27 Eylül 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #6

Sıradan meteorolojik olayları romantize etmeyi bırakalı beri garip bir huzurla bakıyorum dünyaya. Çok değil şu son birkaç günden bahsediyorum. Filmleri, şarkıları, günleri ve sayıları da sıyırdım anlamlarından. Hafifledik, hafifledim. Telefonda soran arkadaşlarıma "çok iyiyim" diyorum. Bu sefer yalan değil. Gerçeği söylüyorum.

Adeta bir reklam ev kadını gibi, kuruyan çamaşırları koklayıp, yumuşatıcının kokusunu muzaffer bir edayla ciğerlerime çekiyorum. Oh mis. Bugün ne yemek yapmalı. Bir ara yerleri siliştirmeli. Vesaire vesaire. Anneannemin, üstesinden gelebildiğime hala inanamadığı bir ton küçük şey. Bilse ki joglörce kullanmaya çabaladığım teorilerden sonra çamaşır suyu şifa niyetine geliyor.

Çok sevdiğim birinin daha ölüm haberi geldi. İnanamadım. "Ona ne oldu?" diye açtım telefonu. Başka bir şey olmuş olmalıydı. Değil, gitmiş, yokmuş artık. Çok saçma geldi. Çok yersiz. Ağlamam biraz kesilince kızları aradım "hadi bende rakı yapalım" diye, "gene sofra donatayım, rakıları alın gelin siz de". Böyle sofralarda sevmiştim bu adamın eşsiz muhabbetini. Ağlamanın faydası yoktu madem, birlikte güzel günlerimizi çoğaltmakta buldum çareyi.

Sigarayı bıraktım. Erken kalkmayı başarabilirsem sahil yürüyüşlerime de başlayacağım. Yapılacak iş? Olmaz olur mu! Bir ton düzeltmesi, eklemesi var tezin. Hepsi için bir ayım var. Sonra gene Ankara. Bu sefer başka şansım da yok. Sosyolog oldum oldum. Olamadım, benim harcım değilmiş deyip bakacağım bir hal çaresine. O da artık neyse.

Gerçi iyi geçti son görüşmelerimiz. Sonuncusu doğum günümdeydi. Rezervasyon saati gelmiş geçiyor biz hala direniş mi değil mi diye tartışıyorduk. En son elimi belime koyarak ayağa kalktığımı, sesimi de hafifçe yükselttiğimi hatırlıyorum. O da ayakta çay koyuyordu. Fonda Barry White, içimden küçük bir Ally McBeal çıktı çıkacak. O zaten oturduğu yerden dans ediyor ben anlatırken. Sonra Edith Piaf çalıyor, o anlatıyor. "Hocam pardon Edith Piaf'a takıldım, ne diyordunuz?"

Beni kızdırıp, kızgınlığımla eğlenen ortaokul arkadaşlarımdan farkı yok. Biliyor ki sinirlenince ortaya çıkıyor ne düşündüğüm. Üstüme geliyor o zaman, daha çok sinirlendiriyor, daha çok dökülüyorum. "Ben eğleniyorum" diyor bir de keh keh gülerek. Bu adamı seviyorum. "İyi bir deneme oldu bu" diyor. Yazdıklarım düşündürmüş onu. Düşündükleri neticesinde vardığı bir şema çiziyor. Benim kafamdakiler netleşiyor bu sefer. "Vay be, ne demişim" diyorum. Kendi keyfi için beni biraz harcamış olabileceğini söylüyor. İşte buna sinirlenmiyorum. "Farkındayım hocam..ama ben de keyif aldım."

Hararetli ve üretken tartışmaların lüks sayılageldiği bir akademik iklimde biz iyi bir iş çıkardık. Bir deneme, bir çaba, adı ne olursa olsun ben bir cesaret giriştim ve o da kendi keyfi, kendi merakı için destek verdi. Satır satır kafa patlattı yazdıklarıma. Sinkaflı notlar döşedi naçizane tezimin üstüne, gene de centilmenliği ele alıp kullandığı dil için özür diledi ara sıra. Baktı ki ben de bozuyorum ağzımı.. aynı dili konuşuyorduk.

Artık bitsin istiyorum. Bunu da geride bırakıp, hayatımın bundan sonrasına yön verebileceğim bir noktaya gelmek istiyorum. Bir yandan içim sızlıyor tez hocamı nasıl özleyeceğimi düşündükçe. Öte yandan vakit tamam. Bir şeyler yapmalıyım.

Zaman ileri sarsa diye geçiriyorum içimden. "Al bu lojman, al bu da odan. Al hayrını gör ODTÜ'de hocalığın" deseler. Yahut da Paris'te ufak bir çatı katı. Fransızcayı sökmüşüm mesela, doktora tezimi hazırlıyorum. Şarap alacak kadar param da var. Ya da ne bileyim, bir yayınevinde çalışıyorum. Çok değil beş altı yıllık hayaller hepsi. Olamaz mı olabilir ama olmayacak türden. Sonuncusu hariç belki. Kurması bedava değil mi, kuruyorum işte.

O yüzden kendimi ev işlerinin cazibesinden çekip alarak çalışmaya yeniden başlamalıyım bir an önce. Malum, hayaller kendi kendilerine gerçekleşmiyor. Gerçi emek sarf etsen de gerçekleşmiyor bazen. Olsun, yapacak daha iyi bir işim yok. Daha iyi bir humustan başka.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder