda aşk ehlileştirilmiş bir hainden başka bir şey değildir ve en büyük hain de kadındır. Çocuğunun iyiliğini ve güvenliğini temin etmek adına bir adama  mülkiyet haklarını hatta velayetini gönüllü olarak teslim eder. Bu teslimiyet zinhar arzusunun sona erdiği anlamına gelmez. Bilakis, erkeğin kabullenemeyeceği bir biçimde odak değiştirir. Artık baba olan erkek, adeta bir lanet gibi anne sıfatı alan kadınla arzu nesnesi arasındaki sonsuz oyunda safdışı bırakılır. Annenin arzudan mahrum kaldığı düşünülemez zira arzu, hayatı devam ettiren, insanı bir sonraki ana taşıyan itici güçtür. Kaldı ki kan tadını bir kere almış kadının bundan kolay kolay feragat edebileceğini düşünmek çoğunluk için iyimserlik, kanımca ise karamsarlık olur. Kandaki tuz hayattır, dolayısıyla kadın kan ister ve istediğine ulaşmaya muktedir olduğu da aşikardır. Belki de her ay kanadığı halde ölmeyen bir mahlukat olmasını da bu telafiye borçludur. Fakat kadının fallus sahibi olması bile düzene herkes kadar itaat ettiği gerçeğini yumuşatmaz. Barthes’ın öne sürdüğü gibi bu onda “bulanık bir imrenme ve alay duygusu”  da  uyandırsa kendini düzenin konforlu, sıcak kollarına bırakmaktan  alıkoyamaz. “Düzenini kurmak istemek, yaşam boyu yumuşak başlı bir gözetici edinmek istemektir. Destek olarak, yapı arzudan ayrı tutulmuştur: benim istediğim ‘bakılmak’tır yalnızca, bir kibar orospu gibi.”(2005: 48) Atıf Yılmaz’ın 1977 senesinde çektiği Selvi Boylum Al Yazmalım filmi kadar dillere pelesenk olmuş final sahnesi akademik kılıfa sokularak sözü edilen duruma biraz olsun değmiyor mu? Türkan Şoray’ın canlandırdığı Asya, kritik karar anı geldiğinde ilkin “gerçek” aşkına doğru meyletse de oğlu Samet’in kendinden evvel davranmasıyla birlikte, kendisini çocuğuyla bırakıp giden tutkulu aşkı İlyas’tan (Kadir İnanır) değil çocuğuna babalık eden, kendisine şefkatle yaklaşan Cemşit’ten yana (Ahmet Mekin) kullanır seçimini. “Samet baba demişti, onu babalığa seçmişti. Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi emekti” diyerek ölüme gider gibi “yuva”sına döner. Bu sahneyi kayda değer kılan özelliklerden bir tanesi de çekim esnasında Şoray’ın sahneyi diğer türlü oynamak istemesidir. Şoray sonunda ikna edilir fakat senaryonun yazarı olan Cengiz Aytmatov seneler sonra çıkıp senaryonun sonu konusunda yanıldığını, sevginin emek olmadığını “itiraf” eder. Halbuki orjinal senaryo tam da “olması gerekendir” zira bir annenin arzusu doğrultusunda karar vermesi zinhar düşünülemez. Oyun artık kendisiyle çocuğu arasındadır ve azami güvenceyi kim sağlayacaksa baba da odur. 
Öyleyse “benim asıl istediğim seni sevmek, sana bağlı olmak, hatta senin hoşuna gitmek değil: Benim bütün istediğim seni baştan çıkarmak- senin de beni sevmeni ya da benim senden hoşlanmamı sağlamanı istemiyorum: İstediğim baştan çıkman” (2005: 106) diyerek açıkça meydan okuyan, kendi “efendi”sinin iktidarına gölge düşürmeye tek başına muktedir olan kadının, Schopenhauer’ın tür ruhu ya da doğanın iradesi dediği güce bu denli kolay teslim olmasının ardında yatan şüphesiz ki toplumun biricik kurumları ve de kurumlaşmış değer yargılarıdır.

Fakat gücü sembolik düzlemle sınırlı kaldığından mıdır bilinmez, kimi zaman da toplumun ona layık göreceği yaftalardan daha az çekinir kadın, zira erkeğin kaybedecek daha çok şeyi vardır. Bunun yanı sıra kadın tutkulu deneyimlerini dramatize ederek, mizansenler kurarak yaşamayı tercih etse de duygusal elastikiyetinden dolayı diyalektiğin savaş alanından erkeğe kıyasla daha az yara bereyle çıkar. Elbette genellemelere varmak kulağa hiç de hoş gelmiyor, kaldı ki Auguste Rodin-Camille Claudel’inkine benzer hikayeler de istisna deyip geçilemeyecek denli mühim bir fikre işaret ederler. Söz konusu heykel dehasının da kaybedecek çok şeyi olduğundan en sonunda hazır kurulu aile kurumuna geri döner ve Claudel de hayatının geri kalanını akıl hastanesinde geçirir. Kulağa mübalağalı gelse de tarihin kayda değer bulduğu hikayeler aşağı yukarı benzer eksenlerde gelişir. Meselenin ayaklarını biraz olsun yere bastırmak adına sosyal psikoloji terimlerine başvurmak iyi olabilirdi fakat yazık ki konuya hakim olmadığımdan şimdilik edebiyata  yöneleceğim.

