10 Eylül 2010 Cuma

Duydunuz Zilin Sesini!

Bu bir referandum yazısı değil. Ne başında ne de sonunda oyum şudur demeyeceğim. İster tatlı su solcusu desinler, ister muhafazakarların ekmeğine yağ süren liberal, salt halihazırdaki tabloya bakınca ne gördüğümü, ne düşündüğümü söylemekten geri basacak değilim. Yalnız şöyle bir çekincem var ki o da yazmakta olduğum tezi bahane edip kendimi referandum gürültüsünden uzak tuttuğum gerçeği. Bundan pişmanlık duyduğumu söylemek isterdim fakat duymuyorum. İyi ki tezime odaklanmış ve referandum üstüne kafa patlatmayı son haftaya bırakmışım.

Her siyasi kesimi kendi içinde bölebilmiş olması, dolayısıyla aslında ne kadar renkli bir siyasi hayatımız olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekici bir tarihsel deneyim olduğunu düşünüyorum. Bölünme sözcüğü kolektif aklımızda tehdit olarak yer ettiği için farklılaşma demek daha yerinde olur belki. Neyse ki sıkıntı yok, tehdit teşkil edecek denli farklılaşmadan dönüp dolaşıp gene darbeci-şeriatçı ikiliğine saplandık da rahat ettik. Evet diyenler şeriatçı, hayır diyenler darbeci. Bu kadar basit. Haydi en iyimser ihtimalle ilk grup, şeriatçılara şuurlu ya da şuursuzca destek verenler, ikinci grup ise darbecilere aynı şekilde şuurlu yahut şuursuzca destek verenler. Şuurlu alt-grupları kötülükle ve şuursuzları da aptallıkla itham etme yetkimiz var. Bulabildiğim en kibar kelimeler bunlar, yoksa iş siyasete gelince argo dağarcığımızın da aşka geldiği malum.

Kendimi içeriğine uzunca bir süre -mümkün mertebe- uzak tuttuğum referandum tartışmalarının biçimine/biçimsizliğine takılmam kaçınılmazdı. Etrafta ne olup ne bittiğinden bîhaber olmaktan değil, haberdar olunduğu halde araya konulması gereken bir mesafeden bahsediyorum. Tarafsızlıktan ya da apolitik olmaktan hiç değil, taraflı ve politize olunduğu halde saygıyı, sükuneti korumaktan bahsediyorum. Tartışmaların hararetsiz ve heyecansız geçebileceğini yahut geçmesi gerektiğini değil, saygının muhafaza edilebileceğini düşünüyorum. Sözün özü, tartışma kültüründen bahsediyorum .

***

Her şeyden bir adım geri çekilip bakmaya, aşina kabul ettiğim her şeyi ilk defa gören bir yabancı gibi düşünmeye çalışıyorum. Zaten ancak düşünmeye çalışabilirim, olamam, olsam da kalamam. Zihinsel bir egzersiz, bir oyun gibi: Merkezi semtlerin ana caddelerinde yoğunlaşmak üzere her yerde EVET ya da HAYIR yazan koca afişler var. Evde otururken bile evet ya da hayır diye bağıran siyasi figürlerin sesleri ve onlara eşlik eden şarkılar eksik olmuyor. Herhangi iki insan arasında geçen herhangi bir diyalog muhakkak bu soruya varıyor. Cevap ya “tabi ki evet” ya da “tabi ki hayır” ve ben kimse kusura bakmasın, en az evet-hayır kadar takılıyorum o tabi ki’ye.

Öte yandan, konu her ne olursa olsun onu anlamak, anlamlandırmak için emek sarf etmiş kimselerin kendilerine güvenerek fikirlerini beyan etmesinden tabii ne olabilir. Demeye çalıştığım, eğer bir şeyleri tehdit addetmeden içimiz rahat etmiyorsa benim tehdit addettiğim -belki yegane- şey bu özgüvenin kibire, mütecavizliğe ve şiddete evrildiği nokta. İkna etme, yenilgiye uğratma arzusunun farklı olanı anlama arzusunu açık ara farkla geride bırakmasını tehlikeli buluyorum. Egolarımızı portmantoya asamayız belki ama saygımızı astığımız yerden alabiliriz.

***

Benim anladığım kadarıyla sosyal bilimler eğitiminin en önemli öğretilerinden biri, doğru soruları sormanın doğru cevapları vermekten daha değerli olduğu. Lakin eğitim geleneğimizin bunun tam aksi bir yol izlediği malum ve gelenek, öyle bir çırpıda –bir insan ömrü süresi içinde- oluşmadığı gibi bir çırpıda da sıyrılınabilecek bir nane değil. Beğensek de beğenmesek de bu havayı soluyoruz. Bundandır ki en eleştirelimizin de düştüğü yer gene burası. Bundandır ki kendi hocalarımızı bile “en aptalca soruları/yorumları dâhi sabırla dinleyen” ve “öğrencisini insan yerine koymayan” diye ikiye ayırıyoruz. Egosunu öğrencileri üstünden tatmin etmeye ihtiyaç duymayanları ayrı bir yere koyuyoruz. O kadar az sayıdalar ki korumaya alsak yeri.

Doğru soruları sormanın, sorgulamaktan vazgeçmemenin önemini kavramak demek fikir sahibi olmamak demek değildir. Bir siyasi parti liderinin parti içi muhalefeti tehdit addedip sindirme yahut partiden ihraç gibi yollara başvurmaması demektir. Altmış yaşındaki profesörün yirmi yaşındaki öğrencisinden öğrenebileceği şeyler olduğunu kabul edebilmesi demektir. “Altmış yaşında bir profesör” olana değin ve olmak için göğüs gerdiği zorlukların, verdiği emeklerin yok sayılması değil hakkının verilmesidir bu tutum. Bir insanın kendisine kıyasla eğitim-öğrenim geçmişi ne denli sönük yahut farklı olursa olsun başka bir insandan hala bir şeyler öğrenebileceğine inanıyorum. Her türlü kriter bir yana, iki kafanın salt birbirinden farklı iki kafa olması bile birbirlerine daha önce düşünmedikleri bir şeyler düşündürtebilecekleri anlamına gelir. O yüzdendir ki, “yanlış düşünüyorsun” kalıbının “birinci belli, ikinci kim” kalıbından kanımca farkı pek azdır.

Özeleştirisiz olmaz: İnsancıllıktan, iyimserlikten havaya yükseldi yükselecek bir insan değilim. Önyargılarım, sınırlarım, duvarlarım var oğlu var. Her şey politiktir düsturundan hareketle özel hayat kavramına her ne kadar tek kaşı havada yaklaşsam da hayatımın daha tenha ve evimdelik hissinin keyfini sürdüğüm kısmına giriş çıkışlarda belli kriterler gözettiğim doğru. Farklılıklara açık olmakla birlikte hayatım özelleştikçe bu açıklığın aralık bırakmak halini aldığı da doğru. Bunun az bir kısmını kendime hak görüyor bile olabilirim fakat haklarım asla saygısızlığı, incitmeyi, rahatsızlık hissettirmeyi, dışlamayı ya da saldırmayı kapsamıyor.

Referandumu önceleyen bu süreçte beni en çok hayal kırıklığına uğratan, tanıdığım en okumuş ve duruşlarını kendime en yakın bulduğum insanların kendileri gibi düşünmeyenlere karşı sergiledikleri “biri böyle düşünmek için ancak salak olabilir” tavırları oldu. Bilen bilir ağzım bozuktur. Can Baba’ya aşık her küçük kız gibi de küfrün hasını severek büyüdüm. Fakat nedendir bilinmez ve hatta buna Can Baba katılmazdı onu da biliyorum ama bu gibi hararetli dönemlerde daha hassas olunması gerektiği taraftarıyım. Kim bilir bu da kişisel bir bozukluk belki ama saygısını kaybeden tarafa karşı ben de saygımı kaybediyorum, yazık oluyor.

