İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını...
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını...
(Piraye için Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri’nden)
(Turgay Fişekçi. Nâzım Hikmet: Yaşamöyküsü. Aralık 1997. Kavram Yayınları: İstanbul. Sayfa 39)
Nazım’ın en sevdiğim şiirinin altına en sevdiğim fotoğrafını koymak istedim. İnternette aradım bulamadım, ben de taradım koydum. Bu fotoğrafta hasta yatıyorlar, grip dağıtmış ikisini de ama ayıramamış. Yüzlerine vuran ateşi bu siyah beyaz fotoğraftan seçebildiğime inanıyorum nedense. Nazım’ın hep bir nizam içinde duran kıvır kıvır saçları dağınık; Piraye, bu halde fotoğrafının çekilmesinden epey hoşnutsuz olacak ki objektife bakmamış bile. Nazım, 1945’in 8 Ekim’inde yazdığı mısraları gerçekler gibi: “Çekilmez bir adam oldum yine: uykusuz, aksi, nâlet.” Piraye de az huysuzlanmamıştır muhakkak ama böyle bir adamın çekilmezliği herkesinkini bastırır.
Kendimi, kendimi bildim bileli Piraye’yle özdeşleştirmemin tek sebebi beyaz, geniş bir alnı ve kalın bilekleri olması değil. Benim hep biraz utanıp sıkıldığım bu özelliklere methiyeler düzen bir adam tarafından sevilmesini oldum olası kıskanmışımdır da. Fakat beyaz, geniş alnımız, kalın bileklerimiz veya -birinin kadını olmamız sebebiyle değil, ne münasebet!- ne zaman bir isyan bayrağı gibi güzel olunacağını bilmemizden de öte böyle zor bir adamı bunca sevmiş olmasından dolayı özdeşleştirmişimdir kendimi. Hikayenin bundan sonrasında ayrılıyoruz, o ayrı.
Nazım Hikmet, magnum opus kabul edilen kitabının başında da;
“Hatice, Pîrâye Pîrâyende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında,
sormadım,
düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil…”
diyerek ona ithaf eder Memleketimden İnsan Manzaraları’nı.
Olmayan azı dişinin boşluğuna, tek tük beyazlarına ve yıllar öncesinden kalma, kalın kaşlı sabun temizliğindeki yüzüne meftun olup, yazmıştım ben de bir zamanlar birisinin. Sonra: Tüm dişlerimi söküp, saçlarımı beyazlattı; cildim çölden beter şimdi.. Okumayı da unuttum yazmayı da. Artık Nazım'ınkileri okuyorum sadece. Ve sadece kendim için.:)) Kıssadan hissesi kendime: Yazdık da nooldu? Anımsanmadı bile o alameti farikam olan aforizmamın nasıl doğduğu görüldüğünde. Yabancı gelmemişti cümlesine verilemeyen cevap olmak dışında bir faydası olmadı yazdık da nooldu cümlesi.:)))
YanıtlaSilBen de yeni bir yazı sanıp açtım. Baktım ki pühüüü; soyunup dökünmüşüm. Utandım kendi çıplaklığımdan, elim gitti geldi çöp kutusuna. İnsan, kendisine mahçup edilir mi? Bari yorumumu kaldırsaydın.
YanıtlaSilYazdık da nooldu? Yazdığımızı unuttuk.:)
Bir keresinde bir arkadaşım "ayşec senin blogunu okurken seni rontluyormuş gibi hissediyorum, okuduğumu söyleyeyim de kurtulayım" dediydi. Blog komple çıplaklık üstüne kurulu yani. Ha benim ha sizin, viva la egalite :)
YanıtlaSilYanlış alarm için kusura bakmayın. O gün okunan eski yazılarımı açıp bakıyorum bazen. Bazen de böyle paylaşıyorum işte.
Ha yazdık da nooldu? Bi cacık olmadı :)