26 Ağustos 2018 Pazar

Le Péché Originel

Boş evin içinde manasızca etrafıma bakındıktan sonra bir cevap, bir çözüm, bir çare bulurum umuduyla içime döndüm. Bugün ihtiyacım olan bilgiyi en iyi bildiğim tarihte, kendi geçmişimde aradım. Kesin söylemek gerekirse 10 Temmuz ve 14 Temmuz 2007’de, yani kişisel tarihin karanlık görünümlü aydınlatıcı sayfalarında. Cevap kabak gibi oradaydı, oturmuş beni bekliyordu. Gelecekteki ben tarafından geçmişe yerleştirilmiş gibi.

Oradan sekip lise son yazımda buldum kendimi. Arkadaşımın aşkına âşık olduğum yaz. Öğrenilen ve doğru bellenilen davranış kodlarının, etiğin gotiğin ne denli havada kaldığını o yaz öğrenmiştim; insanın başına henüz gelmemiş, hiç yaşamamış olduğu şeyler hakkında sıraladığı tumturaklı cümlelerin, sözleri bir anlam ifade etmese de tekrarlaması kulağa hoş gelen tekerlemelere benzediğini de. Ta ki bizzat takılıp tökezleyene dek. Ancak ondan sonra ayağa kalkıp kendi cümlelerini kendin kurmak zorunda kalıyormuşsun. Bunun için önce yeni bir dil bulman gerekse bile…

Yazmak, dünyayı her seferinde yeniden kurmak biraz. Okura anlaşılmaz gelse bile kendin için biraz olsun anlaşılır kılmaya çalışmak. En iyi yazarak çalışılır derler ya, o hesap herhalde.

2007’de henüz blog yazmıyordum. Eteğimdeki taşları dökmek, yükümü hafifletmek için duyduğum yazma ihtiyacı dayanılmaz bir hal almamıştı henüz. Üç yıldan kısa bir süre vardı bir blog açıp adının “leyla-gündüz düşleri” olmasına karar vermeme.

22 yaşındaydım. Kimseyi öldürmediğin müddetçe büyük hatalar yapmanın serbest olduğu o ferah yaşlardan birinde. Yaralamak serbestti, yara almak da öyle. Yani tam öğrenme çağları.

Yıkıcılığımı öğreniyordum ben de. Mutluydum, huzurluydum ve bu bana doğru gelmiyordu. Tamamlanmış, bütün gibi hissetmek için çok erkendi. Yersizdi, zamansızdı. Tamam demek nokta koymaktı ve nokta koymanın düşüncesi bile nefessiz kalmama yetiyordu. Yaşadığımı hissetmek için meydan okumaya, meydan okunmaya ihtiyacım vardı. Ben de iyiliği, güzelliği, huzuru, mutluluğu alaşağı edip parçalayarak engebeler yarattım kendime. Rahatladım, nefes aldım. Belki de zaten en baştan hak etmiyordum. Benim asıl layığım oydu, o engebelerdi. İşin doğrusu hepsi birbirini besliyordu. “Ben neden böyleyim” diye kendime kızıyor ve kendimi cezalandırmak için her şeyin içine ediyordum. O zaman kendime daha çok kızıyor ve… öyle gidiyordu. Bundan tuhaf bir zevk de alıyordum. Acı vermenin korkunç bir tadı vardı.

O yıl bitti. Cemreler düşmek üzereydi. Ben onca zaman hiçbir şey düşünmeden yaşamayı, sadece yaşamayı başarmıştım. Özlemini çektiğim ne varsa yapmıştım, en çok da dans etmiştim. Metafor filan değil, basbayağı dans. Sonra cemreler düşmeye yakın ayaklarım yorulmuş olacak, bir gün durduk yere deliler gibi ağlamaya başladım. Düşündüm, düşündükçe ağladım. Güzel olan ne varsa yıkıp devirdiğim gün ve aradan geçen mevsimler boyunca her gün aslında daha çok bağlanmıştım. Ben kopmak için elimden geleni yaparken o gelip en derinime yerleşmişti. Böylece, alaşağı ettiğim her şeyin altında kaldım. Yıktığım kendi hayatımdı. Yeniden yapmak istedim, harç tutmadı. Sil baştan kurmak zorundaydım. Belki zorunda kalmasam, güçlü olmayı öğrenemezdim. Yine de öğrenmenin daha kolay bir yolu olsun isterdim.

Neden yaşadım yaşadıklarımı? Sevgim mi azalmıştı? Hayır, sevgiden yana hiç eksik olmadım. Bir an bile. Tek bir an bile. Hep fazlasından mustariptim. Kim bilir belki bunun da etkisiyle şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim, korkup kaçtım galiba. Kaçarken geçtiğim yerlerdeki her şeyi devirerek. Sonra dönüp de kırıklar ayağıma battığı vakit anladım. Neyi? Epey bir şeyi. Bugün beni ben yapan şeylerin birçoğunu.

İlk günahı işledim. Çarmıha gerildim, bedelini ödedim. Elmanın tadını sevdim, tatlıydı. Kesmedi, yılanı da kızartıp yedim. Bedelini ödedim. Cennetten kovulmadım, ben istifa ettim. Ödedim. Cenneti hep özledim. Cehennemde oh kemiklerim ısındı. Cehennemim anlamak oldu. Dişimde yılan derisi kalmıştı, tanrıdan bir kürdan rica ettim. On kere daha düştü cemreler. Yeniden doğdum.


Mythology fixed. Medusa holding the head of Perseus.

21 Ağustos 2018 Salı

Ah'lar Ağacı'ndan Cüzler

AH'LAR AĞACI
...
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı'ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

...
Bazen ah diyorum durmadan,
şimdi ben ahlatın başında,
otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengârenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.
Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, 
Hesabımı tam vermekten başka.

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak dalgınlığınızda.

...
İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgâr vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgâr vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgârgülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın
Yalnızca iki harf öğrendim:
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH'dan başka.
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!
...


MÜSVEDDELER
...
Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat
Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma
İsmini her şey koydum.
Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan.
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım
Yıldızlı bir gecenin. 
...

Yoksul çocuğuydun sen benim 23 Nisan sabahımın
Şiir okutmadım sana, folklor oynatmadım.
Yoksulluk diyorum,
O an,
Ucuz lafların çalılarına takılıyor şiirimin elbiseleri.
Sen tuz ol en iyisi sevgilim
Ben ekmekle duruma müdahale edeyim.
Bırak hazır soyunmuşken
Kuru öksürüğüne elma kabuğu ve tarçın tavsiye edeyim.
Tasfiye ettiler kediler beni aralarından
Yâr olmaz bundan sonra sarmandan sana.
Beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta
Müsait bir yerde bırak sevgilim.
Hem otuzumu geçtim azıcık
Gerisini ben yürürüm artık.
Çizgili olsun, buruşsun yüzü,
Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım.


POLLYANNA'YA SON MEKTUP
...
Benim bir köyüm olmadı.
Hiçbir şehir karlı sokaklarıyla bana
Pazen gecelik giymiş bir anne gibi sarılmadı.
İstanbul'u evlat edinsem
Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi
Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak.
Mütemmim cüz olamadım hiçbir aşka Pollyanna
Bir kitaba cüz olamadım.
Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim.
Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım.
Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı
Biri okşasam bir yumuşardı
Bire"BİR" olamadım.
...


PARAGRAF BAŞI
...
Ağlamıştık
Boyalarımız aktıkça ferahlamıştık hatırla
Gözyaşlarımız siyahtı 
Sanırdım
Yanağımın sıcağına göç ediyor kırlangıçlar
Beni anla.
Geçti ömrüm iklimden iklime
Yuva yaptım kaç paket cigaranın bacasında
Yorgunum, kahvem çamur gibi
Batmaya da razıyım, artık beni anla
Yeter ki sen beni
Hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma.


* Didem Madak, Ah'lar Ağacı, Metis Yayınları, 2017
** Şairin affına sığınarak, şiirlerin bütünlüğünü bozmak pahasına, bazı yerleri not düşmek istedim. 

16 Ağustos 2018 Perşembe

Bu Anda Ne Düşmek Dalgalara


                                    Sert bir gerçekliği göğsümde yumuşatıyorum. Göğsüm kanıyor, umurum değil.

Mazı’ya geldim. Fakat bu defa evimize değil, hikâyenin başladığı yere, çocukluğumun ve ilk gençliğimin tüm yazlarının geçtiği pansiyona. Tek başıma. Saymış, insanın doksan dokuz farklı yalnızlığı olduğunu söylüyor şair. Dün bir iki tanesinin daha kilidini açtım sanırım.

Küçük valizim ve sırtımda bilgisayar çantamla odaya girip de mini buzdolabında Leyla şarabı ve soğuk kadehler bulmak güzeldi (Teşekkürler baba). Bu odada ilk defa kalıyorum. Otuz yıl önce çadırla gelmeye başladığımızda, mutfağın üstündeki bu kat yoktu. Bungalovlar da yoktu. Çadır kurulacak mandalina ağacı gölgeleri ve üç ön oda vardı yalnızca. Bir de biz. Birkaç ulusun, eşit ve hür bir dünyaya inananları ve onların çocukları olan bizler.

Ayağıma halhaldan başka şey takmadan ve âşık olacak yer arayarak geçirdiğim yazların mekânı burası. Şu an Leyla yudumlamakta olduğum odanın üç metre ilerisindeki denizin suyunu, yaz bitiminde küçük pet şişelere doldurur, birkaç dal da (sırf böyle bir şey olduğunu yeni öğrendiğim için “gelin çiçeğim” dediğim) mimoza koparıp alırdım yanıma. Bunu yapmaktaki tek amacım zamanı durdurmaktı. Alt tarafı zamanı durdurmak. Gitmek istemezdim hiç. İstanbul'a döndükten kısa süre sonra, şişeye hapsettiğim su dayanılmaz kokular salmaya başlar, lavabo giderini boylardı. Mimozalar hep kurudu. Zaman geçti, benim boyum biraz uzadı. Pek fazla değil ama olsun.

Dün akşamüstü denizi izlerken düşündüm de… Zamanı durdurmak istemiyorum artık. Geri dönmek de istemiyorum. Anne babamın yaşlanması sinirimi bozuyor ama ona da alıştım galiba. Her şey, her yer, herkes değişiyor, evet. Bunu idrak etmekle kabullenmek aynı anda oldu, ikisi aynı şeymiş gibi. Hâlbuki yaşayanlardan çok ölenlerimizi andım orada otururken. Salt katıksız sevgiyle andım. Özlem veya burukluk dahi duymadım. Katı bir idrak ve kabulleniş oldu galiba. Nostalji-geçirgen değil. 

Oysa deniz kıyısına çömelmiş, kendi kadar bir pet şişeye dalgaları sığdırmaya çalışan sekiz yaşım şu. Her yaz olduğu gibi o yaz da hayattaki tek dileğini, yani ileride çok âşık olmayı dileyerek halhalını çıkarıp denize atan on iki yaşım. On dört yaşım bir gece yarısı herkes yattıktan sonra oturmuş, hayatının ilk rakısını yudumluyor, oysa babası söz vermiş dört yıl sonra karşılıklı içeceklerine. Bekleyemez on dört yaşım, o kadar uzun yaşayacağının garantisi yok. On yaşım heyecan içinde makarena yapıyor Niccolo ve yirmi çocukla daha. Giderayak eline, zorla İtalyancaya çevriltilmiş bir aşk mektubu tutuşturuyor. Hâlbuki çocuğun tek numarası içine kapanık ve suratsız olması. Belki bir de dikdörtgen gözlük çerçeveleri. Yirmi yaşım âşık olmuş, yirmi ikim savrulmakta. Bu küçük koya baktığım zaman hepsini birden aynı anda görebiliyorum. Hepsi bendim. Hepsi hâlâ ben. Zaman ve mekân geçişli, tüm benlerim aynı anda yaşanmakta. Belki de o yüzden geriye dönme ihtiyacı hissetmiyorum. Buradayız işte, kimse bir yere gitmiyor. Otuz üç yaşımın ise tek tabak-tek çatal-tek bıçaklı masasında kendisine bir rakı koyuşu var, Grace Kelly pes derdi bu mağrurluk karşısında.

***

Akşam yemeği biraz zor başladı. Mekânın en uzak ucundaki büyük masada, nefis deniz levreğiyle bakışırken buldum kendimi. Üç adım ötemde kırılan akşam dalgaları, mimoza ağacının arasından kırpışan yıldızlar… Bu iş böyle olmayacaktı. Rakı aldım. Ve daha dudağıma değmeden güzelleşti her şey. Kulağıma kulaklıkları takıp sanat müziği çalan bir radyo açtım. İnanılmaz bir keyifle koyduğum rakıdan bir yudum aldım. Tam levreğe dalmışken Kahraman geldi, burnunu koydu kucağıma. Levreği bölüştük. Radyoda “Mihrabım diyerek” çaldı. Altında yemek yediğim ağaca gözüm daldı, buradaki her ağacın her dalının her kıvrımını ezbere bildiğimi fark ettim.

En önemlisi Didem Madak vardı masada. Bana yeni bir yalnızlığın kapısını aralayan o oldu. Can sıkıcı bir yalnızlık değildi birlikte içtiğim, hayır. Didem Madak vardı. Etrafıma pek aldırış etmeden Kahraman’la konuşuyor, kulağımdaki şarkıya eşlik ediyor, bir yudum alıp on satır daha okuyordum. Dünyaya gülümsüyordum. Kendimi hatırladım. Aslım esasım buydu, doğru ya. Buydum ben. Ne iyi. Hiç fena olmamışım. Masamın yanından yalın ayak koşarak geçen sekiz yaşındaki ben görse öyle derdi. “İyi, hiç fena olmamış”. “Yaşlı ama genç gibi yaşlı” diye içinden geçirir ama söylemezdi bücür. Yüzüme yerleşmiş acılığı ve suskunluğu seçebilir miydi acaba o keyif ve huzur dalgaları arasından? Seçebilirdi. Nedenini bilebilir miydi? Bilemezdi. O bilmesin.

Tesadüf bu ya, çeyrek asır önce sahilde yaktığımız ateşin etrafında üç dilden Enternasyonel söylediğimiz İtalyanlara rastladım. Yaşlanmışlar. Yaşlanmışız. Hepimiz birbirimize bakınca geçmişi anımsadığımız için mutlu oluyoruz belki. “Hiç değişmedin” dedi bir tanesi. “Sizi yalnız bırakmamak, size destek olmak için buraya gelmeye inatla devam ediyoruz” dedi diğeri. “Eksik olmayın” dedim uyduruk bir İngilizceyle, “ama yalnızız”. Masanın soru sorulup uzun uzun cevap vereni, gözünün ağzının içine bakarak dinleneni olmak canımı sıktı. Rakımın son yudumunu da aldıktan sonra bardaklarımı parmaklarımın arasına sıkıştırıp “Sıktım sizi de” diyerek izin istedim. Canı burulan bendim.

***

Bodrum’a girerken sağda, etrafından döndüğümüz iri bir kaya kütlesi vardı. Oraya yaklaşırken “Şimdi bütün dertlerimizi burada bırakıyoruz, dönerken alacağız” derdi babam, inanır bırakırdım ben de. Derdim hep dağlardan büyüktü ne de olsa, âşıktım. Bu defa tek başıma yola çıkıyordum. Uğurlarken öyle demedi de “Bu iki gün çalışma, bilgisayarını açma, tatil yap” dedi. Otuz üç değil de yine sekiz yaşımdaymışım gibi dinledim sözünü. Bilgisayarı açmadım, ay sonu teslim etmem gereken çevirinin yüzüne bakmadım. Başıma kalan aşkı bile düşünmedim, aklımın uzağında tuttum. En çetin mücadele de o oldu ama başardım. Bu iki günü yalnızca kendime ayırdım. İki kitaba birden başladım: Türklük Sözleşmesi ve Erkeklik: İmkânsız İktidar. Birinin dipnotlarında diğerine atıf yaptığını görünce sevindim. Doğru ikiliyi seçmişim. Akşam yemeklerini ise Didem Madak’la yiyorum, rakıyı bölüşüyoruz. Karşımdaki muhayyel gözlerinin içine bakarak gülümsüyorum. Kırk bir yaşında göçüp gitmiş. Dizeleri sayfalara mıhlıyor beni, kıpırdayamıyorum. Onu okurken şeffaf gibiyim, kim kimi okuyor belli değil.

Akşamüstü denizden çıktım. Odaya çıkmadan bir bira kaptım aşağıdan. Odaya girdim, içinde kitapların makalelerin olduğu bez çantayı yatağın üzerine atıp balkona kuruldum. Tepenin ardında batmakta olan güneşin menevişlendirdiği denize uzattım ayaklarımı. Kulağımda radyo. Soğuk birayı açtım. Yirmi yıl önce kömür kalemle çizdiğim tepeleri, denizi izledim. Yitip giden yeteneğime ağlamadım bu defa, sızlanmaktan da sıkılmışım demek. Bir hafiflik geldi ki anlatmalıyım. Hani açık mavi gökyüzünde tek başına minicik bir bulut olur ya bazen, o bulut gibi oldum. Tek bir an. Geçecek biliyorum. Ne kadar hızlı içsem de bira ısınacak. Teslim tarihleri kovalayacak peşimden. Sevdiğim insanlar ölecek veya öldürecekler kendilerini, belki ben ölüvereceğim. Olacak bunlar, adımdan daha eminim çünkü adımın Leylâ olma olasılığı daha yüksek.

Vedalaşmadım. İçimden gelmedi. Başlangıç ve bitiş noktasını artık seçemiyorum zira. Sürekli bir akış hali yalnız. Mesela dilediğim an Merih’teyim. Aşktan neredeyse ışıyarak, dolup dolup taşarak bakıyorum ömrümce özlediğime. Sonra Şile’de, yine pet şişeye doldurduğum bir iki gün var.

Vedalaşmak zorunda olduğum bu denizin dibinde onlarca halhalım var benim. Her birini bileğimden kendi ellerimle çıkarıp attım denize. Hiç inancım olmadı. Dileğe adağa, nazara hızıra hiç inanmadım. Yalnız sevgiye inandığım için ritüel edindiğim bir iki pratik oldu diyelim. On beş yıldır parmağımdan çıkarmadığım labradorit yüzüğümü Şile’de kaybettiğim zaman üzüntüden ölmediysem, onu gerçekleştirilmiş bir adak saydığım için. Aslında yokluğunun acısını her gün duyuyorum ama daha önemli bir yokluğa karşı adadım varlığını. Yüzüğüm kadar olmasın halhallarımı da severdim. Yani acaba kısaca, en değerli gördüğüm her ne ise, onu dilerken, o an sahip olduğum en değerli şeyden vazgeçme âdetim olduğunu söyleyebilir miyiz? Böylece dileğimin gerçekleşmesini ne denli çok istediğimi mi kanıtlamış oluyorum acaba?

Velhasıl, İnceyalı denizinin dibi aşka adanmış halhallarla dolu. Bir de meteor yağmuru olurdu her Ağustos. Buradaki son gecemde odamın balkonuna çıkıp oturmamla birlikte bir yıldız Datça’nın üzerinden denize balıklama dalınca yine o yağmura denk geldim sandım. Dakikalarca bekledim, yağmadı. Yine de başka hiçbir yerde göremediğim gece göğünü izlemekten alamadım kendimi. Koyun karanlığına gözün alıştıkça sayıları sürekli artan milyonlarca yıldız ve Datça’dan Mazı’ya bir yorgan gibi uzanan Samanyolu. Varsın yıldızlar da halhalım da dursunlar yerinde. Dileyecek bir şey gelmiyor aklıma.







2 Ağustos 2018 Perşembe

Girilmez

Acıdan kıvrandığım halde gıkımı çıkarmadığımı görünce yanındakine dönüp "Böyle kadınla kavgaya girilir" dedi. Acıyla gülümsedim, gülümsemiş olmalıyım. 
Söz uçtu, tanıdığım her yüzün diline kondu. "Ama sizinle girilmez" diye geçirdim içimden. "Ne kavgaya, ne sevdaya". "Ne ölüme, ne dirime" der gibi. 


24 Temmuz 2018 Salı

Fırtına Sonrası Sessizlik



Dün gece yatarken, Trakya'dan doğru sağlam bir fırtına geliyordu, biliyordum. Bilmek rahatlatıyor. Hem bilmenin, hem yazmanın rahatlığıyla yattım uyudum. Dört buçuğa doğru yerimden sıçradım yine de. Şehir merkezi en yakın ilçelerinden bombalanıyormuş gibi aralıksız, şiddetli bir gümbürtü. Ardı ardına flaşlar çakıyor sanki. Yağmur hepten bırakmış kendini. Ne olursa olsun korktum, korkuyorum yalan değil. Tespih böceği gibi kalakaldım yattığım yerde, n'olur bitsin diye beklemeye başladım. 





Sonra bu kıyametin iyi geldiğini hissettim. Birkaç saat önce yazdığım satırlar kısmen gerçek oluyor, içimdeki fırtına dışarıda patlıyordu. İçimdekinin yanında sönük kalıyordu ama olsun. Derin bir soluk verişten uzun süren gök gürültüleri ancak birkaç saniye soluk alıp yeniden patlıyordu işte. Sarsıntıları depremi andırıyordu. Yıldırım ardına yıldırım düşüyordu, şehri göz alabildiğine kör edici bir aydınlığa boğarak. Bu gerçek. Burada kimseye zarar gelmesini istemiyorum fakat madem oluyor, iyi hissetmemin kimseye zararı yok. Asırlık çınarlar sökülüp savrulmasın, cam çerçeve inmesin, sele kapılan olmasın. Korku içinde çektiğim derin bir "oh" sebep olamaz zaten bunlara. 

İyi ki içeri almışım sardunyayı. 

Hava kapalı, boğuk, biraz serin bu sabah. Dolu dolu bir yaz yağmuru yağıyor. Ara sıra gök gürlüyor yine ama dün geceki şiddetinden eser yok. İşten izinli olmak için doğru günü seçtiğime şaşıyorum. Bu yağmura, bu yağmuru sükunetle izlemeye ihtiyacım vardı. Bu ses, bu koku... Neden bilmiyorum, sağaltıcı, sakinleştirici gelir eskiden beri. Şiddetimi alır, fırtınamı dindirir. Öyle yaşayamam çünkü. Bastırıp örtemem de. Çakıp gürlemeli, söküp savurmalı, taş üstünde taş bırakmamalıyım önce. Kör edici, sağır edici, karayılanı aktaşın ardına sindirecek bir dehşetin ardından durulup durabilirim ancak. 

Yağmur arttıkça ferahlıyor içim. Eskiden böyle yaz yağmurları yağdığı vakit saçımı açıp yağmura çıkmayı âdet edinmiştim. Hissetmek hoşuma gidiyordu. Yine gidiyor ama çoğu zaman yapmıyorum. O zamanlar daha zor karşılıyordum hayatı. Huysuz taylar gibi savuruyor, savruluyordum. Şimdi... savurup savrulmaktan vazgeçtim desem yalan ama şaşırtıcı biçimde daha bütün hissediyorum. Hayatın attığı onca çentik kırılmadan sarsılmamı sağlıyor. Ölmüyorum işte. Hayat hep ağır basıyor. Yaz yağmurları sağaltıyor. Şiddetimle barıştım, ağrılarımı sevdim, yaşıyorum. 

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Fırtına


Mutfakta çalışırken şarkı mırıldanmayı, hep de aynı şarkıyı mırıldanmayı babamdan öğrendim muhtemelen. Onunki sanat müziği, benimki sekiz yaşımdan kalma bir Sezen Aksu. Yıllardır ikimiz de hep aynı yerini söyleriz şarkılarımızın. Babam hep “Çok muhabbet tez ayrılık getirir” kısmını söyler, bense hep şarkımın ilk kısmını. İkimiz de lüzumundan neşeli söyleriz ve ikimiz de seçmemişizdir mutfak şarkılarımızı. En azından benim bir münasebetim olmadı Sezen'in bu şarkısıylaFi tarihinde onlar dilimize pelesenk olmuş, bir iki dizesi sarılıp kalmıştır dilimize. Mutfak şarkılarımız, yaptığımız yemeklerin olmazsa olmazları sanki. Acıyı tarçınla dengelemeyi öğrendim en son, içimde hem bahar hem güz. Yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti.

Fırtınalar kopuyor içimde, asırlık çınarları söküp savuruyor. Cam çerçeve iniyor şiddetinden, canlı cansız her şey seline kapılıyor. Birbiri ardına şimşekler çakıyor, gök gürültüsü göğü yarıp paramparça edecek gibi. Koca kentleri dümdüz ediyor depremlerim. İri dalgalar alıp denize katıyor süprüntülerini. Ta ki tek bir canlı sesi duyulmayana dek.

Sonra insan içinde veya evde yalnızken, fark etmiyor, dopdolu bir "of" çekiyorum nefes yerine. İçimdeki fırtına bir solukta kaçıveriyor içimden. Saçma derecede yüksek "of" nidam, karşısında yıkacak dağ bulamadığından boşlukta kaybolup gidiyor. Kaybolup gittiği boşluğa öylece bakıp duruyorum, kaskatı, ifadesiz. Heyula gibi, vahşi bir hayvan içimde pençeler savurmuş da ruhumla tenim arasından yol yol kanlar sızıyormuş gibi. İşte öyle bir şey.

Diğer yanım bahar bahçe. Gülünce gözlerinin içi gülüyor, sevince bütün ağrılarım geçiyor. Öncesiz sonrasız ılık bir an içinde yuva kuruyorum göğsünde. Tam kendi kadar bir yuva bulmuş, mutlu, minik bir serçeden farkım yok. Baharda kuşlar gibiyim. Buradan ve bu andan başka hiçbir şey yok gözümde. Yaralarım tuzum tuzum diyor, tuzla pansuman yapıyorum. On küsur yıl önce, “varlığının bilincine varabilmek için acıya muhtaçtır” demiştim insan için. “Canı acımadıkça canını bilmeyen insanın damarlarındaki kan pekâlâ yaşam potansı olarak yorumlanabilir” demiş, “akarak özgürleşmediği sürece o potansın gerçekleşmediği”nden bahsetmiştim. Boyumu aşmışım amenna ama tümüyle haksız değildim. Canımın yanmasından değil, yanmamasından korktum. Duymamaktan, duyumsamamaktan, körleşmekten. Körlük şöyle dursun, gözlerimiz delip geçiyor birbirini. Canımız yanarken onlar konuşup ağlaşıyor, sonra yine onlar gülüyor birbirlerine ışıldayarak.

Göğüs kafesimin içinde büyütüyorum seni. Kafes dediysem mahpus değilsin elbet. Sana beyaz, temiz çarşaflardan bir yatak yaptım orada rahatça uykuya dalasın diye. Kim bilir, uykunda kâbuslar gördüğün, çarpıp çırpındığın için ağrıyordur belki göğsüm. Sancım, sızım, kalp ağrım.




8 Temmuz 2018 Pazar


4 Şubat 2018

Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben /Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben. Bu mısraları okuyup yazabildiğim noktada bırakmıştım Osmanlıcayı. Varmak istediğim yer, söylemek istediğim söz buydu. Chagrin’i çok sevmek gibi biraz. Şimdi hepsi dinmeyen bir ağrı yumağı gibi hayatımın orta yerinde duruyor.

Sevdiğim; aradığım lisan-ımahsusu bulmaya vaktim yetmeyince, sînemdeki dert misali pinhân bir lisan aradım fakat biliyorsun ketum değilim sen gibi, hele böylesini sarahaten söylemekten başkası gelmiyor elimden.

İnan ben de beklemiyordum böyle olacağımı. Fakat sen daha da beklemiyordun, malum. Yokuşun aşağısında sağa dönüp gözden kaybolurken hiç bu denli sevilmeyi bekleyen bir adama benzemiyordun. İzledim, evet. Bunu tahmin etmiş olmalısın.

Hani çocukken bütün saflığımızla inanarak tekrar tekrar izlediğimiz filmler var ya. Beni yaralayacağından endişe ettiğin gelenekselliği ben yıllar boyunca o filmlerden zehir misali tatlı tatlı içtim. Doğu toprağında Batı kültürüyle yetişirken bir sen bocalamadın. Bir sen bastırmadın, bir sen ehlileştirmeye çırpınmadın ki bu iki değirmen taşı arasında un ufak olurken elekte kalan marazlarını. Sana dair, yalnız olmadığımı hissettiren bir sürü şeyden biri de bu arada kalmışlığın. Haksızlığa da uğrasan, araya ayrılık hatta ömür de girse yıllar boyunca içinde yaşamaya devam edecek aşklara, iki insan arasında kuruldu mu bir daha kopması mümkün olmayan bağlara bütün kalbimle inanmaya devam ederken eyvallahı olmayan bir insan, kendi gücünden gayrısına güvenmeyen bir kadın olmayı öğrenmek kolay mıydı sanıyorsun?

Şimdi bu satırları yazıyorsam, biraz da o filmlere hâlâ inandığımdan. Görünürde inanılabilecek hiçbir şey olmayınca, kendime aşktan sevdadan daha inanılası bir şey bulamadığım için. Lütfen tek inancımı alma elimden.

Kirpiklerim günlerdir gözyaşı harcıyla tutunuyor birbirine ama önemli bir farkım var ağlamaklı Türkân’dan: Arzuma ket vurmamayı öğrendim ben. Hani şu meşum uygarlığımızın üzerine basarak, bastırarak üzerinde yükselmek için yüz yıllardır çabaladığı o dehşet verici dişil güç. Kadının ürkek bakışlarının gerisinde saklaması, fazlasının erkekte bulunması makbul sayılan arzu. İşte ben gücümü, onurumu, bedenimi geri aldım o filmlerden. Öte yandan bir adamı aşkla sevdayla, yıllar boyu döner mi dönmez mi, seviyor mu sevmez mi bilmeden sevmek, beklemek bende kaldı. Bu adanmışlıktan daha geleneksel bir şey geliyor mu aklına sevdiğim? Yoksa tutkumun, arzumun şiddeti bunu göremeyecek kadar dehşete mi düşürüyor seni? Düşme ne olursun.

Kaldı ki bunu ben tek başıma var etmedim. Sen de bu işin içindesin. “Aşk, sizde olmayan bir şeyi, onu istemeyen birine vermektir” diyordu Lacan. Sana verebilmek için böylesi çırpındığım aşk seni tanımadan önce bende yoktu. Onu, kendinde var olduğunu bile bilmediğin aşkla sen var ettin. “Onu istemeyen birine” vermeye çalışır insan çünkü aşkta asimetri esas. Kusurluluk gibi olmazsa olmaz. Kusurlarımız, daha doğrusu kusur saydıklarımız… çok dahası var, biliyorum, öyle ha deyince dökülüvermeyen cinsinden. Çok daha derin, çok daha karanlık, belki çok daha çiğ, çok daha acı muhtemelen. O yüzden en çok ağlarken yaklaşıyoruz birbirimize. Yoksa ne ben Leylâyım, ne de sen Mecnun. Biliyorum. Hiçbir şeyi sakınmadım, saklamak istemedim senden. Sen de saklanma istedim… Sense isminden, sesinden, nefsinden ve nefesinden eyledin beni.

Dışarıda kendinden emin adımlarla yürürken tek yaptığımız saklanmak değil mi? Hâlbuki başımızı yastıklara koyup yorganı da başımıza çektiğimizde kurulan o iki nüfuslu, ılık, güzel dünyanın tek sakini ben değildim, biliyorum. Dışarıda başı bulutlara değen adamın âşık olduğum başını sînemde sevdim ben, yanağımla öptüm perçemine takılmış bulutları, dudaklarımla okşadım. Gözlerini gördüm. İçi gülen, içi dolan, içi yanan gözlerini. Beni yaralayacağını sandığın hırçınlığını da sevdim. Bana bunu yapmaya gücü yeten olmamıştı; gücünü sevdim, güçsüzlüğünden geldiğini bilerek. Her şeyin gibi kendimden bilmem gereken firarîliğini göremedim bir tek. Bizi bırakıp gideceğini hiç düşünmedim. Ne yapayım, sen de kırk, ben diyeyim otuz yıl, yerimi hiç böylesine sevmedim. Doğrusu, bir yerim olduğunu bile hiç düşünmedim. Bu kadar güzelini hayal edemezdim.

Sînende sakladığın bir derdin var, biliyorum, çözmeye ne benim ne bir başkasının gücü yeter. Çözüp çözememenin bir önemi yok bu bahiste. Çözmek istiyor musun, istemiyor musun; salt bunu düşünmek için bile yalnız kalmalısın, biliyorum. Fakat yalnızlığını ihlal etmeyi aklımdan bile geçirmedim. Biliyorum sen çözmek, çözülmek isterken ancak izin verdiğin müddetçe, izin verdiğin kadar yaklaşabileceğimi. Bilmediğimi düşünecek kadar tanımamış olamazsın beni. Baktığımız zaman… pek de tanımadın. Ne kendine fırsat tanıdın, ne bana. Oysa yirmi küsur yıldır içinde büyüttüğün, gittikçe ağırlaşıp yüzüne sinen, içine yuvalanan, bakışlarını kekreleştiren, seni hep ayrı ve uzak kılan o duyguyu tanıyorum. Bırak konuşayım onunla, bırak susalım birlikte.

Geçmişte verdiğin yanlış kararlardan bahsedip onlara bir yenisini ekliyorsun. Asıl geç kaldığını söylerken göz göre göre geç kalıyorsun. Hikâyelerinin ortak noktası sensin, düğüm senin içinde. Bunun senden başka kimseyle ilgisi yok, olmayacak. O yüzden, birini senden az seviyor diye, birini senden çok seviyor diye kendinden uzaklaştırmaya devam edemezsin. Olmayan bir simetriyi arayarak ömrünü tüketemezsin. Bırak içindeki düğümle seveyim seni. Çözmeye çalışırken ya da onunla birlikte yaşarken yanında olayım. Yeterince acı var zaten. Bir de biz birbirimize acı vermeyelim ne olur. Yokluğumuz değil varlığımız acı vermeye başladığı zaman ayıralım yollarımızı. Birlikte mutluyken ve birbirimizi seviyorken değil. Bu acıyı çekmek zorunda değiliz. Kendine de, bana da izin ver. Bu acıya bir son ver. Yaşayacak günümüz varken bırak paylaşalım. İçimizdeki şeytanlara karşı savaşırken yalnızız zaten, bırak dışarıya karşı birlikte savaşalım. Çirkinliğe, hoyratlığa, yaşadığımız her günü bize zehir eden, dört yanımızı saran o pişkin kötülüğe karşı beş vakit hiç usanmadan küfredelim, okuyalım, yazalım, üretelim, güzel olan neyimiz varsa çoğaltalım, burada böyle debeleniyor olmanın kederine kadeh kaldıralım, güzelleşelim, birbirinden kötü espriler yapalım birbirimize, inceliklerden, iyilikten, sevgiden güç alalım. Rüyamız bir, dünyamız bir… Sana bu karanlık bu gürültü içinde ellerimi uzatıyorum.