***

Şimdi, fevkaladenin fevkinde seyreden matematik dehama istinaden biliyorum ki iki ihtimal var. Ya evet, ya hayır çıkacak. Elbette ki maddelerin karşılaştırmalı tablosu önümde, tartışmalara kulak kabarttım, yazılanları okudum, maddelerin uzun vadeli sonuçlarının ne olabileceğine kafa yordum vesaire. Madem ki bir ya-sev-ya-terk-et, bir var-mısın-yok-musun yaklaşımıyla daha karşı karşıyayız ve birbirinden farklı onca maddeye topyekûn bir evet ya da hayır denmemiz bekleniyor, maddeleri teker teker inceleyip değerlendirmekten doğal bir şey olamaz herhalde. Hayır denmesi zor maddeler de var, evet demenin içe sinmeyeceği maddeler de.

Her kesim gibi sol da bölünmüş durumda: liberal addedilen ve söz konusu değişikliğin demokratik bir anayasanın önünü açacağını düşünen solcular “evet”; İslamcı bir iktidar partisi ne eylerse ancak kendi çıkarları doğrultusunda eyler diye düşünen solcular ise “hayır” diyor. Sürekli irdeleyip sorgulamaktan kalıbına sığamayan sol tabi ki üçüncü ve dördüncü seçenekleri de üretti ki bunların iki grup tarafından çoğunlukla seçenek bile sayılmadığını söylemeye gerek yok. Yeri gelmişken hayal kırıklıklarımdan bir tanesi de, solcuların birbirini “vatan haini” diye suçlaması. Bir zamanlar Nazım gibi nice komünistin aynı şeyle suçlandığı bilindiği halde bu ağır ithamın nasıl böyle kolay sarf edilebildiğini aklım almıyor. Bir insan doğduğu toprağı ya da aileyi sevmekle yükümlü değildir. Sevmek zaten tanımı gereği bir yükümlülük olamaz. İnsan sevdiği topraklarda yaşamayı veya zaten yaşadığı toprakları sevmeyi seçebilir. Kader gibi görmektense seçim yapmak bana hep daha değerli gelir. Alışkanlık ve sosyalleşme gibi son derece belirleyici etmenleri görmezden gelmek elbette mümkün değil. O yüzdendir ki iklimi Akdeniz, içkisi rakı olmayan bir memlekette yaşayabileceğimi yahut çocuğuna saygı duymayan, sevildiğini hissettirmeyen insanlara anne baba diyebileceğimi aklım almıyor. Başka memleketlerde de yaşayabileceğim ve bunu sevebileceğimi de bildiğim halde burada yaşamayı seçmek bana yaşadığım yeri kıyasıya eleştirerek –kendimce- daha yaşanılır kılmaya çalışma hakkı verir. “Kendimce” çünkü herkes durduğu noktadan her şeyi ayan beyan görür ve o nokta istediği kadar bilinçli ve sofistike olsun gene de bir (1) noktadır. Yani birini hıyanetle itham ederken ve o ithamı da kötülük ya da aptallıkla temellendirirken biraz düşünmek gerek. Hele ki uzak sayılmayan bir geçmişte aynı ithama hedef olunmuşsa.

“Bu bir referandum yazısı değil” demiştim ama değil mi? Ha Pazar günü iki rahmetten birine eyvallah diyeceğimi söyleyebilirim (Hangisi olduğunu ısrarla söylememem ise tartışma kültürsüzlüğünü ve ifade esaretini boykot gibi düşünülebilir). Son kertede kararımı belirleyen de gene biçime dair kimi etmenler oldu. En basitinden, iktidar partisinin sınavlar, seçimler, kuralar türünden uygulamalar konusunda gösterdiği dikkat ve titizlik beni çok duygulandırdı ve “tamam” dedirtti. Ben de -biçim ve içerik arasındaki organik bağı göz önünde bulundurarak- aynı dikkat ve titizlikle kullanacağım Pazar günü önüme konan damgayı. Sonra da İzmir marşıyla evime döneceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder