Tam
bir sanayi şehri olduğu yetmiyormuş gibi kapalı ve soğuk Ocak günü de bütün
şehrin üzerine kül serpmiş. Eski garajdaki tek tük insan, tek tük hayvan ve tek
tük otobüs ölü gibi hareket ediyor. İnce bir buz, hayır hayır, ince bir kül
tabakası kaplamış gibi üzerlerini. Bakışları, duruşları, hatta otobüse
koşuşları bile donuk.
Cam
kenarındaki koltuğumdan donuk bakışlarla bu donukluğu izliyorum. Buna kamuflaj
da diyebiliriz. Acentelerin sıralandığı tek katlı köhne binaya girecekmiş gibi
duran otobüsümüzün sağ cephesine burnunu vermiş bir taksi yolcu indiriyor. Onu
gördüğü halde bir başka otobüs yağ gibi aramıza süzülünce taksi çaresiz geriye
doğru birkaç adım atıyor. Burası şehirlerarası otobüslerin ülkesi, geri kalan
herkes haddini bilecek. Yolcu getirerek otobüsleri besliyor olabilirsin, yine
de fazla sokmayacaksın burnunu, tekerleğini denk alacaksın sarı.
Acentelerin önünde, çatının altında kalacak
şekilde tek sıra dizilmiş sabit masa sandalyelerden birinin altındaki kedi
çekmiş dikkatimi. Dikkatimi ne ara çektiğine dikkat etmedim, her şeye de ben
dikkat edemem ki. Öyle bir an, kediyi izlerken buldum sadece kendimi. Bir
sandalyenin altında konuşlanmış, ön bacakları yere dik, götünü yere koymuş
takılan inek desenli bir kedi. Koymuş koymasına da bir rahatsız, bir huzursuz
gibi. Bakışları ileriye sabitlenmiş götünü bir kaldırıyor, bir indiriyor. Sade
o da değil, o sırt bir sivriliyor bir düzeliyor. Bakışlarının gittiği yolu
izledim, epey uzakta ne yapacağına karar vermeye çalışan mütereddit bir köpek
dikiliyor ayakta. O da küllenmiş belli. Bu yöne iki adım atıyor, kedi
dikeliyor. Duruyor, duruyor, o yöne iki adım atınca ineğin götü rahat yer
görüyor. Neredeyse karşı takım kalesi uzaklıktaki itin keyfine kedi telef
oluyor burada. Yeter artık, bitsin bu zulüm. Bir de nasıl sevimli piç. Hafif
irice, biraz da kabarık tüylü bir şey. Sık gördüğümüz sokak köpeklerinden
farklı bir tipi var. Orijinal it. Kediyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama
görse de muhatap alacak bir mizacı yok gibi görünüyor. Bıkkın hareketlerle
ilerleyip binanın arkasında gözden kayboluyor. Kedide bir rahatlama, bende bir
can sıkıntısı hâsıl oluyor. İnsan ne hain şey. İki kovalamaca olsa gülüp
eğleneceğim demek. Hayvan.
Şu kadın, şu ellerini arkasında kavuşturmuş işsiz muhtar tipli adamın önünden geçecek on saniye sonra. Adam dümdüz önüne bakıyor ama o da farkında olacakların. Adam, kadın, ben üçümüz de farkındayız yazgımızın. On saniye içinde iddiaya tutuşuyorum kendimle. Var mısın yüz lirasına? Bakacak. Ne yüzü be, koy bir binlik. O kadar param yok ama adımdan iyi biliyorum bakacağını. Kadın önünden geçerken hiç oralı olmuyor adam. Rahat geçsin diye bir adım geriye gitme zahmetine bile katlanmıyor, öyle kayıtsız. Fakat kadının geçmesiyle birlikte kadının gittiği yöne doğru yavaşça dönüyor kafası. O götü görmek zorunda, görmeli. Uçlan bakalım binliği. Bak hâlâ alamadı gözümü. Huoop.
Yanımıza
süzülen otobüs gitmiş. Onun ötesindeki de geri geri giderken beyaz saçlı hâkim
abi maestro gibi durduruveriyor otobüsü. Yolcu gelecek, dur. Gencecik, gürbüzce
bir oğlanın elinden küçük, iş görür bir buzdolabı ebadındaki valizini kapıp
koşar gibi bir dans yaparak otobüse gidiyor. Oğlan biletini alacak. Otobüs
yolcuları bekliyor. Ah Ayhan Işık.
Beyaz
saçlı abi fena. Burası birbirine girmiyorsa onun yüzü suyu hürmetine. Bazen
ellerini bile kullanmıyor şoförle anlaşırken. Göz kırptı işte. Gülücük mü o
ağzının kenarındaki? Altmışlarında var sanki. İyi bakmış kendine. Göbeksiz,
beyaz meyaz ama saçlar tam kadro yerli yerinde. Azıcık uzun, geriye doğru
taranmış. Dede olmuş hâlâ çalışıyor. Maestroluktan kazandığıyla pazardan
oyuncak alıyordur torunlara. Yok yok, daha yalnız bir tanecik torunu var.
Kızındandır o da. Yirmisinde evlenince tabi. Oğlan nazlı. Askerden döneli yıl
oluyor, ses seda yok hâlâ. Babasına çekmiş tabi, hiç evlenir mi o saçlarla.
Geri geri ayrılıyoruz eski garajdan. Dede sen daha çok beklersin oğlanın
evlenmesini. Üzülme be, safi masraf zaten bu işler. Hele azıcık belini doğrult.
Daha genç nasolsa.
Şehirden
çıkmadan önce son durak yazıhane. Otobüsün sağ arkasında, cam kenarlarına
sıralanmışız üç kadın. Cam kenarı yok mu diye sormasam az daha koridor
veriyordu bilet satan kadın. Erkek yanına oturamadığımız gibi kız başımıza
arkalara oturmak da hoş karşılanmıyor. Arka koltuklar gözden ırak olduğundan
her türlü ahlaksızlık dönebilir. Sakıncalı. Bence sakıncası yok. Otuz sekiz
uygun. Yolluyum çünkü ben. Yola çıkıyorum. Romantik bir kişiyim. Elli bin tane
şey düşüneceğim pencereden küllenmiş şehre bakarken. İşim gücüm var benim. Ver
sen o koltuğu bana. Kendimi koruyabilirim, kurda kuşa yem etmem apış aramı,
pardon, namusumu.
Yazıhane
önündeki bekleyiş sürdükçe sürüyor. Bizim otobüs gelince bir kısım yolcu
hareketlendi ama çoğunluğun beklediği gemi bu değil. Dar beyaz eşofmanlı, beyaz
tenli, siyaha boyalı saçları gelişigüzel topuzlu incecik bir kız. Nerenden
çıkardın o pusetteki çocuğu. Yüzü nasıl da benziyor yalnız. Bir elinde kocaman
beyaz telefonu, puseti dar alanda bir oraya bir buraya sürüyor. Çocuk halinden
memnun tabi. Ara ara küçük ağzını ardına kadar açıp tembelce esniyor. Tembelce
esneyecek tabi, işi ne? Madenden kömür mü çıkarsın çocuk. Birkaç sene sonra o
da olur. Çocuğu pusetten aldı, tek koluyla kucağında tutmaya çalışırken diğer
eliyle puseti katlayıp taşınabilir hale getirmeye çalışıyor. Telef oldu kadın.
Çocuk düşüverecek diye ödüm patlıyor. Şeytan diyor inip yardım et. Şeytanın iş
tanımı da epey değişmiş görmeyeli. Sürüyle insan var yanında yöresinde ama
herkes acı çekişini izliyor mal gibi.
Muavin
ince bir telaşla koridora geldi, doğrudan olmamakla birlikte anlaşılabilecek
şekilde bize hitap ediyor: “Bayanlara cam kenarı sattığımız için baylara satış
yapamıyoruz. Bir yardımcı olsanız. Siz şöyle gelseniz hanımın yanına?”
Arkamdaki kadın sıfırdan sinirle söylenmeye üç saniyede geçiyor. “Çok eşyam var
benim, zor yerleştim zaten.” Onun önünde ben, benim de önümde başka bir kadın.
İçimizden biri bir kahramanlık edecek ama muavin gözlerini dikip yanlış kabloyu
kesti. Dalga dalga sinir yayılıyor arkamdan doğru. Çantalarından birini muavine
uzatıyor kadın: “Al, teker teker yardım edeceksin taşımama.” Daha eli
havadayken sinir dalgaları önümdeki kadına ulaşmış olacak, “ben geçerim” diyor sükûnetle.
Kalktıktan sonra soruyor nereye diye. Muavin oralı değil, serbest kalan koltuk
numaralarını yazıhaneye bildirmekle meşgul. “Arkamdaki hanımefendinin yanı”
diyerek belli belirsiz bir baş hareketiyle arkamı gösteriyorum.
Sizin
kaçgöçünüz için kılımı kıpırdatmam, ne kıpırdatacağım. Üç cam kenarında üç
kadınız. Üç tane boş koltuk var yanımızda. Altı koltuk, üç insan. Yani üç
insanlık daha yer var oturacak. “Ben rahatsız olmam” diyeceğim, gözler bana
dönecek, adım gibi biliyorum. Hem “orospu” olacağım, hem de bir boka
yaramayacak çünkü “sistem vermiyor” diyecek muavin. Sistem benim kadar orospu
değil demek ki muavinciğim. Sistem müşteri kaybetmeyi göze alacak kadar
namuslu. Sistemin gözünde kadın-erkek yok zaten, bay-bayan var. Öyle kibar,
öyle efendi. Efendi tabi, sistem erkek. Kadın olsa kancık olur. Sistem efendi
benim istememe gerek kalmadan beni korur. Küçük beynimle düşünmek zorunda
bırakmaz beni. Şüphesiz ki sistemin bizimkine üstün bir ahlakı vardır. Bugün
bir genel ahlak kolay yetişmiyor sonuçta.