Gittiğinden beri pek bir şey yemedim. Ya içiyor ya uyku hapı alıyorum. Onulmaz acılar içinde kıvranan hayvanlar gibi uyutuyorum kendimi. İkişer hap da uyutmaz olunca hapı bıraktım gerçi. Dudaklarımı, parmak uçlarımı uyuşturuyor. Kalbim de ağrıyor ama haptan mı emin değilim. Kaburgam fena değil, yataktan daha kolay kalkıyorum artık. Sağ kolum hâlâ güçsüz, sol kolumdaki ağrı artıyor. Kontrole gitmedim, devam ederse gideceğim. Senin yerine ben antidepresana başlayacağım belki. Bunları üzülesin diye demiyorum. Aksine. Ne yaparsan yap benim için üzülme. Er ya da geç bir yolunu bulurum yaşamanın, hiç ağlamadığım günler olmaya başlar yeniden. Yalnızlığımla ezelden beri barışığım. Bugüne dek sensiz olduğumu bilmiyordum yalnız. Sensiz olduğumu bilmezken sadece yalnızdım. Zaten bunca yılın sonunda bulup da kaybettiğimiz şeye ağlıyorum sadece. Ayrılık sevdaya dâhil filan değil, senin de benim de içten içe müptelası olduğumuz ıstırap pekâlâ aşka dâhil yaşanabiliyor. Bu çektiğim ıstırap değil başka bir şey. Kopkoyu bir yas. “Karanlık bir gece, yol görünmüyor, yürüyorum dikenlerin üstünde” hafif kalıyor.

İçi boş bir kabuk gibiyim. İfadem yüzümde katılaşıyor. Senin o meftun olduğum acılığın sirayet ediyor her zerreme. Hayatın her veçhesini doyasıya paylaşabileceğimizi fakat bunun için azıcık uğraşmak yerine birbirimizden kilometrelerce ötede, önümüzde duran ekranlara bomboş baktığımızı bilerek yaşıyorum. Evin her eşyasına, her köşesine nefretle bakıyorum kaç gündür. Seni çok, çok fazla özlüyorum. Bir tek kapı ziliyle mesafeli bir ilişkim var. Ne gidişin gitmeye, ne ayrılık ayrılığa benziyor; sen ne gidebildin, ne kalabildin sevdiğim. O yüzden beni suçlayamazsın kapının çalmasını beklediğim için. Bir şey bildiğimden değil. Hiçbir şey bilmediğim, anlayamadığım için de bu haldeyim biraz. Tek bildiğim, hayatın ne kadar zor olduğu. Severek ayrılmanın ondan da zor olduğu. Hem sevip hem de hayatı paylaşabilmenin bu kadar kolay vazgeçilebilecek bir şans olmadığını biliyorum. Kapı çalarsa, kim olduğunu sormayacağım bile. Seni adımlarının basamaklarda çıkardığı tok sesten tanıyorum.

İkimiz birlikteyken başımızdan ne geçerse geçsin, birlikte hangi süreçlerden geçersek geçelim, sen bana aklına gelebilen en büyük kötülüğü de etsen ama en affedilmez saydığını, yine de şu an olduğumdan daha vîrân olmayacaktım. Eğer bunun kararını, böylesinin daha iyi olacağı kararını benim adıma da vermişsen o zaman öfkelenirim sana. Birlikteyken uzaklaşıp yakınlaşarak, susarak ve paylaşarak üstesinden gelebileceğimiz bir şeyi kendini koparıp atarak çözdüğüne gerçekten inanıyorsan, öfkelenirim. Beni sevdiğini, özleyeceğini, benimle mutlu olduğunu, hiç böyle sevilmediğini söyleyerek gittin. Bana ve kendine ettiysen bir bu kötülüğü ettin. Bir de hesabın yanlıştı, eksik ömür biçtin.

Çok özlüyorum seni. Sen de beni özlediğin için delilik gibi geliyor bu çektiğimiz. Bensiz daha mutlu olacağını bilseydim yazmazdım, inan. Eğer biraz olsun özlüyorsan, lütfen özlemeyi bırak ve acımıza bir son ver. Dayanamıyorum.


19 Haziran 2018 Salı

Çocuklar, Köpekler, Kırlangıçlar


Kendimi deniz kenarına attığım ilk sabah başladı. Küçük bükün sol ucundaki kayalıkların dibine, uysal dalgalardan iki karış öteye serdiğim havlunun üzerine uzanmış kitap okurken "Bak" diyen bir çocuk sesi işittim. Ses, neredeyse suratımın dibindeki bir oğlan çocuğundan geliyordu. Yine de "Babasıyla konuşuyor" diye düşünerek üstüme alınmadım. "Bak" diye yineledi ısrarla. Güneşten saçı sararmış, teni kararmış cılız oğlan çocuğu hiç oralı olmadığım halde benimle konuşuyordu. "Bak, deniz yıldızı. Çok küçük". Sahiden de minicik kırmızı bir deniz yıldızı duruyordu gösterdiği yerde. "Senin kadar" diye geçirdim içimden. Gülümsedim. "Yaşıyor mu?" diye sordum. Sorumu hafifçe kımıldanarak yanıtladı minik deniz yıldızı. "Bak yaşıyor, hadi onu denize at" dedim çocuğa. Hiç düşünmeden alıp denize yöneldi çocuk, tam atacakken durdu, üzerine basılmasın diye iskelenin altına doğru attı yıldızı. Çocukla bir daha konuşmadık.

Ertesi günü sabah erkenden babamla gittik küçük büke. O döndü, ben biraz daha kaldım. Bu defa da bir köpek dadandı. Yine. Ama ne köpek. Daha bir yaşını doldurmamış iri bir dişi. Uysal dalgaların süründüğü çakılların üzerinde, sahil boyunca koşuyor, sonra yarım daireler halinde zıplayarak hızla denize giriyor, bana kadar yüzüyor, etrafımda köpek balığı misali bir iki tur döndükten sonra sahile çıkıp silkeleniyor. İki saat boyunca hiç bırakmadı.

Çocuklar, köpekler, çocuk köpekler... Var, aramızda teklifsiz bir bağ var hepsiyle. Bugün de kırlangıçlar işte. Yok, onlar gelip beni bulmadılar da ben onların farkına vardım bugün, büyülendim. Hani neredeyse yanı başımızda akarcasına uçuşlarını dakikalarca izleyebilirim gibi geldi. Kimi zaman dalıp izledim de. 

Oysa ne saçma bir şeye üzülüp öfkelendim bugün. Ağrısı koluma vurdu, hâlâ geçmedi. Ama hayat var işte. Hep "Ölüm var" diyecek değilim a. Hayat var. Çocuklar var, köpekler var, kırlangıçlar var. Camgöbeği denizde balık sürüleriyle kovalamaca oynamak var, gün batımında içki yudumlamak var, içerken susup dalgaların sesini dinlemek var, ılık yaz yağmurunun altına girip saniyesinde sudan çıkmış balığa dönmek var. Güzel bir şeyler hâlâ var yani. İnsan unutuyor. Bir hatırlatma olarak buraya not düşmüş olayım.


13 Nisan 2018 Cuma

İstanbul'daki Sır* (1936, Andrew Marton)




The Secret of Stamboul 1936 tarihli bir İngiliz yapımı. The Spy in Black'in (1939, Michael Powell) gişedeki başarısından sonra 1939'da The Spy in White adıyla yeniden gösterime sokulmuş. Başrollerde 27 yaşında bir James Mason, 19 yaşında bir Valerie Hobson var. Mason'ın sinemada henüz ikinci yılı. Taze bitmiş gibi duran ince bıyıklarıyla ilk arzı endam edişinde hemen tanıması biraz güç. Fakat o sesi bir başkasının sesiyle karıştırmak daha da güç. (Gerçi Youtube'daki kaydın ses kalitesi nedeniyle maalesef arada kaynayıp giden çok replik oluyor. Bir yerlerde restore edilmiş veya hiç değilse altyazı döşenmiş bir versiyonu olduğunu ve er ya da geç bir gün kavuşacağımızı umuyorum.)


---SPOILER---

Olay İstanbul'da geçiyor :) Film macera-polisiye olduğu için konuyu anlatmak istemezdim fakat anlatılmayacak gibi değil. Her şey, İstanbul'da tütün fabrikası bulunan bir İngiliz iş adamının yatırımını korumak istemesiyle başlıyor. Adam orada ters giden bir şeyler olduğundan şüpheleniyor ve ne olup bittiğini anlaması için Larry'yi (James Mason) İstanbul'a gönderiyor. Sene 1936, Atatürk henüz yaşıyor, cumhuriyet tazecik, jet hızıyla modernleşme sürüyor. 

Devrik hanedan üyesi Ali rahatsız, darbe yapıp ülkenin sultanı olmayı planlıyor. Bu amaçla gizli bir örgüt kuruyor, örgütün üyeleri de eski rejime özlemli vatandaşlar. Ali'nin sağ kolu Kazım (Frank Vosper) eski harem ağası. Vosper 37 yaşında ölmeyeymiş daha nice kötü adama müthiş hayat verirmiş. Rolünü keyfini çıkara çıkara oynuyor, keyfi seyirciye kadar geliyor.

Tebaasının tekrar başına geçmeyi kuran devrik hanedan üyesi Ali aynı zamanda genç cumhuriyetin ordusunun da yüksek rütbeli bir mensubu. Amacı doğrultusunda ordu içinde bir grubu örgütleyerek gizlice silahlandırıyor ve Rauf karakterinin diyeyazdığı üzere "to make Turkey great again" "devrim" yapacağı günü bekliyor.

"Alt tarafı muhasebe defterlerini kontrol edecektim, neyin ortasına düştüm lan ben" diye düşünse de çaktırmamaya çalışan Larry'nin bu keşmekeşte en büyük yardımcısı sürgün Rus barones Tanya (Valerie Hobson). Ve olaylar gelişiyor. 

---SPOILER---

Boğazın ortasından izlediğimiz cami silüetleri olmasa film sanki İstanbul'da değil Venedik'te geçiyor. Film boyunca ulaşım için kara yolundan ziyade deniz yolu kullanılıyor. Bir yerden bir yere mi gidilecek, hop atlıyorsun motorlu küçük bir tekneye. Oh ne âlâ memleket. (Dönemi anlatan romanlarda okuması başka, görmesi başka oluyormuş.) 

İç mekan dekorları Ninotchka'nın (1939) İstanbul'da geçen son sahnesindeki dekorları andırıyor, ziyadesiyle Arabesk. Dekorlar neyse de, hazır İstanbul'a gelmişlerken keşke birkaç dakikacık olsun İstanbul'un sokaklarını, gündelik yaşantısını gösteren belgesel tadında görüntüler alsalarmış dedim. Şimdi Facebook'ta bol bol dolanır, hava alırlardı.

Son olarak, İstanbul'da yoldan çevirdikleri herkes sular seller gibi İngilizce konuşsa da Türkçeler biraz Google Translate. Olsun. James Mason'ın bir "Canım..." deyişi var, o yeter. 





Filmin Youtube bağlantısı: https://www.youtube.com/watch?v=TObol_M8wq4 


* Film Türkiye'de oynadı mı, oynadıysa hangi isimle oynadı bilmiyorum. Başlıktaki isim benim çevirim -ç.n.

27 Mart 2018 Salı

Bir Çift Kumru Havalansa, Hiç Kokmasa da Olur Papatya*


Öğleden beri güneşi gören yoktu zaten. Akşam olmasına yakın hepten çöktü hava. Gökyüzü üzerimize kapandı sanki. Safları sıklaştıran kara bulutların altı çatılara değdi değecekti. Görece bir aydınlık, bulutlarla çatılar arasındaki ince bir şeritten ibaret kaldı. Oralı olmamaya çalıştım, çalışma lambamı yaktım.

Bırakacağı belliydi ya yine de birden bıraktı kendini. Pencereye inen birkaç damlanın ardından bulvarın karşısındaki evler görünmez oldu. İştahla yağıyordu. Her sabah pencere önündeki buğday istihkakından faydalanmaya gelen kumru çifti bu defa, arasında eskiden çamaşır iplerinin gerili olduğu demirlere konup birbirlerine sokularak yağmurun geçmesini beklemeye koyuldular. Burayı güvenli bellemişlerdi, burada onlara kimse zarar vermezdi. Yine de yok yere korkup uçmasınlar, uçup da ıslanmasınlar diye uzaktan izledim imrenerek.

Az sonra, yağmur hâlâ devam ederken, bembeyaz bir aydınlığa gömüldü hava. Yağmur dinmeye yüz tutup çiselemeye başladı. Diner dinmez de uçup gitti kumrular. Yine tek başıma kaldım. Güneş çıkıverdi saklandığı yerden. Havanın serinliğine inat, ılık bir sarıya boyadı her şeyi. İstemsiz gülümsedim. İstemsiz mutlu, istemsiz huzurluydum. İstesen olmaz.

Ne çok kara bulut var üzerimize çöken, ne çok ihtiyacımız var birbirimize. Ufuktaki ince şerit bile etmiyor bazen aydınlık. Öyle uzak, daha da uzaklaşıyor. Hiç dinmeyecekmiş gibi yağıyor, hiç susmayacakmış gibi gürlüyor. Yorganın altına girip hiç çıkmamalı. Orası güvenli, orada bize kimse zarar vermez. Biz bizi yaralamadıktan sonra bize kimse dokunamaz. Son sahnede Emmi’nin Ali’ye dediği gibi, birlikteyken birbirimize iyi davranmalıyız, yoksa hayat yaşamaya değmez.

Oysa hayat yaşamaya değiyor. Yağmur sonrası gökkuşağının altından değil, rutubet gibi her yanımıza yapışıp çürüttüğü, kokuşturduğu yetmiyormuş gibi iyiden iyiye içimize de çökmeye başlayan kasvetin içinden söylüyorum bunu. İçimize yuvalanan korku ve öfkenin uyandırdığı dehşetle söylüyorum. Hayat fazla değerli bunlar için. İyimser mi oluyorum böyle söyleyince? Oysa aklımda hep ölüm var konuşurken. Ölüm olduğu için hayat var ve ölüm vaktini bilmediğimiz için hayat bunca kıymetli. Çok korktuğum için çok tutkunum yaşamaya.

Yeniden tam zamanlı işe başlayacak, dolayısıyla İstanbul’a çakılıp kalacak olmamın en güzel yanı yeniden saksı çiçeği bakabilecek olmam. Ben içten içe buna sevinirken, elinde bir saksı çiçekle geliverdi çok güzel bir kadın. Güneş gibi bir şey. Çiçek değil, kadın. Can getirdi evime. Dönüp dönüp çiçeğe bakıyorum. Belki orada, bütün güzelliğiyle pencere kenarında durduğu için daha az korktum gök gürültüsünden. Korkacak bir şey olmadığını anımsattı bana, ben varım, buradayım dedi. Bilse de insanın bazen ihtiyacı oluyor anımsatılmaya. Katmer katmer açmış pembe bir papatya bunun için yetip de artıyor. İstemsiz gülümsetiyor böyle.





* http://www.siir.gen.tr/siir/m/melih_cevdet_anday/ani.htm


20 Şubat 2018 Salı

Sevmek Zamanı (1965, Metin Erksan)



Kaçıncı kere izlediğimi bilmiyorum. Dört olabilir. Birkaç yıl önce eve aldığım projektörü ilk defa çalıştıracağım zaman açılış için seçtiğim film de buydu. Korkunç bir VCD kopyasından elbette. Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi öğretim üyeleri ve öğrencileri sağ olsun var olsunlar, bu akşam ilk defa restore edilmiş haliyle izledim Sevmek Zamanı'nı ve yer yer ilk defa izliyormuş gibi hissedip yeniden sevdim.

Hazzetmediğim semtin hazzetmediğim alışveriş merkezinin hazzetmediğim sinemasının birkaç yüz kişilik geniş salonu festival seyircisiyle tamamen doluydu bu akşam. "Festival seyircisi"nden ne anladığımı yeniden gözden geçirmeliyim belki de. Başlarda ihtimal vermesem de çoğunluk ilk defa izliyor olmalıydı. Olabilir. İlk izlenen kopyanın bu incelikli, tertemiz restorasyon olması da, böylesine geniş bir beyazperdede izlenmesi de büyük şans. Mesele bu değil. Aslında mesele ettiğim şeyin hem toplumsal, hem kişisel ve elbette ki politik veçheleri var ve elbette hepsi de iç içe geçmiş vaziyette canımı yakıyorlar.


Kültürel yaşamın çölleşmesini ve bunun son derece bilinçli izlenen politikalar neticesinde bu noktaya gelmiş olmasını ayırıp bir kenara koymaya çalışacağım. Varsayalım ki mesele tamamen kişisel hassasiyet. Her halükarda tepkimi ifade etmem gerek. Değil mi ki memlekette ifade özgürlüğünün daniskası var.


Şaşırtıcı ölçüde genç olan seyirci, filmin toplasan birkaç A4 sayfası dolduracak repliklerinin hemen hepsinde kahkahalarla güldü. Buna en duygusal, en kritik sahneler ve hatta final de dahil. Küçük bir gruptan da söz etmiyorum. Çürümekten nihayet kurtarılmış bir yerli klasiği seyretme deneyiminin içine eden bir desibelden, YouTube'da tek başına komik video izlerken verilebilecek pervasızlıkta tepkilerden bahsediyorum.


Aynı salonu paylaştığım seyircinin hayatında ilk defa eski Türk filmi izliyor olabileceğini bile düşündüm. Bugüne kadar izledikleri en eski yapım 2005 tarihli filan olmalıydı. 1965 İstanbul'unu, daha doğrusu sinemasını, daha da doğrusu Sevmek Zamanı'nı ilk defa mı görüyorlardı gerçekten? Bilet alırken ne görmeyi bekliyorlardı; gördükleri, anladıkları neydi? Evet, bazı replikler havada kalıyor, seslendirme de bunun önüne geçemiyordu ama bunca kez izlediğim Sevmek Zamanı'nda güldüğümü ya da gülünebileceğinin aklımdan geçmiş olduğunu hiç hatırlamıyorum.


Acımasızlık ediyor olabileceğimi düşündüm sonra. Küçük dünyamda "Yeşilçam hayatı" yaşadığım için bunca şaşırmış, öfkelenmiş, neredeyse kişisel olarak hakarete uğramış hissediyor olabilirim. Bihter Özdemir Dinçel'in Ezop Sahne'de, yazdığı ve oynadığı Aşiyan oyununun içime bunca oturabilmiş olmasının, sahnede kendimi izliyormuş gibi hissetmemden başka bir açıklaması var mıydı? Dehşet içinde çıkmıştım oyundan. Tüm anahtar kelimeleriyle bu bendim. Bir sahneye konup üzerime ışık tutulsa böyle mi görünecektim? 


Balkonuma konan kumrulara her gün aşurelik buğday veriyor, balkonumdaki iri saksılarda yalnız baharları bir iki hafta açan sarı laleler yetiştiriyor olabilirim. Bir de bunları yazarken pikaptan Neşe Karaböcek plağı dinliyorum. Hepi topu bu. Bu mu? Değil. İnsanların kahir ekseriyetini kaba ve hoyrat buluyorum. Gitgide kendi aşiyanımı kuruyor, onun içine çekiliyorum. Dışında kalanları yargılamam haksızlık muhtemelen. Ama işte... hayal kırıklığına uğruyorum. Evet, hâlâ. 

Bu filmde Müşfik Kenter'in gözlerinin içinde yaşayan dünyaya ve o gözlerin altındaki her bir kırışıklığın derinliğine ayrı ayrı inanıyorum ben. Sema Özcan'ın, fotoğrafının yerine bıraktığı kısa mektubunda yazdığı her bir satıra inanıyorum. Böyle şekillendim bir kere, içim böyle, dışıma ne yansıtırsam yansıtayım. Sevmek Zamanı'na gülenlerin inandıkları şeylerin çoğuna da ben inanmıyorum. Zaten çoğu şeye inanmıyorum. İnandığım şeyler sayılı. Sevginin bu türlüsü de onlardan biri işte. Belki de yegane. 


Bu satırları yazarken gün 20 Şubat oldu. İlk cemre havaya. Hiçbir şeye değil cemrelere inanıyorum mesela. Son 15 yıldır her yıl Ece Ajandası almamın tek sebebi cemrelerin düştüğü tarihleri söylemesi. "Yeşilçam" mı bu şimdi? Cemrelerden bahsedilen bir film izlediğimi hatırlamıyorum. 


Bir ülkenin sineması nasıl işledi içime, zaten yatkın olan ruhumun nasıl döktü kalıbını... inanılır gibi değil. Ben "koskoca kadın", inanmayı çok yıllar önce bırakmış olmam gereken bir şeye şiddetle, inatla ve hem de çaresizce inanıyorum. Bilinen bir tedavisi de yok. 


Cemreler düşüyor. Sevmek zamanı.