Mehmet Rauf, 1900 tarihli Eylül adlı psikolojik romanında evli bir kadın ile kadınlara inancını tamamen kaybetmek üzere olan bir adamın içinde bulundukları “imkansızlığı” anlatır. Erkek karakterin bir monoloğu şöyle: “İnsana o heyecanları, o yükselme ateşini, o şiirliliği verebilen aşk bile kendi ölümünü kendisi getirirse niçin yaşamalıydı?(...) [A]şk ile namusun bir yerde bir arada olmadığını, asıl kabahatin bu toplumsal sınırlamalara tutsak olup titiz davranarak hayatını zehirlemekte olduğunu tekrar etmek istedi; fakat işte bunu yapamıyordu; buna dudaklarının değdiği gün gözünde hiç bir şeyin önemi ve değeri kalmayacak kadar düşeceğini gördüğü için elinden gelmiyordu (...) ‘Asıl fenalık; ruh hem istiyor, hem tahammül etmiyor, bunda...’ diye karar verdi. İnsanlarda hayat ve mutluluk için gerekli olan şeyden bıkan ya da iğrenen bir hal vardı ki işte asıl hayatın çaresizliği buydu. ‘Hem ancak onunla yaşayacak, hem yaşayamıyor, işte ceza burada! Sanki gıdasıyla zehirleniyor!’ ”(2004. 274) Eylül, zamansal yakınlığının etkisiyle de buram buram Schopenhauer kokarken 1983 tarihli Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ise daha ziyade Baudrillard’ın tefekküratına yakın durur. 

Milan Kundera, Prag Baharı’nın politik ikliminde Tomas ve Tereza’yı anlatır. Einmal ist keinmal’ı  düstur edinegelmiş Tomas için varolmanın hafifliği dayanılmaz derecede çekiciyken Tereza içinse kaldıramadığı, katlanamadığı için dayanılmazdır. Bir gün, içine hayatını koyduğu büyük bavuluyla çıkagelen genç kadın, kadınları arzuladığı halde onlardan korktuğu için ‘erotik dostluk’ kavramını geliştiren adama bir anlamda meydan okur. “[H]er iki tarafı da mutlu edecek tek ilişki, duygusallığa yer vermeyen ve sevgililerden ne birinin ne de ötekinin birbirlerinin yaşamı ve özgürlüğü üzerinde hak öne sürmedikleri ilişki biçimidir.” (2004: 20) diye düşünen adam, genç kadın hayatına nüfuz ettikten sonra şu sonuca varır: “Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).” (2004: 23) Tereza, Tomas’ın kendisini iki yıldır “aldattığını” bilmesine karşın onun “erotik dostluklarından” vazgeçmesini sağlayamaz, zira Tomas’ın buna ne gücü vardır ne de bunun gerçekten gerekli olup olmadığından emindir. Oysa bir gün gelip de kadına karşı elinden gelebilen hiç bir şey kalmadığını anladığında hem balyoz yemiş gibi olur hem de huzur dolar, zira kimse onu bir karar almaya zorlamamıştır; kararı vermiş olan Tereza’dır. Buna rağmen Tomas şunu aklından çıkarmaz: “[B]irleşmeyle sonuçlanan aşkın dışında, olasılıklar düzleminde, öteki erkeklere yönelik sonsuz sayıda birleşmeye dönüşmemiş aşk vardı” ve hemen akabininde şu sonuca da varır: “Yaşamının büyük aşkı ‘Es muss sein!’(Öyle olmalı) sınıfına değil, daha çok ‘Es könnte auch ander sein!’(Pekala başka türlü de olabilirdi) sınıfına giriyordu.”(2004: 43) İşte kadının, diğer kadınlardan haberdar olması ne kadar dayanılmazsa bu rastlantısallığın bilinci de neredeyse bir o kadar dayanılmazdır. Bu bilinçtir ki aşkın toplumsal algısıyla alabildiğine ters düşer, kesinlik tanımaz, güvence sunmaz. Paradoksal görünse de kaybetme korkusu olduğu sürece aslında kaybedecek hiç bir şey yokmuş gibi meydan okumak, netice itibariyle de ayartmak, baştan çıkarmak elzemdir. 

Bu bağlamda Baudrillard’ın aşka da simülasyon atfında bulunması hiç şaşırtıcı değil, fakat “cinsel kültürün köpüğü” tabir ettiği “neoromantik” aşkı dönemselleştirmesi dürüst olmak gerekirse kulak tırmalıyor. Kuşkusuz ki kendisinden bir tarihçinin tarih bilincini  beklemek büyük haksızlık olurdu, dolayısıyla anakronist atıflarını; proto-bir şey, neo-başka bir şey kullanımlarını görmezden gelmekle yetinmeyi ve “tutkunun kötülük meleği”ne yoğunlaşmayı daha anlamlı buluyorum. Dahası, aşkı topyekün reddederken baştan çıkaran kadına aşkın yenilgisi  için çıkarttığı fatura da tartışılır: “[B]ir kadın sevilmemeyi bağışlayabilir ama bağışlayamayacağı bir şey varsa o da baştan çıkartılmamak ya da baştan çıkartamamaktır. Ona karşı istediğiniz kadar şefkatli ve sevecen olun, baştan çıkartamadığınız sürece sizi müthiş bir intikamın beklediğinden emin olabilirsiniz. Sizi ayartmayan bir kadın yok etmeye çalışacaktır. Aşk ve cinsellik konusundaki tüm günahlar bağışlanabilir çünkü bunlar bir hakaret niteliği taşımazlar. Oysa ruhun can damarını oluşturan ayartma ancak ölümle huzura kavuşmaktadır” der ve devam eder: “Tutkudan daha güçlü bir şey varsa o da illüzyondur. İllüzyon tutkusu: cinsel ilişki ya da mutluluktan daha güçlü olan şeyin adıdır. Ayartmak, her zaman ayartmak lazımdır. Erotik güce oyun ve stratejinin karşı konulamayan gücüyle karşı çıkmak lazımdır- tuzak hazırlamanın verdiği heyecanı tatmak, yedi kat gökyüzü üstünde bile ironik cehennem numaralarına başvurmak lazımdır. Ayartma budur. İllüzyon budur, tutkunun kötülük meleği budur.” (2004: 93)

Öznel olarak Baudrillard’ın söylediklerine, söyleyiş şekline rağmen katılsam da ve zaten mesele sosyolojik boyutuna karşın özü itibariyle öznel bir alana göndermede bulunsa da bu iddialı fransız düşünür kadar kendinden emin cümleler kurmak isteyeceğimi sanmıyorum. “Peki neticede aşk var mıdır yok mudur” sorusu ve olası “Evet vardır” ya da “Hayır yoktur” yanıtları olsa olsa bir doğa bilimcinin aklından geçer. Katiyyen disiplinler arası bir hiyerarşi varsaymıyorum fakat doğaya, varlığa ya da hayata yaklaşımda temel farklılıklar olduğu da artık gün gibi aşikardır. Amerika’yı yeniden keşfetmek istemem ama beşerin üstünde durduğu(nu düşündüğü) zemin kaygan bir zemindir. Baudrillard’ın da bu kaygan, diyalektik zemin üstünde 1400 watt’lık bir saç kurutucu etkisi yarattığını düşünüyorum ama kendisinin postmodernizmle ilişkisini göz önüne aldığımda buna şaşırmak anlamsız. Bununla birlikte, baştan çıkartan kadının portresini çizerken bir durumu/olguyu deneyimlemeden de bilgisine ulaşılabileceğini çok iyi kanıtladığına kaniyim. 

Neticede, kendi içindekileri ve dışındakileri diyalektik paradigmadan doğru okuyan herhangi birinin aşkın diyalektiğini gözden kaçır(a)mayacağına eminim. Yukarıda alıntıladığım yazar ve düşünürlerin aklımdaki sorulara cevap verdiğini söylemek zor. Bir cevap arayışı olsaydı muhakkak iyi kötü bir cevap bulunurdu, fakat en başta da belirttiğim gibi mesele bu değil. Mesele, toplumun kendini kurmak adına tutkuya ihaneti. Bir sosyal bilimci toplumun öznesi olduğu kadar nesnesi olduğunun da bilincindedir şüphesiz, fakat nesne olmanın aczi onu eleştirmekten alıkoysaydı bugünkü anlamıyla sosyal bilimlerden bahsedemezdik. Hepsinden, herşeyden evvel insanın hayatla bir derdi olmalı, yoksa toplumun ya da başka bir şeyin öznesi olmuşuz, nesnesi olmuşuz hiç bir önem arzetmez. İtiraf etmeliyim ki Lacan’ın tek bir cümlesi olmasa aşkın diyalektiğini amor fatiyle hatta tevekkülle kabullenmeye devam edecek ve bu meseleye bu kadar çok kafa yormamın kendi nevrotikliğimin eseri olduğuna tamamiyle inanacaktım. İlk anda sakızdan çıkan yazıları andırsa da ve kimse için sır olmasa da aşkın imkansızlığını, insanın sahip olmadığı bir şeyi onu istemeyen birine vermesinde görmek beklenenden derin bir tefekküre sebebiyet verebiliyor. Bu da insanı şunu düşünmeye sevk ediyor: Aşk imkansız değil, bilakis onu imkansız kılabilecek tek şey imkan dahilinde olması. 

Tutkulu aşığın, hem toplumun hem de kendinin rasyonel boyutuyla çatışması içinde kendini var etmesi bu açıdan bakıldığında daha da anlaşılır görünüyor. Foucault’nun bahsettiği türden bir güç bireye sürekli kendini korumasını, zamanı geldiğinde buyuracağı amaçlar için de gözünü kırpmadan ölmesini empoze ediyor. Rasyonel bile olmayan böylesi bir sebep için acı çektikçe yaşadığının bilincine varan bireyin ne empoze edilen amaçlara ne de toplumun pek rasyonel kurumlarına saygı duyması, itaat etmesi beklenebilir. Son tahlilde onu var eden bizatihi bu tezahüf olsa da ona karşı gözü kapalı bir minneti zorunlu kılmaktan çok uzak. Belki de asıl yanılsama buradadır: İmkansız olan aşk değil, toplumun ta kendisidir ve belki tam da bu kompleksinden dolayı aşkın içini böylesine boşaltmış, metalaştırmış, en nihayet de fetişize etmek suretiyle (şimdilik) son darbeyi vurmuştur. Etkisiz hale getirilip ölü bir güvercin gibi elimize bırakılan aşka acımayla bakıp da inancını kaybetmemesi için insanın herhalde Alice olması gerekir. Bununla birlikte herşeye rağmen inancını arzusuna katıp yaşatmaya çalışanlara aptal gözüyle bakmak da olsa olsa bize postmodernizmin yadigarıdır. Mevcut kategorileri yeniden üreterek ahkam kesmektense bu umutlu azınlığın inatçı çabasını anlamaya, anlamlandırmaya çalışmakla başlayabiliriz. Eş zamanlı olarak kadının sui generis adeta kanatlı bir şeytan olduğu yargısına da şöyle bir göz ucuyla eleştirel bakabilir ve kimbilir, kadını çetin bir amazon kılanın aslında kendinde bile bulunmayan sevgiyi onu hiç de istemeyen birine vermek için savaşmak olduğunu görebiliriz. Aksi takdirde, bu kanın gövdeyi götürdüğü savaş alanından bir sebepten dolayı uzak kalan kadın pekala “mutlu, sıcak yuva”sında sevgili bir eş ve çocuklarıyla da hayatını geçirebilir, fakat bu Prusya mavisi uyuşturucu mutluluk ezelden beri aşina olduğu kan kokusuna duyarlılığını azaltır mı ondan emin değilim. Cepheler düşer; ölüler, yaralılar, esirler verilir. Fakat tutkunun reddi, diğer bir deyişle “aşk yok” demek, “duvar yıkıldı sosyalizm bitti” zihniyetine yaraşır bir mantıktır, diyalektiğin reddi anlamına gelir ve  en az tarihin sonunu ilan etmek kadar abesle iştigaldir. 


*2006 senesinde hazırladığım bir ödev. Başlarken "makale" diyorum ama metin demeye bile bin şahit ister. Elimden çıkan her yazı gibi mektup niteliği de taşıyordu, hatırlıyorum. Nasıl çocukça yazılmış. Kendi yazdığım halde bazı yerleri anlamadım bile. Hem öğrendiğim her şeyi bir güzel kusmak, hem de bitmek bilmez sorgulamalarımı yazılı hale getirmek istemişim. İyi niyetli bir çaba, acımasız bir mektup, geçmişten gelen bir hatırlatma.




17 Mart 2013 Pazar

Kadın Hikayeleri


Hışımla kapadı televizyonu. Kumandayı tiksintiyle kanepeye fırlattı. Sözümona bir yarışmanın jüri üyesi ünlü bir kadın, yarışmacılardan küçük bir çocuğu masaya yatırmış poposunu mıncıklıyor ve herkes gülmekten kırılıyor. Duyduğu tam olarak öfke ve mide bulantısıydı.

Hikâyeler anlatılmak içindir. Er geç anlatılır. Anlatılmadan önce uzun bir suskunluk gerektirir kimi. Özellikle de kadın hikâyeleri. Kadınların birbirlerine bile anlatmak istemedikleri tatsız ve rahatsız edici hikâyeler. Ama er ya da geç anlatılır…çünkü hikayeler, tatsız ve rahatsız edici olanları bile –en çok da onlar- anlatılmak içindir. 

Bu hikâyenin geçtiği zamanda Turgut Özal cumhurbaşkanı, bütün televizyonlar renkli değil, Berlin Duvarı henüz yıkılmadı ve Körfez Savaşı henüz yaşanmadı. Hikâyenin geçtiği yer bir ev. Bir örgüt olmasından şüphe edilebilecek sayıda insan bir araya gelmiş, yemek yiyor masanın etrafında. Belki on kişi var. Hepsi iyi, güzel, doğru insanlar. Kimi evli, çocuklarını da alıp gelmişler. Şimdi salonda koşturan çocukların hiçbiri darbeyi görmedi. Kiminin anne babası henüz tanışmamıştı bile. Anne-baba değil kadın, erkek, mühendis, doktor ve avukatlardı sadece. 

Çocuklardan en küçüğü kız. Pamuklu kumaştan kısa, çiçekli bir elbise var üstünde. Kısa saçları lastik tokalarla iki yandan atkuyruğu yapılmış. Pamuklu kumaştan fitilli, beyaz bir donu var. Donun iki yanından çıkan bacakları boğum boğum. Bir bebeği andırıyor hala. Kısa beyaz çoraplarının dışarıya kıvrılınca görünen beyaz fırfırları var. Çorapları çok küçük. Ayakları da öyle. Ev tanıdık. Her oda bir keşif alanı, her eşya bir oyuncak burada. Büyükler ise konuşmaya dalmış masanın etrafında. Mevzu derin olmalı.

Ev tanıdık. Kapıdan girince hemen karşısı salon. Yemek masasını geçince karşıda koltuklar ve kanepe. Masanın üstüne düşen ışık, masaya iyice yaklaşınca açılmış bir çiçeği andıran avizeden geliyor. Başka her yer karanlık. Hol, tuvalet, odalar. Küçük kız çocuğu hem korkak, hem meraklı. Korkusu ağır basıyor. Hem salon da büyük. Açılmış çiçekten sızan ışık hole vuruyor. Küçük kız için sınır, ışığın bittiği yer.

Ev sahibinin çocuğu küçük kız çocuğundan büyük ama bir çocuk kadar küçük. Odasının kapısı kapalı. Biraz büyük çocuklar, biraz küçük çocuklara oyuncaklarını vermek istemez. Küçük kızda sezgisel bir gurur, odaya girmese de olur. Kapısında bir amca duruyor odanın. Gözlükleri var. Kareli bir gömlek giyiyor. Saçı biraz uzun, sakalı daha uzun. Biraz beyaz sakalı, çok değil. “Gel” diyor sessizce, “odada ne var”. Küçük kızdan başka kimse duymuyor bu çağrıyı. “Orada ne var? Ne var orada?”

Odanın buzlu camdan kapısı sessizce kapanıyor ardından. Kapının sağı aynalı gardırop, tam karşısında bir çocuk yatağı. Gardıropta çocuklar tırmanabilsin diye basamaklar var. Gardırop bile oyuncak. Bir de amca var odada, bir de kız. Halıfleks olan yere önce bağdaş kuruyor amca, yüzü kapıya dönük. “Gel” diyor kıza, “oynayalım”. Kızın boyu yerden dize kadar, oda kocaman, amca büyük. İnsanlar iyi ve oyun oynamak güzel. 

Kız çocuğu fazla küçük. Bir yudum su kadar bir şey. “Gel” diyor amca, “yat kucağıma”. Ev tanıdık, insanlar iyi, oyun oynamak güzel. Gülerek sırt üstü yatıyor amcanın kucağına. Amca gülerek yüzüstü çeviriyor onu kucağında. Bu nasıl bir oyun? Elbisesini sıyırıp donunu aşağı indiriyor kızın. Açıkta kalan küçük popoyla oynamaya başlıyor. Gıdıklamadan, okşar gibi. Kızın bildiği hiçbir oyuna benzemiyor bu. Nedenini bilmediği halde içi ürperiyor. Rahatsızlık ve korku doluyor içine. Neden korktuğunu bile bilmediği halde, orada olmak istemiyor. Halbuki zarar gelmez büyüklerden. Gelmez. Gelmemeli. Gelmemeliydi.


Turgut Uyar Leyla'ya

"Neden Leyla?" diye soruyorlar bazen. Bilmiyorum. İsim gelip beni buldu. Ben bana verilen isimle bir iskemle üstünde oturmuş dururken Leyla ismi gelip dudağımın kenarından öptü beni. Sonrası malum. Leylalı şarkıların tümü benim, bana ait. Şarkılardaki kadın benim. Olmak istedim. Oldum. Kendi kendimi yaptım. Ben ne yaptıysam kendime yaptım.
"Herkes Leyla'yı sever ama sen benim Leyla'msın".
Bu sözü, dudağının kenarında bir kıvrımın oluşması ile karşılayacak insanlar tanıyorum. Bugüne kadar bana "benim" demeye cesaret edemedi kimse. Bildiler ki uçan kaçan bir yaratık bu kadın. Lanetlenmiş bir mitolojik karakter gibi: "Çok sevecek, hiç ait olmayacaksın" buyurulmuş.
Nitekim lanetli bir isimdir Leyla. Şarkılardaki kadındır, şarkılar onu söyler ama hepsi bu işte. Zor ve yalnız bir kadındır o. Yalnız ölmeye yazgılı. "Nereden biliyorsun?" diye sorsalar, yine bir cevabım yok. Güçlü bir sezgi yalnızca. 
"Senin Leyla'n" diye tekrar ettim, "senin". 
Fakat o zaman Leyla kim? 
İçince mahzunlaşıyor sevdiğim adam. Dün mahzun bir sitem etti yine içerken: "sen bana hiç Turgut Uyar okumuyorsun". 
"Acı vermek istemem ki sana."
Demedim. Buraya yazıyorum.
Turgut Uyar, acının şairidir bana kalırsa. Turgut Uyar şiirlerindeki acının vücut bulmuş haline benzeyen bir adam tanıştırmıştı Turgut'la bizi de. Adamın adı Nazım'dı. "İşte ben hep böyle bildiğin gibi:/ Kaderi öpüp başıma komuşum,/ Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,/ Belli efendim, besbelli/ Yaşamaktan soğumuşum."  derdi ama nedense en çok şu şiiri ithaf ederdim ona içimden: "Bilirsin ben hoyrat severim/ -Kendi fikrime göre, erkekçe.-/ Bir ağaç, bir bulut, bir kuş ve biz/ Ellerin ellerimde, ürkekçe..." Ben öyle mini minnacık bir kadın, o öyle dev gibi bir adamdı ki hoyratça sevmekten başka şansı yoktu zaten. Varlık yerine acı sahibiydi adeta. Minnacık bir kadın, "korkak ve iyi", "ürkek ve sevgili" bir kadın hayatına girene kadar da acısı kendine yetiyordu. "Her aşkın sonu hicran" derdi, o biliyordu.
Bir kadın neden şarkılarda yaşar? Neden rakı içilirken gam ve kederle, hem de hayranlık ve hürmet ile anılır bir kadın? Acı verdiği için. Masada olmadığı için şarkılardadır. Leyla'sı yanında olan adam Leylalı şarkılar söylemez. Ne zaman ki Leyla masadan kalkar, işte o zaman şarkı başlar. 
Turgut Uyar okumayacağım ona, bunu yapmayacağım. Fakat bir iki sayfa da olsa anlatacağım, bugüne kadar nasıl "kuşlar gibi cıvıldayan acılar" tattırdığımı. Anlatmazsam ağlayacağım. "Senin Leyla'n" diyeceğim, "kimsenin olmayı beceremedi bugüne kadar, firara aşina bir aşk müptelası. Ama eğer geçilen bir fasıl ise geçeceğim Leyla'dan, senin olmak için. Yok, geçilen bir şey değil de bir varoluş ise yanacağız birlikte, olacağı bu."

14 Mart 2013 Perşembe

Güle Güle


Ofis dışında bir toplantı vardı sabahtan. 
Öğlen Osmanbey metrosundan çıkmış ancak geliyordum ofise. 
Rumeli'nin Valikonağı'yla kesiştiği köşedeki çiçekçi ablanın kaldırımı kaplayan vazoları arasında bir vazo da mimoza olduğunu görünce yüzüm güldü. 
Anısı var ama bana kadar. Yani tarihimde ne birinden ne de kendi kendime mimoza almışlığım yoktur. Ama Mazı İnceyalı sahilindeki mimoza ağacını sahiplenip 'bu benim gelin çiçeğim olsun' diye tutturmuşluğum vardır. 13-14 yaşındayım daha. Türk filmi kafaları. Hala o kafadayım ya o zaman şimdikinin 10-15 katı. Yoksa ne evliliği, ne gelinliği, olay o değil. Ben bile değilim. Olay, mimozayı en güzel çiçek ilan etmiş olmam. Böyle 15 yıl sonra omzumda çanta, elimde laptop, topuklular üstünde yürümeye çalışırken köşeyi dönünce görüp de sevineyim, yüzüm gülsün diye. Ama ne gülmek! Alenen, geniş geniş. 
Akşam işten çıktım saat 6'yı geçerken. Evde devam edeceğim çalışmaya. Öğlenkinin aynı modelim, yalnızca daha uykulusu. Valikonağı'nı bir baştan bir başa yürüyorum. Hava nasıl bahar, nasıl mayhoş. İnsanı serseme çeviren bir ılıklık var.
Baktım karşıdan Nişantaşı kapıcısı bir abi geliyor. Önünde de pıtırcık gibi bir şey, pıtır pıtır yürüyor. Az bir saçı var; o da sapsarı, kıvır kıvır. Üstünde, anasının ördüğü minicik bir yün yelek. 
Bana doğru yürüyorlar. Göz göze geldik kızla. Üstüm başım nasıl gri, nasıl soğuk ve itici bir kıyafet var üstümde. Bir yandan çanta bir yandan bilgisayar çekiştiriyor kaldırıma doğru. Ayakta durmak, ileri gitmek, gözümü açık tutmak için çaba sarfediyorum.
Göz göze geldik. Hemen değil yavaş yavaş gülümsedi. Ben dünden razı, bir anda o kocaman gülümseme geldi yapıştı yüzüme. Yüzüm aydınlandı. Nasıl ama, güldükçe gülüyoruz. Bana doğru hızlandı adımları. Babası da gülümsüyor. İşte bunlar hep havadan hocam. 
Yanımdan geçip yürümeye devam ettiler. Ufaklığa göz kırptım tam yanımdan geçerken.
Sonra ayrıldık istemeye istemeye.
Bir adım attım, iki, beş, on. Dayanamayıp arkama baktım.
Baktım o da aynı anda dönmüş bana bakıyor. Gülmeye devam. 
Tümüyle değiştirsem yönümü de ona dönsem, atsam bilgisayarla çantayı yere. Kaldırıma diz çöküp kollarımı açsam (Hülya Koçyiğit?), hiç tereddütsüz kollarıma doğru koşmaya başlayıverecekmiş de kocaman sarılacakmış gibi duruyor. Kız küçük, küçücük ama kocaman sarılır gülüşü böyle teklifsiz ve sıcak kızlar, biliyorum. 
Durmadım. Dönmedim. Sarılmadım. 
Onun yerine güle güle gittim Harbiye dolmuşlarına kadar.  

13 Mart 2013 Çarşamba

İstikamet Giresun

Heyecanlıyım ne yalan söyleyeyim. Saklayacak değilim.
Pazartesi gecesi otobüse bindiğim gibi sabah 6'da AŞTİ'deyim.
Tezel'i andım, yolda da layıkıyla anacağım.
Sonra oradan hocamla birlikte Çorum, Osmancık.
Osmancık'ta birkaç saatin ardından saha çalışması için nihai istikamet Giresun, Tirebolu.
Çok katmanlı bir heyecan bu duyduğum. 
Bir kere gitmek olsun yeter ki. Sadece gitmek, yolun hiç bitmemesini istemek...
Uzun yolculuklardan yorulacak, kök salmak isteyecek kadar olmamışım demek ki hala.
Uçağın havalanması da güzel ama gideceği yere hemen vardığı için sevmiyorum uçak.
Otobüs öyle mi, git babam git. Bir an önce gardan çıksın, şehirden çıksın diye benim kadar sabırsızlanan var mıdır acaba? Birine, bir yere varmak için de değil ha! Onu da biliyorum, işte o zaman hiç bitmez yol. Yol aynı yol ama bitmez, biliyorum. Bu dediğim gitmek için gitmek. Anlatması zor... tutku gibi, iptila gibi bir şey. Hep nefes alıp veriyor insan ama daha güzel nefes almak gibi.
Sonra Karadeniz'e gitmek. İlk saha çalışmam Artvin olduğundan (sene 2005) ilk göz ağrım Karadeniz. Uzun, yoğun bir sahaydı. Üstüne üstlük aşık olunca iyice unutulmaz olmuştu benim için... Aşık olmak da başka bir iptila işte.
Sonraki yıllarda Sinop, Kastamonu ve Samsun geldi. İşler mi bana geldi, ben mi onlara gittim hatırlamıyorum ama koşa koşa gittiğim vaki. Karadeniz'de bir şey var beni çeken. Deli deli bir şey, kendini özleten bir şey. Durup durup aklıma düşüyor denizi, dağları, dereleri. Karadeniz beni çağırıyor.
Saha demek yemek demek, neyse ki hocam ehli keyif adam. Yemek konusunda onun da benden yana sıkıntısı yok. Adana'da kurduğumuz sofra hala dilinde. Daha şimdiden sayıp döktü yol üstündeki yerleri ama vakit dar. Ah o vakitler ne zaman lazım olsa dar zaten. 
Söylememe gerek var mı bilmiyorum, önerilere açığım.

Giresun'a, Tirebolu'ya gidiyorum!..


Gitmek, "yollarda olmak" şarkım bile var:


Ben öyle sanıyordum ki insan yerine yerleşir yaş aldıkça. Oysa öyle şeyler var ki -biz onlara iptila diyelim- böyle yıllara inat sürgit peşinden geliyor. Anladım geçmeyecek. Bendeki bu küçük bir çantayla yollara düşme, daha önce nerede olmadıysam orada olma arzusu peşimi hiç bırakmayacak. Neyse ki gitmek kadar güçlü bir duygu dönmek bende. Ben hep dönerim. Er ya da geç ama dönerim ve daha güzel olurum döndüğümde. 

Alıntılarla


“insan en çok sabahları arar sevdiği kadını” 1
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara
öğleler kaba yaşanır, kalındır
akşamüstleri ince hüzünlü
çiçekler alınıp verilebilir
sabahtır yalnızlık
nasıl sabah nasıl yalnızlık
ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır
var mıdır, vardır
vardır, ama çiçeklerle değil
kendi başına
zımpara taşı gibi acımasız.

ne aklıma gelse bir bakıyorum unutmuşum
tren penceresinden bir tarla
eskiyip atılmış bir gömlek- hiç unutmam

“hiç unutmam hiç unutmam hiç unutmam” 2
diyor birisi, yineliyorum
hiç unutmam hiç unutmam hiç unutmam
çünkü hiç unutmam hiç unutmam hiç unutmayın
insan nasıl direnir başka
“hiç unutma”

bir zamanlar Kars’ta bir otel odasında
bir gezgin kokucunun bana verdiği
bir alüminyum şişeyi unutmuyorum

“ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz” 3
diyor birisi, evet ama
hayatı uzatır sanki
sanki ama ne adına
-hayatın kendisi adına
sonsuz bir törenle susuyorum
sonsuz dirim için, o sonsuz adama

sonra duyguya, ele benzer şeyler giriyor hayatıma
el midir duygu mudur
evet bazı kişiler kararsız ama
benim seçmediğim sanılır hayatımda

“el altından el ilanı dağıtıyor” 4
birisi, almıyorum allahaşkına
alamam, neden alamam
biliyorum hiçbir şey yapamam kendi başıma
biliyorum beni kendi başıma sanan birisi
durmadan hata yapıyor
serçeye kumruya öküze sormadan

insanın kendi seçtiği toprak
-doğrusu toprağın kendi seçtiği insan-
dirimin geleceğini doğruluyor durmadan

“her şeyden biraz kalır” 5
diyor birileri, çoğulluk haklılıktır
kavanozda biraz kahve
kutuda biraz ekmek
insanda biraz acı
insanda biraz mutluluk
ama en geçerli söz
(1) numaranın söylediğidir
Türkiye’de ve Dünya’da


Turgut Uyar


1) John Gordon Davies, 2) Metin Eloğlu, 3) Lucretius, 4) Turgut Uyar, 5) Bir İtalyan Atasözü


5 Mart 2013 Salı

Koku Hafızası

Bir an deliriyorum sanmadım değil. Burnuma gelen kokunun burnuma gelmesi imkansızdı. Yıl hesabıyla arı mayalı silgilerden, kokulu defterlerden daha yakın olsa da yol hesabıyla ışık yılı uzak bir kokuydu. Duyduğum yılı, günü ve yeri hiç unutmadığım bir koku. O gün 20 yaşıma giriyordum. Hayat her an değişiyor, evet, ama o günden sonra bir daha eskisi gibi olmadı. Biraz da o yüzden sanırım 23 Eylül gerçek bir doğum günü benim için. Parfüm kokusu değildi hayır. Belki biraz ama çokça insan -gerçek insan-, gri üstüne beyaz çizgilerden kareli gömlek kumaşı ve yağmur kokusunun birbirine karışmış hali idi duyduğum. Yıllar var ki duymadım bu kokuyu, nereden duyacağım ki zaten.


"Koku hafızası çift taraflıdır" dedi, "kokular hatıraları tetikleyebildiği gibi hatıralar da kokuları tetikleyebilir". Hangi hatıramı anımsamış olabilirim ki? Hem de fark etmeden? Üstümde siyah bir bluz, saçlarımı toplamış, kırmızı rujumu sürmüşüm her zamanki gibi. Hayır yalan, her zamankinden biraz daha özenmişim nasıl göründüğüme. Sevdiğim meyhanelerin birinde karşımda oturmuş, birlikte rakı içtiğim adamın beni çok, daha çok sevmesini istiyorum çünkü. Şımarmak için fazla gururlu fakat yine de arsız çocuklar gibiyim. Eğer bu an bana 20 yaşıma girdiğim günü geri getirdiyse vay halime, hayatım esaslı bir köşeyi daha dönüyor demektir. Kırmızı rujumu sürdüm, hazırım. 

3 Mart 2013 Pazar

İyilik, Güzellik, Mutluluk

Var. Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi kesinlikle var. 
Bilmesine biliyordum da iyice anladım bu sabah. 
Pastırmanın üstüne yumurta kırarken mutluluk taştı içimden.
Dün Ney'le Mey'le'de içtiğimiz rakıdan mı, yediğimiz topikten mi acaba. Nedir bizdeki bu güzellik?
Neredeyse bir sene olacak. Nasıl geçti zaman? Nasıl böyle güzel bakabiliyoruz hala? Hep böyle bakacağız, hissedebiliyorum. Bazı insanları sevmemek, gözlerine sevgiyle bakmamak çok zor.
Şanslıyız, doğru. Yirmi milyon insan yaşıyor bu şehirde. Yirmi milyon yalnızlık var. Gerçi yalnızlık hep var ama bu başka türlü bir şey. Hiç tanışmayabilirdik ama tanıştık. Bu çok güzel bir şey.
Sadece şans değil. Birikim de var. Öğreniyorsun. Hayat öğretiyor. Sıkıysa öğrenme. Bizden öncesini hiç konuşmadık ama biliyorum ki çok iyi, çok güzel kadınlar sevdi bu adam. Kadınlar da bu adamı sevdi. Zaten insana pek fazla seçenek bırakmıyor. Sonra bir şeyler oldu, üzüldü, çok üzüldü. Üzdüğü de olmuştur, eminim. İnsanız. Ben çok şanslı bir kadındım. Çok iyi birkaç adam tanıdım. Çok sevdim. Zaten en iyi yaptığım şey bu hayatta. Sonra bir şeyler oldu, çok üzdüm çok sevdiğim birkaç adamı. Tabi yara almadan çıkmanın yolu yok bu işlerde. Az üzülmedim ben de, az parçalanmadım, az yanmadım. Böyle öğreniyor insan. Yanarak, yakarak, yana yakıla öğreniyor. Kıymetini anlıyor bazı şeylerin. 
Kaybederek kazanmak gibi biraz. Öyle çok hata yaptım, öyle çok kaybettim ki anladım.
Pazar sabahı sevdiği insanla uyanmanın, sonra kalkıp çay demlemenin, pastırmalı yumurtanın kıymetini mesela. Kahvaltıdan sonra parka inip oyun oynamanın, oyun arkadaşı olmanın, terlemenin, su içmenin. Anlıyor işte insan. Hep biliyor belki ama zamanla anlıyor. Zaten zaman başka ne işe yarıyor bilmiyorum. 
Leyla'nın sonunu da hala bilmiyorum ama Pazar sabahında bir mutluluk var, orası kesin.


İkinci bir parıltı var senin bakışlarında
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
                                            Cemal Süreya

2 Mart 2013 Cumartesi

Aşiyan Leyla Yuvası

Evden çıktım. 

Aşiyan'dayım.

Yürümüşüm.

Girişteki bankta oturan iki görevlinin dikkatini çekmeden usulca girdim mezarlığa, sessizce sağa doğru süzüldüm. Biraz aşağı inip oturdum Münir Nurettin'in ayak ucuna. "Anlat" diye başladım söze.

- Beni Leyla eden biraz da sensin. Hepsini sen yazmadın, sen söylemedin elbet ama o Leylalı şarkılar hep senin başının altından çıkmış gibi geliyor bana. Anlat şimdi. Bana filmin sonunu, şarkının sonunu...bana Leyla'nın sonunu anlat. Sonunda ne oluyor Leyla'ya? Ne olur anlat üstat, sarahaten anlat. Çok merak ediyorum artık. 

Gözlerim doldu. Bir baktım ağlıyorum. 

On çeşit ot bitmişti toprağında. Yapraklarını severken dindi ağlamam.

İzin isteyip kalktım yanından.

Girişe çıktım. 

Yahya Kemal'in yanından geçip sola yukarı doğru yürümeye başladım.

Veli'nin oğluna bir sözüm vardı. Gelirim deyip gitmemiştim ne zamandır.

En yukarıda diye hatırlıyordum. Çıktım çıktım bulamadım.

"Neredesin be adam" diye söylenirken arkamdan gelen sesle irkildim:

- Kimi aramıştınız? 

- Orhan Veli'yi.

- Demin yanından geçtiniz, görmemişsiniz.

Beni takip ediyormuş. Gençten bir çocuk. Mezar görevlilerinin beni takip etmesinden hoşlanmıyorum. Yardımsever insanlar aslında. Bazen böyle bulamadığım da oluyor hani ama yine de hoşlanmıyorum işte. Aşiyan Mezarlığı da mahremi olur muymuş insanın! Kuş yuvası değil benim yuvam sanki.

Çocuğu izlemeye başladım. Çocuk saymaya başladı: Yahya Kemal, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Turgut Uyar...

- Turgut Uyar da mı burada?

- Evet. İşte Orhan Veli. Bakın Turgut Uyar da hemen şurada.

- Teşekkür ederim.

Çocuğun uzaklaşmasını bekledikten sonra ayak ucuna çöktüm Orhan Veli'nin. Toprağında biten geniş ve yuvarlak yaprakları severek konuştum. Mezar taşına bakarken gülümsedim nedense. 

- 1914-1950... 36 yaşında ölür mü insan be. Sana yetişmek için 8 sene sonra ölmem gerek. Hiç istemem bunu. Yaşasaydın ne olurdu diyeyim mi ben sana? Nazım gibi 60'ından sonra aşık olurdun. O kadında o güne kadar sevdiğin bütün kadınları sever, ona şiirler yazardın sen de. Ben hiç sevemedim Vera'yı, bilirsin. Piraye olmak isterdim küçükken, Nazım'ın Piraye'si. Leyla oldum onun yerine. İşte böyle Veli'nin oğlu Orhan Veli... Hiç bakma atamam kendimi denize, dünya güzel. Serde Leylalık var, anlatamam. Yalnız ne cins adamlarsınız kuzum. Sizi bulmak imkansız. Demin üstadın yanındaydım da. Mezar taşının içe bakan kısmında isim yazmıyor. Sen böyle kuytulara saklanmışsın. Zor adamlarsınız vesselam. Öldünüz hala zorsunuz. Bizim gibi kadınlar sizin gibi adamları böyle sevmese ne bok yerdiniz merak ediyorum. Neyse, bak sözümü tuttum geldim. Biraz da Turgut'un başına ekşiyip öyle gideyim. Gelirim gene. Söz söz, bak geliyorum işte söz verince.

Çocuğun demin gösterdiği yöne baktım, göremedim. Biraz yukarı çıkınca gördüm yerini. Turgut da az sapa değil ha, nedir benim bu adamlardan çektiğim. Yanına çıkacak yol bulmak için biraz debelendikten sonra tırmanıp çıktım, oturdum yamacına.

- ağustos 1927-1985. Ağustos'ta doğdun, Ağustos'ta öldün demek. Seni bana sevdiren adam da Ağustos'ta doğmuştu, aynı gün hatta. Yanılmıyorsam ölmedi henüz. Ağustos 1985... Sen ölmüşsün, ben doğmuşum. Eylül benim. Sen tanımıyorsun ama yanındaki kadınla aynı yıl doğmuşsunuz bak, onda da 1927 yazıyor ama 2013'te ölmüş o. Ne garip...sen gitmişsin, o kalmış. Hiç tanımadığın bir kadın ama işte yanına uzanmış yatıyor. Kim bilir ne farklı hayatlar yaşadınız. Sahi Tomris nerede? Onu göremiyorum. Senin yaprakların değişik, çatallı çatallı. Orhan'ınkiler geniş ve yuvarlak. Şiirlerinize benziyor toprağınızda biten otlar da. Ne güzel adamlarsınız siz. Bak sana ne soracağım Turgut. Bu Leyla'ya ne oluyor sonunda, sen biliyor musun? Gülme be adam, ben ciddiyim. 'Gençsin, güzelsin, kafan da çalışıyor; bu güneşli Cumartesi günü kendine dert mi bulamadın' diyorsun. 'Henüz hayattayken tadını çıkar' diyorsun. Haklısın. Ne yapıyorum ben. Bu ara bir endişe sardı beni. Hep bu şarkılar yüzünden. Leyla iyi güzel de nasıl yaşlanıp nasıl ölüyor bu kadın? Yanında kim var? Mutlu mu? Bahtı saçlarından kara olmasın, yazıktır. Derdi olmasın, varsa da söyleyebilsin. Hep ağlamasın, biraz da yüzü gülsün şu kadının. Ne diyorsun Turgut, olur mu sence? Bence de. Sağolasın usta. Hadi ben gideyim artık. Tadını çıkar dedin ya, Yeniköy Kahvesi'ne gidip bol köpüklü sade bir Türk kahvesi içeyim. Görüşürüz. 

Türk kahvesini içerken radyo dinliyordum. Zeki Müren söylüyordu