Sistem
keşke toplu taşıma araçlarının telefon kulübesi gibi kullanılmasına da bir el
atsa. Son ses çalan telefonlarını açıp bağıra çağıra konuşan bir otobüs dolusu
insanla aynı otobüse tıkılıp kalmış, kapana kısılmış halde geldim gelirken.
Önümdeki çocuk kız arkadaşıyla geyik yapıyor. Sağ çaprazımda, arkada oturan
ablanın kayınpederi “çıkma” dendiği halde evden çıkmış, evi bulamıyor şimdi.
Nerede olduğunu bile bilemiyor adamcağız. Panikle gelinini arıyor “ben evi
bulamıyorum” diye. Kulaklar da zor işitiyor. Türbanlı, pardösülü abla bağıra
bağıra dert anlatmaya çalışıyor adama. İşi zor. Bizim de öyle. En fenası tam
arkamda oturan kız. Kodaman bir abinin vereceği yemeği organize etmekle
yükümlü. Otuz davetlinin gelip gelmeyeceğini teker teker arayıp teyit etmesi
gerekiyor. Bunun için şehirlerarası otobüsten daha uygun bir yer aklına
gelmiyor. Bir iki beş derken yemeğin yerini, tarihini, saatini, yemeği
düzenleyenin adını sanını, kızın adını soyadını telefon numarasını
ezberliyorum. Dört koltuk yarıçapında herkes cinnet geçirmek üzere ama kimsenin
de gıkı çıkmıyor.
Yanımdaki
türbanlı, pardösülü kız on beş yaşlarında, solgun, incecik bir dala benziyor.
Kucağında şeriatla ilgili ince bir kitap. Benim kucağımda da aynı incelikte bir
Foucault. Aynı teyit cümlelerini yüksek volümde on beşinci kez duyunca aynı
anda sinirle kitapları kapatıveriyoruz. Kız şeriat okuyamıyor, ben Foucault
okuyamıyorum. Neticede okuyamıyoruz. Dinlemek istemediğimiz bir sese maruz
kalıyoruz. Ne söylediğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğimiz ve fiziksel olarak kaçma
şansımız bulunmayan ses bize kendisini şiddetle dayatıyor. İki teyit arasında
yakalayıp kıstıracağım, başka türlü olmayacak. Nazikçe telefonu kapatmasıyla
konuştuğu kişinin arkasından aynı volümde sövüp saymasının arasına süzülür gibi
ve azıcık hışımla arkama dönüp “kaç kişi kaldı” diye soruyorum. “Az kaldı”
diyor azıcık mahcubiyetle. Azıcıkla yetinebilecek gibi değilim. “Sizce bunu
yapmanın yeri ve zamanı burası ve şimdi mi?”. Diyemiyorum ki “Harem’e gelene
kadar servis boyunca da iş arkadaşına sedasayanvari akıllar vermeni dinledim,
yetti” diye. Yüzümdeki bu gerginlik? Hay sıçayım, gülümsüyorum. Ama işe
yarıyor. Sonraki teyit konuşmaları çok uzaktan, en arka sıradan zar zor
ulaşıyor kulağımıza. Huzur içinde kitaplarımıza dönüyoruz. Kıssadan hisse, her
şeyi de sistemden bekleyemeyiz. Şüphesiz ki o, hassasiyette seçicidir.
Gele
gele uzun boylu, ince yapılı, esmer tenli, beyaz saçlı bir adam gelip oturuyor
önümdeki sıranın koridor tarafına. Saniyeler öncesine kadar bir kadın
oturuyordu sağ koltuğunuzda bayım. Siz gelip o koltuğa oturasınız diye bilet
aldığı koltuktan kalktı, bir hemcinsinin yanındaki güvenli koltuğa geçti. Pekâlâ,
yan yana oturabilirdiniz hâlbuki. Sohbet bile edebilirdiniz kim bilir. Konuşacak
çok şey bulacaktınız belki de. Belki de. Artık bilemeyeceğiz. “Alın şu kadını
şuradan” diye çıngar çıkarmayacaktınız herhalde. Kadının da “ay ben bey yanına
oturmam” diyecek bir hali yoktu. O da benim gibi yolluysa demek. Oysa
ay-ben-bey-yanına-oturmamın kızı bundan on, on beş yıl sonra, tarihinde belki
yüz bininci kez erkekler-mars’tan-kadınlar-venüs’ten geyiği yapan bir kadın
dergisini kıkırdayarak okuyacak. Hâlbuki Mars-Venüs dediğin otobüsle iki saat
be abilerim ablalarım.