Devil's Advocate gibi inceden inceye -yok be ne incesi, bildiğin lambır lumbur- din propagandası yapıyor aslında film. Bunu fark etmemle birlikte dışımda kalması gerekirdi ama yapamadım. Ağlayasım varmış, bunun başka açıklaması yok.
Çok komik ama "inanırsak olur" gibi saçma sapan bir alt yazısı var filmin. Umudunu kaybetme bok püsür. Dedim ya artık her şey yenik. Her film, her şarkı, her yeni doğan bebek ve her başarı, her mutluluk ve sevinç. Her gülüş buruk, her bakış kırgın. Filmleri bahane edip açıyorum muslukları. Sonra tamam, yeter.
Çok itici olduğunu sanıyordum filmlerde böyle ağlamamın. Into the Wild'ı izleyene kadar. O zaman öğrendim itici olmadığını. Ben nereden bileyim. O kadar çok şeyi sonradan öğrendim ki. Kendimde değiştirmeyi kafaya koyduğum şeylerin aslında beni sevdiren şeyler olduğunu o kadar geç. İnsan başkasının gözlerinden görebilseydi kendisini. Onu sevenlerin ve nefret edenlerin. Göremiyor.
Baktım ağlamam durmuyor, balkona attım kendimi. Fırtına var, uçuyor İstanbul. Akşam liseden çok yakın bir arkadaşımla buluştum. İçtik. Yedim kızın beynini, üzüldüm sonra. Kalktık, taksiye binmeden önce hep aklımda olan şeyi yaptım: Damla sakızlı türk kahvesi aldım köşeden. Mutfak mis gibi kokuyor şimdi. Bunun, kahvenin hava aldığı anlamına geldiğinin farkındayım. Çaresine bakacağım.
Hasta olmam. Annemin kanyağından çaldım azıcık. Sahiplendiğinden değil keyfi bu olduğundan onun. Demem o ki içimi sıcak tutuyor, hasta olmam. Yoksa baya kuvvetli ve serin esiyor. Kafa bu kafa değil mi, alsa götürse diyorum beni de, uçurup savursa şu rüzgar. Artık biliyorum ki bu normal. Yok olmak istediği anlar oluyor insanın. Sadece bende biraz uzun sürüyor. Ev karanlık, ben henüz uyumamışken ev tıkırtılarını hırsıza yorduğum oluyor. Acaba öldürür mü beni diye geçiyor aklımdan. Korkuyorum, ama hepsi o kadar değil.
İçki, sigarasız gitmiyor. Ama içmeyeceğim. Annemin sigarayı bırakması iyi olmadı, dadandım kalan kartonlara. Bari benim içtiğim olsaydı, kimse içmez ki içtiğimi. Bir ara bırakmalıyım. Ara vermek filan değil artık bırakmalıyım basbayağı. Kalp yerine serçe taşıyormuşum gibi, pıtı pıtı atarken çıt diye gidiverecekmiş gibi ses veriyor.
Biraz başını ağrıtmış olsam da, çocukluğunu bilen biriyle konuşmaya kolay kolay benzemiyor hiçbir şey. Ta o zamandan beri hep aynı kitabevinde buluşuruz. Neredeyse on beş yıl olacak. Bugün gene onu bekliyordum, dvd'lere görmeden bakarak. Sabahtan beri yanımdaymış da bir şeye bakmak için ayrılmış gibi geldi. En çok bu teklifsizliğini sevmiyorsam ne acaba. Çıktık. Kahve için buluşmuştuk ama ne gam. İçelim dedim. Çantasından kırmızı ve yoğun bir sıvıyla yarısına kadar dolu küçük pet şişesini çıkarıp güldü. İşte bu, dedim. İşte bunu seviyorum.
Yeteri kadar uzun zamandır tanışan arkadaşların, birbirlerinin söylediklerini değil de aklından geçenleri esas almalarını seviyorum. Neye nasıl tepki vereceğini, yüzünün alacağı ifadeyi bilirler. Ne hissedip nasıl düşüneceğini ve neyi isteyeceğini bile. Bazen sen istemesen bile ve hiçbir zorunluluğu olmadığı halde seni korumak için çırpınan insanlar. Saçma sapan bir kurşun kalemle doldurduğun form ve fazla ya da eksik bildiğin bir soru neticesinde kesişen yollarınızın hiç ama hiç ayrılmasını istemediğin insanlar. Daha amfiye ilk girdiği an bilirsin bazen, ya da kötü kokan küçücük bir sınıfta hayal bile edemeyeceğin bir sunum sırasında. Yıllar sonra bir de bakmışsın, sen yatakta hastalıktan kıvranırken elinde fincanla gelen odur. On tane şeyi kaynatıp, içine bal da koyduğu çayı içirmeye çalışan ve sıfırdan sıcak su torbası yaratan. Uzun bir aradan sonra güç bela vardığın evinde seni elinde ufak bir rakıyla karşılayan. Ağlamaktan nefes alamayıp ölecekmişsin gibi girdiğin kapıda hiçbir şey demeden seni karşılayıp, yağmurda sırıl sıklam olan saçlarını sen sakinleşene kadar usulca tarayan insan. Yetişemediğin ameliyatta annenin yanında olup ona kanını veren yahut yanına gelip, yanında olan insan. Yani, "bunu hak etmek için ne yapmış olabilirim" diye kendine sorduran insanlara arkadaş denir ve ben biliyorum, onlar olmasa bugün ve birçok gün daha bombok olurdu.
cok güzel demissin yine... ben de her filme agliyorum, 1 yildir izledigim her filme agliyorum nerdeyse. ne kadar yalniz olsak da yalniz degiliz belki...kim bilir... -ceren
YanıtlaSilen güzeli seni yargılamaması, birşeyi anlatırken kendini de anlatmak zorunda kalmamak. en çok canımı bu sıkıyor benim - kendini anlatmak zorunda kalmak başkalarına, ellere -
YanıtlaSilve evet, onlar olmasa gerçekten birçok gün daha bombok olurdu, kesinlikle.
blogun arka planı bildiğin olmamış. okunmuyo hiç. kebap salonu duvarı gibi olmuş bile derim gücenmeyeceğini bilsem de öyle.
YanıtlaSilhah buyur işte bu da arkadaş. farkındayım da yeni keşfettim design kısmısını, hevesimi alıyorum. değiştireceğim.
YanıtlaSilsonra değiştir :o) şimdi güzel.
YanıtlaSilp.s. I'll follow you into the dark!
onursalın dediği başka, değiştirdim onu. Her gün yeni bir fon, nasıl? blog dizaynı aleminde kaybolmak istiyorum adeta. sen yeter ki izle beni, beraber kayboluruz :)
YanıtlaSil