30 Eylül 2010 Perşembe
Sabah Sabah Jacques Derrida
27 Eylül 2010 Pazartesi
Much ado about nothing #6
26 Eylül 2010 Pazar
Humus Notları
24 Eylül 2010 Cuma
Ankara-İstanbul
23 Eylül 2010 Perşembe
Ay Dolunay Bu Gece
21 Eylül 2010 Salı
Caddelerde Rüzgar
18 Eylül 2010 Cumartesi
Sarmaşıklı Rakı, Nihavent Tavuk
16 Eylül 2010 Perşembe
Ev
Evim diyebilmek. Piraye’sinden bahsederken “bu bahiste realite umurumda değil” diyen Nazım’a öykünerek diyorum ki benim de bu bahiste unheimlich umurumda değil. Elbette ki sen evine evim diyorsun diye evin de sana benim diyecek değil. Lakin bir ev var, inanıyorum. İnanıyorum dedim, evet. İnsan her zaman söylemiyor, söyleyemiyor içinden geçenleri. Toplumsallıktan anladığım da buna benzer bir şey aslında. Düşündüğümüz, söylediğimiz ve yaptığımız bir değil. Öyle düşünüp, böyle söyleyip, şöyle davranıyoruz. Ne tutarsızlık, ne çelişki, ne de kötü niyete yoruyorum bunu. Tam da böyle bir şey diyorum. Hatta başka türlü olamazdı. Toplumsallığın bir özü varsa şayet, bu olabilir diye düşünüyorum.
İnanmıyorum diyorum. Doğru değil. İnanıyorum var, ben deli değilim. Doğduğun yer de olmayabilir, doyduğun yer de. Sevdiğin yerdir evin, benim dediğin. Adı konmuş ve konmamış her duyuyla sevmekten bahsediyorum. Bu ağaçların hışırtısı, gölgesi, reçinesi, börtü böceği, saksağanları yahut gözlerindeki sevginin derinliği gibi. Her eğimini biliyorum; her taşı aklıma kazılı bu binanın kantininde güneşin nasıl battığı çıkamaz aklımdan. İster akşamın bir vakti ister körü olsun sabahın, nereye gideceğimi bilmediğimde ayaklarımın beni getirdiği yer burası. Avazım çıktığı kadar ağlasam da beni sükunetiyle sarıp sarmalar. O hep böyle yapar, sonra ben yatışırım.
Ayakkabılarımı çıkarabilir, yalınayak koşabilirim. Hiçbir şey batmaz ayağıma, batsa da yakmaz canımı. Çok sarhoş olabilirim burada, uzanırım çimlerine. Ben dururum dünya döner, ben dönerim durur dünya. Döner durur, döner gelirim yine buraya. Kaşlarını çatmaz, sırtını dönmez bana. Her koridoruyla tanır beni; muslukları, kaloriferleri, kapı kolları ve ayaklarımı sarkıtıp oturduğum balkonlarıyla. Uzun zaman sonra beni karşısında görünce gözleri ışıldar. Sormaz çünkü bilir ne istediğimi. Patatesli poğaçamla demli çayımı uzatır gülümseyerek. Kokusunu duyunca unuturum her şeyi. Elimi tutan eli ikinci elimdir. Gözlerindeki yansımamda nefes alıp veririm. Kapısında adım yazmayabilir, anahtarımı içeride unutmuş olabilirim. Dahası depremler, yangınlar, seller geçebilir başımızdan. Yanı yöresi değişebilir. O bunu bilmeyebilir ama ben bulurum evimin yolu.
…bir insan bir insanın evi olabilir. Biliyorum.
13 Eylül 2010 Pazartesi
İstanbul-Ankara
Ülke için tarihi, ayşec. tarihi için sıradan bir günün akşamı. Aylardan gene Eylül, yağmur yağıyor ve ben Ankara’ya gidiyorum. Yağmur yağmasa şaşardım zaten.
İçimde bir sıkıntı var. Her zamankinden fazla yani. Düğüm gibi, yumru gibi bir şey. Tez, bir belirsizlik bulutu ardında öylece duruyor. Havada asılı sanki. Kendimi ne zamandır alıştırmaya çalıştığım fakat duyunca gene de yıkılacağımı bildiğim bir ölüm haberi bekliyorum. Bugün babam “hayat devam ediyor” diye bağırdı. “Hayatına devam etmeni istiyorum” diyen satırlar çınladı kulağımda. Herkes hayatın devam ettiğini, etmesi gerektiğini söylüyor. Biliyorum diye avazım çıktığı kadar bağırmak geliyor içimden.
Hayatın devam ettiğini ben de biliyorum. Keşke etmeseydi dediğim oluyor. Hayat bir bekleme odası. Doğrusunun ne olduğunu biliyorum çünkü en büyük hatalarımı bu uğurda yaptım…ve kendimi hiç affetmedim.
Hayatın devam ettiğini biliyorum, evet, ama insan nasıl devam eder onu bilmiyorum. Bilemedim onu ben. Çoğu zaman, mutlu olmak istediğimden bile emin değilim. Olmam gerektiğini biliyorum. Hayatın güzel olduğunu biliyorum. Dünya da güzel, onu da biliyorum çünkü Orhan Veli öyle diyor. Bol sarımsaklı tuzlama kesinlikle çok güzel bir şey. Hayatımın tam olarak şu aşamasında bu kadar emin olduğum başka hiçbir şey yok.
Bu sürecin uzaması iyi değil. Zaman geçtikçe kırması zorlaşan bir döngü. İçine çekildikçe kayboluyor insan. “Lan gelsene, deli misin” dese biri, omuz silkip devam etmek an meselesi.
Hayalimi kaybettim demiştim ya, artık ne düşüneceğimi bile bilmiyorum sanırım. Eylül, yağmur, Ankara... Aşti…o her şeyi gördü, o biliyor. Otogarlar her şeyi bilir. Güldüğümü, ağladığımı, sarıldığımı, ayrıldığımı. Orada gitmeye ya da kalmaya karar verir insan. Ben çok karar verdim, hepsi de yanlıştı. Belki bu yüzden havada asılıyım şimdi.
Ne yapacağım biliyor musunuz? Tavukçu’ya gideceğim bir akşam. Evet, tek başıma. Birkaç yıl evvel yirmilik çarpmıştı yemekli vagonda, kadeh kadeh söyleyeceğim o yüzden. Tavuk şiş de söyleyeceğim. Fazla geleceğini bildiğim halde birkaç da meze belki. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışacak, gene de göze batacağım. Olsun. “Bi siktirin gidin” çekeceğim herkese. Tabi içimden. Diğer türlü ayıp. Bakışlarını üstümde hissettiğim herkese bol sinkaflı küfürler yağdıracağım. Tabi içimden. Bir yudum alacak, hafifçe gülümseyeceğim muhakkak.
Annemle babam çalışıyordu, anneannemle dedem büyüttü beni. Eski filmlere, daha doğrusu her türlü eskiye ve dramaya düşkünlüğüm bundan. Türk filmi izlerdik hep, yahut eski Amerikan filmleri (Suç bulmuyorum, içimde varmış elbet). Hayat algım biraz sinematografik kaldı benim de. Mizansenler, geri dönüşler, göndermeler… Bununla ilgili olmalı ki anıtsal kaldı bazı kişisel-tarihi yerler, zamanlar, durumlar, şeyler. Onlar için düzenlediğim küçük anma törenlerim var. Tabi içimden. Yoksa deli derler.
***
Ben geldim.
Boş gözlerlerle izledim bütün yolu. Hissizmişim meğersem. Işıkların aktığı karanlık camdaki yansımama baktım. Gözlerim, burnum, dudağım. Durmuyorlar da akıyorlar sanki, o anda çiziliyorlar. Beğendim bu duruşumu, buz gibiyim. Kıpırtısız, duygusuz, sefil. Bunu ben bile yemem.
Sonra ışıklarını gördüm Ankara’nın, ve ne oldu biliyor musunuz? Gülümsedim. Evet evet, alenen hem de. Lan salak mısın neye gülümsüyorsun dedim. Söğütözü’nde kimse karşılamayacak seni. Gerçi buna çoktan alışmış olmalısın. Hem buram buram ölüm kokuyor bu şehir şimdi. Hem…hem sen bu şehirde aşık oldun, eşşek yüküyle sevdin, eşşek yüküyle de sevildin. Genç oldun bu şehirde, dans ettin (yeni başlayanlar için ayşec: eskiden dans ederdim). Yolun bin kilometre olduğunu gördün, iki bin, üç bin…bitmek bilmedi. “Bu şehirde bir adam beni seviyor” dediğin zamanlar oldu. Düşündüm, “gene seviyor lan” dedim. “Şimdi gitsem Doktor Amca bol soğanlı bi köfte yapar bana. Üstüne Atilla Abi de bira ısmarlar. Bir değil iki adam seviyor lan” dedim. “Kızım ayşec., sırtın yere gelmez”.
Hele okulumu gördüm ya…kimse alamaz o gülücüğü benden. Ben bu şehirde ben oldum. Buna son gelişim de dahil. Hep çoğalmaz ya insan, bazen eksilir. İçimde aşka inanan olmasa bile hüzne direnen bir şeyler kalmış olmalı. Nasıl bilmiyorum. Neden hiç bilmiyorum. Edebiyat olsun diye değil, bu akşam bu şehre sahiden dedim bunu ben: “Hadi beni aşka inandır. Ne olursa olsun hiç bırakma ellerimi”. İçimden tabi. Otobüsten indim. Bir sigara alıp ve maçın skoruna bakıp taksiye bindim. “Rahatsız olduysanız kapatayım” dedi camı. Kollarımı kavuşturmuşum üşür gibi, farkında değilim. “Yok, iyi böyle” dedim. Hayır yerine yok demeye ilk ne zaman başladığımı düşündüm gene, anımsayamadım. Yüzüme vuruyordu rüzgar, içime çektim kokusunu. Gene gülümsedim. Sokak lambalarının sarı ışığını görünce bile gülümsedim.
Zaman kimseyi beklemiyor. Kimse kimseyi beklemiyor. Şehirler, onlar da değişiyor. Ne kadar dönüp gelseler yahut cismen hiç gitmeseler de, sevdiğin insanlar –hatta hatta sana o şehri sevdiren insanlar- kalmayabiliyor o şehirde. Oysa şehir kalıyor. Kokusu, rengi, ışıkları. “Beni özledin mi” dedim Hava Kuvvetleri’nin önünden geçerken. Tabi içimden. İçime çektim kokusunu. Özlemişti.
10 Eylül 2010 Cuma
Duydunuz Zilin Sesini!
Bu bir referandum yazısı değil. Ne başında ne de sonunda oyum şudur demeyeceğim. İster tatlı su solcusu desinler, ister muhafazakarların ekmeğine yağ süren liberal, salt halihazırdaki tabloya bakınca ne gördüğümü, ne düşündüğümü söylemekten geri basacak değilim. Yalnız şöyle bir çekincem var ki o da yazmakta olduğum tezi bahane edip kendimi referandum gürültüsünden uzak tuttuğum gerçeği. Bundan pişmanlık duyduğumu söylemek isterdim fakat duymuyorum. İyi ki tezime odaklanmış ve referandum üstüne kafa patlatmayı son haftaya bırakmışım.
Her siyasi kesimi kendi içinde bölebilmiş olması, dolayısıyla aslında ne kadar renkli bir siyasi hayatımız olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekici bir tarihsel deneyim olduğunu düşünüyorum. Bölünme sözcüğü kolektif aklımızda tehdit olarak yer ettiği için farklılaşma demek daha yerinde olur belki. Neyse ki sıkıntı yok, tehdit teşkil edecek denli farklılaşmadan dönüp dolaşıp gene darbeci-şeriatçı ikiliğine saplandık da rahat ettik. Evet diyenler şeriatçı, hayır diyenler darbeci. Bu kadar basit. Haydi en iyimser ihtimalle ilk grup, şeriatçılara şuurlu ya da şuursuzca destek verenler, ikinci grup ise darbecilere aynı şekilde şuurlu yahut şuursuzca destek verenler. Şuurlu alt-grupları kötülükle ve şuursuzları da aptallıkla itham etme yetkimiz var. Bulabildiğim en kibar kelimeler bunlar, yoksa iş siyasete gelince argo dağarcığımızın da aşka geldiği malum.
Kendimi içeriğine uzunca bir süre -mümkün mertebe- uzak tuttuğum referandum tartışmalarının biçimine/biçimsizliğine takılmam kaçınılmazdı. Etrafta ne olup ne bittiğinden bîhaber olmaktan değil, haberdar olunduğu halde araya konulması gereken bir mesafeden bahsediyorum. Tarafsızlıktan ya da apolitik olmaktan hiç değil, taraflı ve politize olunduğu halde saygıyı, sükuneti korumaktan bahsediyorum. Tartışmaların hararetsiz ve heyecansız geçebileceğini yahut geçmesi gerektiğini değil, saygının muhafaza edilebileceğini düşünüyorum. Sözün özü, tartışma kültüründen bahsediyorum .
***
Her şeyden bir adım geri çekilip bakmaya, aşina kabul ettiğim her şeyi ilk defa gören bir yabancı gibi düşünmeye çalışıyorum. Zaten ancak düşünmeye çalışabilirim, olamam, olsam da kalamam. Zihinsel bir egzersiz, bir oyun gibi: Merkezi semtlerin ana caddelerinde yoğunlaşmak üzere her yerde EVET ya da HAYIR yazan koca afişler var. Evde otururken bile evet ya da hayır diye bağıran siyasi figürlerin sesleri ve onlara eşlik eden şarkılar eksik olmuyor. Herhangi iki insan arasında geçen herhangi bir diyalog muhakkak bu soruya varıyor. Cevap ya “tabi ki evet” ya da “tabi ki hayır” ve ben kimse kusura bakmasın, en az evet-hayır kadar takılıyorum o tabi ki’ye.
Öte yandan, konu her ne olursa olsun onu anlamak, anlamlandırmak için emek sarf etmiş kimselerin kendilerine güvenerek fikirlerini beyan etmesinden tabii ne olabilir. Demeye çalıştığım, eğer bir şeyleri tehdit addetmeden içimiz rahat etmiyorsa benim tehdit addettiğim -belki yegane- şey bu özgüvenin kibire, mütecavizliğe ve şiddete evrildiği nokta. İkna etme, yenilgiye uğratma arzusunun farklı olanı anlama arzusunu açık ara farkla geride bırakmasını tehlikeli buluyorum. Egolarımızı portmantoya asamayız belki ama saygımızı astığımız yerden alabiliriz.
***
Benim anladığım kadarıyla sosyal bilimler eğitiminin en önemli öğretilerinden biri, doğru soruları sormanın doğru cevapları vermekten daha değerli olduğu. Lakin eğitim geleneğimizin bunun tam aksi bir yol izlediği malum ve gelenek, öyle bir çırpıda –bir insan ömrü süresi içinde- oluşmadığı gibi bir çırpıda da sıyrılınabilecek bir nane değil. Beğensek de beğenmesek de bu havayı soluyoruz. Bundandır ki en eleştirelimizin de düştüğü yer gene burası. Bundandır ki kendi hocalarımızı bile “en aptalca soruları/yorumları dâhi sabırla dinleyen” ve “öğrencisini insan yerine koymayan” diye ikiye ayırıyoruz. Egosunu öğrencileri üstünden tatmin etmeye ihtiyaç duymayanları ayrı bir yere koyuyoruz. O kadar az sayıdalar ki korumaya alsak yeri.
Doğru soruları sormanın, sorgulamaktan vazgeçmemenin önemini kavramak demek fikir sahibi olmamak demek değildir. Bir siyasi parti liderinin parti içi muhalefeti tehdit addedip sindirme yahut partiden ihraç gibi yollara başvurmaması demektir. Altmış yaşındaki profesörün yirmi yaşındaki öğrencisinden öğrenebileceği şeyler olduğunu kabul edebilmesi demektir. “Altmış yaşında bir profesör” olana değin ve olmak için göğüs gerdiği zorlukların, verdiği emeklerin yok sayılması değil hakkının verilmesidir bu tutum. Bir insanın kendisine kıyasla eğitim-öğrenim geçmişi ne denli sönük yahut farklı olursa olsun başka bir insandan hala bir şeyler öğrenebileceğine inanıyorum. Her türlü kriter bir yana, iki kafanın salt birbirinden farklı iki kafa olması bile birbirlerine daha önce düşünmedikleri bir şeyler düşündürtebilecekleri anlamına gelir. O yüzdendir ki, “yanlış düşünüyorsun” kalıbının “birinci belli, ikinci kim” kalıbından kanımca farkı pek azdır.
Özeleştirisiz olmaz: İnsancıllıktan, iyimserlikten havaya yükseldi yükselecek bir insan değilim. Önyargılarım, sınırlarım, duvarlarım var oğlu var. Her şey politiktir düsturundan hareketle özel hayat kavramına her ne kadar tek kaşı havada yaklaşsam da hayatımın daha tenha ve evimdelik hissinin keyfini sürdüğüm kısmına giriş çıkışlarda belli kriterler gözettiğim doğru. Farklılıklara açık olmakla birlikte hayatım özelleştikçe bu açıklığın aralık bırakmak halini aldığı da doğru. Bunun az bir kısmını kendime hak görüyor bile olabilirim fakat haklarım asla saygısızlığı, incitmeyi, rahatsızlık hissettirmeyi, dışlamayı ya da saldırmayı kapsamıyor.
Referandumu önceleyen bu süreçte beni en çok hayal kırıklığına uğratan, tanıdığım en okumuş ve duruşlarını kendime en yakın bulduğum insanların kendileri gibi düşünmeyenlere karşı sergiledikleri “biri böyle düşünmek için ancak salak olabilir” tavırları oldu. Bilen bilir ağzım bozuktur. Can Baba’ya aşık her küçük kız gibi de küfrün hasını severek büyüdüm. Fakat nedendir bilinmez ve hatta buna Can Baba katılmazdı onu da biliyorum ama bu gibi hararetli dönemlerde daha hassas olunması gerektiği taraftarıyım. Kim bilir bu da kişisel bir bozukluk belki ama saygısını kaybeden tarafa karşı ben de saygımı kaybediyorum, yazık oluyor.
***
Şimdi, fevkaladenin fevkinde seyreden matematik dehama istinaden biliyorum ki iki ihtimal var. Ya evet, ya hayır çıkacak. Elbette ki maddelerin karşılaştırmalı tablosu önümde, tartışmalara kulak kabarttım, yazılanları okudum, maddelerin uzun vadeli sonuçlarının ne olabileceğine kafa yordum vesaire. Madem ki bir ya-sev-ya-terk-et, bir var-mısın-yok-musun yaklaşımıyla daha karşı karşıyayız ve birbirinden farklı onca maddeye topyekûn bir evet ya da hayır denmemiz bekleniyor, maddeleri teker teker inceleyip değerlendirmekten doğal bir şey olamaz herhalde. Hayır denmesi zor maddeler de var, evet demenin içe sinmeyeceği maddeler de.
Her kesim gibi sol da bölünmüş durumda: liberal addedilen ve söz konusu değişikliğin demokratik bir anayasanın önünü açacağını düşünen solcular “evet”; İslamcı bir iktidar partisi ne eylerse ancak kendi çıkarları doğrultusunda eyler diye düşünen solcular ise “hayır” diyor. Sürekli irdeleyip sorgulamaktan kalıbına sığamayan sol tabi ki üçüncü ve dördüncü seçenekleri de üretti ki bunların iki grup tarafından çoğunlukla seçenek bile sayılmadığını söylemeye gerek yok. Yeri gelmişken hayal kırıklıklarımdan bir tanesi de, solcuların birbirini “vatan haini” diye suçlaması. Bir zamanlar Nazım gibi nice komünistin aynı şeyle suçlandığı bilindiği halde bu ağır ithamın nasıl böyle kolay sarf edilebildiğini aklım almıyor. Bir insan doğduğu toprağı ya da aileyi sevmekle yükümlü değildir. Sevmek zaten tanımı gereği bir yükümlülük olamaz. İnsan sevdiği topraklarda yaşamayı veya zaten yaşadığı toprakları sevmeyi seçebilir. Kader gibi görmektense seçim yapmak bana hep daha değerli gelir. Alışkanlık ve sosyalleşme gibi son derece belirleyici etmenleri görmezden gelmek elbette mümkün değil. O yüzdendir ki iklimi Akdeniz, içkisi rakı olmayan bir memlekette yaşayabileceğimi yahut çocuğuna saygı duymayan, sevildiğini hissettirmeyen insanlara anne baba diyebileceğimi aklım almıyor. Başka memleketlerde de yaşayabileceğim ve bunu sevebileceğimi de bildiğim halde burada yaşamayı seçmek bana yaşadığım yeri kıyasıya eleştirerek –kendimce- daha yaşanılır kılmaya çalışma hakkı verir. “Kendimce” çünkü herkes durduğu noktadan her şeyi ayan beyan görür ve o nokta istediği kadar bilinçli ve sofistike olsun gene de bir (1) noktadır. Yani birini hıyanetle itham ederken ve o ithamı da kötülük ya da aptallıkla temellendirirken biraz düşünmek gerek. Hele ki uzak sayılmayan bir geçmişte aynı ithama hedef olunmuşsa.
“Bu bir referandum yazısı değil” demiştim ama değil mi? Ha Pazar günü iki rahmetten birine eyvallah diyeceğimi söyleyebilirim (Hangisi olduğunu ısrarla söylememem ise tartışma kültürsüzlüğünü ve ifade esaretini boykot gibi düşünülebilir). Son kertede kararımı belirleyen de gene biçime dair kimi etmenler oldu. En basitinden, iktidar partisinin sınavlar, seçimler, kuralar türünden uygulamalar konusunda gösterdiği dikkat ve titizlik beni çok duygulandırdı ve “tamam” dedirtti. Ben de -biçim ve içerik arasındaki organik bağı göz önünde bulundurarak- aynı dikkat ve titizlikle kullanacağım Pazar günü önüme konan damgayı. Sonra da İzmir marşıyla evime döneceğim.
8 Eylül 2010 Çarşamba
Uyku
6 Eylül 2010 Pazartesi
Spoiler (Inception)
Cobb: Guilt.
Cobb: A clean dive, perhaps. Mal, what are you doing here?
Mal: I thought you might be missing me.
Cobb: You know I am but I can't trust you anymore.
Mal: So what?
Cobb: Please, I just have to keep you here, just for now.
Mal: You said we'd be together! You said we'd grow old together!
Cobb: I'll come back, I promise.
Thin Man: [Looking at Cobb] No, They come here to be woken up. Dream has become their reality! Who are you to say, otherwise?
Mal: Because, We'll be together!
Cobb: I know. But we can't. And I'm sorry.
Mal: You remember when you asked me to marry you? You said you dreamt that we'd grow old together.
Cobb: And we did... I miss you more than I can bear... but we had our time together. And now I have to let go...
2 Eylül 2010 Perşembe
Modernité a venir
sonra yüzümüzdeki savaş boyalarını çıkardık
ve konuştuk iki uygar insan gibi...
bana som kayaları...
dar boğazları...
kendi iç geçitlerini gösterdi...
lale müldür