30 Eylül 2010 Perşembe

Sabah Sabah Jacques Derrida

İnsanın derdi olmayınca yazması ne zormuş. Üstünüze afiyet derdim yok, evet. Daha doğrusu hepsini bilincimin altına altına süpürünce üstü cillop gibi oldu. Zaten mütemadiyen didiklenip irdelenmekten mustaripti kendisi, karnı doymuştur şimdi. Bu sefer de rüyalardan vuruyor puşt. Yoksa işgücüne dahil olmayan adamın sabah dokuzda işi ne allasen? Tabi ki kabus gördüm: Bir 1 Mayıs akşamı Taksim Meydanı'ndayım. Kabus bu ya polis insanları öldüresiye dövüyor. Meydan boşalmış, sokak lambalarının sarı ışığında görebildiğim bir kaç tanesi ama nasıl canhıraş. Yaşlı başlı insanlar bir de, yüzleri kırış kırış, gözleri yaşlı. Olayları izlediğim yerden kalkıp geliyorum yanlarına, elimden ne gelecekse. Epey yaşlı, Tatar gibi bir kadın kan revan içinde yerlerde sürükleniyor. Sonra haber spikeri bir kadın bitiveriyor tepesinde. Soğukkanlılıkla haberini yaparken eğilip kadının dilini tutuyor, elinde kalıyor dili. Ben tam 'bak görüyor musun kadın susturuldu, sesi alındı' filan diye dümdüz çözümlerken uyandım. Bunu görmesem iş bulduğumu görüyorum rüyamda. Dertsiz başımın derdi mukabilinden türlü çeşit rüyalar işte.

Kaçtı tabi uykum, 'bugünlük bu kadar' dedi. Hazır bir takım hacetler de hasıl olmuştu, iyi madem dedim kalktım attım elimi kütüphaneye, bir kitap yakaladım. Kitapsız olmuyor. Çocukluktan kalma alışkanlık işte. Şampuan muhteviyatı kötü gün dostu mesela ama kitap şart. Şart da...Derrida pek gitmedi ortama. Ta lisedeyken almıştım. On iki yaşıma gelip 'neymiş bu kapital? kapital'i okicam ben!' diye tutturan o şuursuz kafaya benzer bir kafayla tabi. Festival'de adamla ilgili bir belgesel izleyip etkilenmiştim diye anımsıyorum. Babam da Le Monde Diplomatique'te çıkan, küreselleşmeyle ilgili bir yazısını okutmuştu bir yaz. Yoksa nereden bileceğim (Beni tanımayanlar için biraz itici olabilir bu söylediklerim, farkındayım ama olan bu, ne yapayım. Benim çocukluğum, ilk gençliğim de böyle geçti). Biraz debelenip okuyamamıştım tabi. Ulan yer elması, ulan zırtapoz, senin etin ne budun ne ki Derrida okuyacaksın? Hiç işte. Şimdi bile -arkadaşımın dediği gibi- adamdan ne anladığımızı tam anlatamıyor, ancak hissederek biliyoruz ne demek istediğini. Hastasıyız, o ayrı.

Kitabın kütüphanemde bulunmasının hikayesi bu yani. Bir bok olduğumdan değil, eskiden beri haddimi tayin etmekte yaşadığım sıkıntıdan. İşte bu sabah böyle çok yersiz bir yerde okumaya koyulmuşken kitabı, rüyamın devamı gibi gelen şu satırlara rastladım:

Ancak, bir insanın öldürülmesinden mecazi bir anlamdan söz edermiş gibi söz edilemez, hatta o bir amblem mantığı içinde, bayrak ya da şehit retorikası içinde örnek bir figür olarak ele alınsa bile... Bir insanın ölümü kadar biricik olan yaşamı, bir simgeden başka bir şey, bir paradigmadan da daha öte bir şey olacaktır hep. Bir özel ismin adlandırması gereken de işte budur hep (s. 7).

(Derrida, Jacques. 2001. Marx'ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal. Çev: Alp Tümertekin. Ayrıntı Yayınları: İstanbul)



27 Eylül 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #6

Sıradan meteorolojik olayları romantize etmeyi bırakalı beri garip bir huzurla bakıyorum dünyaya. Çok değil şu son birkaç günden bahsediyorum. Filmleri, şarkıları, günleri ve sayıları da sıyırdım anlamlarından. Hafifledik, hafifledim. Telefonda soran arkadaşlarıma "çok iyiyim" diyorum. Bu sefer yalan değil. Gerçeği söylüyorum.

Adeta bir reklam ev kadını gibi, kuruyan çamaşırları koklayıp, yumuşatıcının kokusunu muzaffer bir edayla ciğerlerime çekiyorum. Oh mis. Bugün ne yemek yapmalı. Bir ara yerleri siliştirmeli. Vesaire vesaire. Anneannemin, üstesinden gelebildiğime hala inanamadığı bir ton küçük şey. Bilse ki joglörce kullanmaya çabaladığım teorilerden sonra çamaşır suyu şifa niyetine geliyor.

Çok sevdiğim birinin daha ölüm haberi geldi. İnanamadım. "Ona ne oldu?" diye açtım telefonu. Başka bir şey olmuş olmalıydı. Değil, gitmiş, yokmuş artık. Çok saçma geldi. Çok yersiz. Ağlamam biraz kesilince kızları aradım "hadi bende rakı yapalım" diye, "gene sofra donatayım, rakıları alın gelin siz de". Böyle sofralarda sevmiştim bu adamın eşsiz muhabbetini. Ağlamanın faydası yoktu madem, birlikte güzel günlerimizi çoğaltmakta buldum çareyi.

Sigarayı bıraktım. Erken kalkmayı başarabilirsem sahil yürüyüşlerime de başlayacağım. Yapılacak iş? Olmaz olur mu! Bir ton düzeltmesi, eklemesi var tezin. Hepsi için bir ayım var. Sonra gene Ankara. Bu sefer başka şansım da yok. Sosyolog oldum oldum. Olamadım, benim harcım değilmiş deyip bakacağım bir hal çaresine. O da artık neyse.

Gerçi iyi geçti son görüşmelerimiz. Sonuncusu doğum günümdeydi. Rezervasyon saati gelmiş geçiyor biz hala direniş mi değil mi diye tartışıyorduk. En son elimi belime koyarak ayağa kalktığımı, sesimi de hafifçe yükselttiğimi hatırlıyorum. O da ayakta çay koyuyordu. Fonda Barry White, içimden küçük bir Ally McBeal çıktı çıkacak. O zaten oturduğu yerden dans ediyor ben anlatırken. Sonra Edith Piaf çalıyor, o anlatıyor. "Hocam pardon Edith Piaf'a takıldım, ne diyordunuz?"

Beni kızdırıp, kızgınlığımla eğlenen ortaokul arkadaşlarımdan farkı yok. Biliyor ki sinirlenince ortaya çıkıyor ne düşündüğüm. Üstüme geliyor o zaman, daha çok sinirlendiriyor, daha çok dökülüyorum. "Ben eğleniyorum" diyor bir de keh keh gülerek. Bu adamı seviyorum. "İyi bir deneme oldu bu" diyor. Yazdıklarım düşündürmüş onu. Düşündükleri neticesinde vardığı bir şema çiziyor. Benim kafamdakiler netleşiyor bu sefer. "Vay be, ne demişim" diyorum. Kendi keyfi için beni biraz harcamış olabileceğini söylüyor. İşte buna sinirlenmiyorum. "Farkındayım hocam..ama ben de keyif aldım."

Hararetli ve üretken tartışmaların lüks sayılageldiği bir akademik iklimde biz iyi bir iş çıkardık. Bir deneme, bir çaba, adı ne olursa olsun ben bir cesaret giriştim ve o da kendi keyfi, kendi merakı için destek verdi. Satır satır kafa patlattı yazdıklarıma. Sinkaflı notlar döşedi naçizane tezimin üstüne, gene de centilmenliği ele alıp kullandığı dil için özür diledi ara sıra. Baktı ki ben de bozuyorum ağzımı.. aynı dili konuşuyorduk.

Artık bitsin istiyorum. Bunu da geride bırakıp, hayatımın bundan sonrasına yön verebileceğim bir noktaya gelmek istiyorum. Bir yandan içim sızlıyor tez hocamı nasıl özleyeceğimi düşündükçe. Öte yandan vakit tamam. Bir şeyler yapmalıyım.

Zaman ileri sarsa diye geçiriyorum içimden. "Al bu lojman, al bu da odan. Al hayrını gör ODTÜ'de hocalığın" deseler. Yahut da Paris'te ufak bir çatı katı. Fransızcayı sökmüşüm mesela, doktora tezimi hazırlıyorum. Şarap alacak kadar param da var. Ya da ne bileyim, bir yayınevinde çalışıyorum. Çok değil beş altı yıllık hayaller hepsi. Olamaz mı olabilir ama olmayacak türden. Sonuncusu hariç belki. Kurması bedava değil mi, kuruyorum işte.

O yüzden kendimi ev işlerinin cazibesinden çekip alarak çalışmaya yeniden başlamalıyım bir an önce. Malum, hayaller kendi kendilerine gerçekleşmiyor. Gerçi emek sarf etsen de gerçekleşmiyor bazen. Olsun, yapacak daha iyi bir işim yok. Daha iyi bir humustan başka.

26 Eylül 2010 Pazar

Humus Notları

1) Bir su bardağı nohut=çok nohut. Tek kişilik hiç değil.

2) Nohut, sert tabiatlı bir mahlukat. Kaynamış suyun içindeki coşkulu, enerjik davranışlarına aldanıp yumuşadı sanma. Nohuta acıma. Bırak gözünden yaş gelene kadar yumuşasın domuz. Diğer türlü hem kabuğu zor soyuluyor (sahi, soymak şart mı?), hem de parçalı nohutlu bir iklim hakim oluyor.

3) Sarımsağın fazlası olmaz. Diş sayısı dörtten başlar.

4) Bir bilen sana "nohutları haşladığın suyu dökme" diyorsa bir bileni dinle ve dökme. Zavallı humusun haddinden durgun kıvamıyla yüzleşince, tesisat alemine hunharca kurban verdiğin o suyu yana yakıla ararsın sonra.

5) Küçük rondoya bir su bardağı nohut extra-large geliyor. Bu plastik kokusu da hiç hayra alamet değil. Başka bir işkence aleti bulmalı. (@rondo sorun bende değil, sende!)

6) Rondo çok ses yapıyor. Gece gece kurabiye pişirmeye benzemiyor.

7) Pastırma şart.


24 Eylül 2010 Cuma

Ankara-İstanbul

Çok güzel bir akşamdı. Bundan sonra hep kutlayacağım doğum günümü. Kutlamadığım senelere yazık demeye dilim vardığından değil. Şimdiki halimi alabilmem için, son üç seneyi nasıl geçirdiysem öyle geçirmem gerekiyordu. Kaybettiklerime odaklandım hep. Oysa dün ilk defa, kazandıklarım gülümsedi yüzüme. Kaybımın yası öyle bürümüş ki içimi… (terminolojiye gel, psikiyatrik değil edebi haspam).
Ferzan ışıkları vardı renkli renkli; güzel güzel mezeler vardı…sonra, rakı içtim bol bol. Hediyeler almışlar, ben doğduğum için sadece, varım diye. Pasta bile almışlar sinsice. Hem de tam sevdiğim gibi. Hem de “iyi ki doğdun ayşec.” yazıyordu üstünde. Beyaz bir kalbin üstünde yazıyordu, yedim o kalbi ben (Çocuk Kalbi gibi ama besin değerleri yüksek Ayşec. Kalbi bu).
Her birinin onar seneyi temsil ettiğinden şüphelendiğim üç mum vardı pastada. Ne zaman ki yaktılar o üç mumu ve “ayşec. dilek tut!” dediler, bir tek o zaman gölgelendim biraz. Topu topu bir tane vardı, onu da yitirmiştim işte. Kendime yeni bir dilek bulmak için durup düşündüm bir kaç saniye. Kariyer geçti aklımdan, kitabım çıksın filan… kalbin kesmedi kendini mi yiyorsun ayşec. dedim, dosdoğru dile işte. Aşık olmayı diledim.
Tunalı’da ay dolunaydı. Tam beş yıl önce giydiğim siyah elbisem vardı üstümde. Musıki çalıyordu, tam sevdiğimden. Yani istesem oturup ağlayabilirdim senelerdir yaptığım gibi. İstemedim. Bir oradaki bir buradaki arkadaşıma sarılıp, benim için hiç de sıradan olmayan bu doğum gününü nasıl unutulmaz kıldıklarını anlatabilmek istedim teşekkür üstüne teşekkür etmek yerine. Dilim dönmedi ama anladılar bence. Musıkiye teslim olup birkaç sefer uzaklara dalacak oldum, anında kendime getirdiler. Hatta bunun için beni tutup boğazımdan aşağı rakı dökmek de gerekse kaçınmadılar diyebilirim.
Kalan son masaydık. Son yudumu alıp ve yirmi beş yılımı geride bırakıp kalktım masadan…


Kızlara not: Ne kadar zeki, esaslı hatunlar da olsak bu işler söz konusu olunca aslında birbirimize verecek aklımız olmadığı, hatta sekizimizi toplasan bir akıl etmeyeceğimiz malum. Mesele de bu değil zaten. Hepimiz ayrı ayrı zor kadınlarız. Bazen kırıp geçiriyoruz birbirimizi, uzağa düşüyor ya da uzak duruyoruz gerektiğinde. Ayrı kıtalara, ayrı hayatlara savrulur gibi oluyor sonra gene buluşuyoruz bir evde, bir sofrada. Seslerimiz birbirine karışıp dolduruyor bulunduğumuz yeri. Beyler gelip geçti, gelip geçiyor hayatlarımızdan, biz birbirimize kalıyoruz günün sonunda. Ailemize elbette kalıyoruz; yeri geliyor küçük kızlar gibi sarılıp ağlıyoruz da git gide benzediğimiz annelerimize. Onları dışında tutmak istediğimiz dertlerimizi ise gene birbirimize bölüştürüyoruz. Biz, içine doğduğumuz değil parçası olmayı seçtiğimiz bir aileyiz artık. Ve ben, yanımda olduğunuz için çok şanslıyım. Bunu bildiğimi bilmenizi istedim sadece…

23 Eylül 2010 Perşembe

Ay Dolunay Bu Gece

Merhaba...Bugün benim doğum günüm.

Yirmi beş yıl önce bugün doğdum.

Beş yıl önce bugün aşık oldum ve aradan geçen süre boyunca aşkın doğmaktan kutlanmaya daha değer olduğunu düşündüğüm için doğum günümü hiç kutlamadım.

Beş yıl sonra ilk defa -artık- doğduğum günü sadece doğmuş olmam münasebetiyle kutlamak niyetindeyim.

Aynı şehir, aynı yağmur, hatta aynı siyah elbise ama yeni olmasa bile bambaşka bir gün. Geriye sadece hikayesi kalan kendi küçük aşk hikayemi usulca kaldırıp koyabileceğim bir yer bulmalı şimdi. Kırpıp yıldız mı yapmalı yoksa yakıp küllerini denize mi savurmalı bilmiyorum.

Geçen gün Tunalı'da yürürken tesadüfen gördüğüm bir yeri kestirdim gözüme: İçi aydınlık, ferah; girişinde Ferzanvari renkli lambaları olan bir balıkçı. Daha yer ayırtmadım, kim gelir kim gelmez emin değilim. Yer yok diyecekler belki de. Belki de kimse gelmeyecek. Ne zaman böyle karamsar oldum bilmiyorum.

Kalabalığı seviyorum, uzun masaları, ağzına kadar dolu evleri, laf atmaları, kahkahaları... o insanların arasında sorun yok mu, var elbette ama gene hep birlikteler. Hiç bitmeyecekmiş gibi akan içki, arkadan eksik olmayan hem huzurlu hem keyifli bir müzik ve sarı sıcak bir oda yahut tepesinden renkli küçük lambalar sallanan bir teras.

İnsanın yanına yakın arkadaşları ve ailesi kalıyor. O yüzden bugün düşünmeyeceğim ne kadar yalnız olduğumu. Aşkı-bulmuş-ve-kaybetmiş ya da yalnız öleceğim gibi şeyler getirmeyeceğim aklıma. Ne münasebet efendim. Zaten en güzel yıllarım gamla kasavetle geçti, artık kafi. Yirmi beş, ilk defa aşık olmak için geç belki ama mutluluktan ümidi kesmek için de erken be abi. Ara ara uzaklara dalabilirim, gözlerim dolabilir. E kusura bakılmasın, ot gibi yaşamadım bu kadar yıl.

Biraz bocalıyor olabilirim neyi nasıl kutlayacağıma dair, lakin ikinci dubleden sonra toparlayabileceğime inanıyorum.

Ne demiş kadın: "İntihar etmeyeceksek içelim bari."



21 Eylül 2010 Salı

Caddelerde Rüzgar

Bunu anlatmalıyım. Hiçbir şey olmadı.

Dün akşam dokuzda çıktım tez hocamın yanından. Düzeltmeleri konuşuyoruz. Daha da bitmedi ya yorulduk ve bölümden çıkmamla olan oldu. Yok öyle ahım şahım bir şey söylemedi. Bununla ilgisi yok. Tamamen havadan. Nasıl mutluyum, durduk yere, bir anda. O kadar saçma ki inanılmaz.

Bölüm, fakülte yolunun ışıkları, yüzüme vuran tatlı serin hava, ağaçları ve bilumum dünyayı aydınlatan ayışığı. Dehşetli güzel her şey. Yapacak bir şey yok. Bir de eski bir şarkı tutturmuşum. Yanımdan sevgililer geçiyor el ele, susmuyor devam ediyorum söylemeye.

Varoluş bu, başka bir şey değil. Şu an tam burada, tam şu anda var olmaktan başka bir şey değil beni bunca mutlu eden. İçimde hüzne direnen bir şey var demiştim ya...o.

- Lan salak mısın ne sırıtıyorsun ebleh ebleh?
- Sana ne ulan, bas git.

Ayınkine denk bir ışıkla parlıyor gözlerim, biliyorum. Yürümüyor süzülüyorum. Yeni aşık olmuş kızlar gibiyim. İçim pır pır. Meğer o da beni seviyormuş. Kim? Hiç kimse. Demiştim ya "sen olsan da aşığım ben, olmasan da sevgilim" diye, aynı o hesap.

Dibe vurduğum hızla yükselmeyeli epey olmuştu.

Beni seven hiçbir adam yok bu şehirde. Sevgisi her şeye üstün gelecek kadar büyük. Velhasılı vazgeçilmez filan değilim. Eğitim hayatım desen tıkandı kaldı. Yani tutar yanım yok an itibariyle. Ne gam...hüzün, üstümden kayıp gidiyor bu akşam.

Bu çiçek kokuları delirtecek. Son mon...bahar değil mi arkadaş, zaten az gelen aklım başımdan gidiyor.

Halbuki hiçbir şey olmadı.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Sarmaşıklı Rakı, Nihavent Tavuk

Yaşlı dostum,

Söylediğim gibi Tavukçu'ya gittim dün. Gene oraya gitmek için Dost'un önünde buluştuğumuz ve "sen istesen de sıradan olamazsın" dediğiniz günkü bordo ruj vardı dudağımda. Saçım açık, üstüm siyah, bakışlarım kırgındı biraz. Aldılar, benim kadar bir masaya oturttular duvar kenarında. Bahçeye girince solda dördüncü masa hatta. Bunu söylemek için saydım. "Yalnız mısınız" diye sordu garson. "Yalnızım" dedim. Rakı söyledim bir kadeh ve tavuk şiş gelene kadar rakıya eşlik etsin diye kavun. Sigaramı kibritimi çıkardım koydum masaya. Abi rakıyı koyup gitti. Oraya ait olmadığımı, beni istemediğini söyledi gözleri. Biraz içerledim ama çok da umursamadım. Suyumu buzumu koydum. Bir yudum alıp gülümsedim. Bir sigara yakıp, kadehteki dudak izime baktım. Tam tepemde bir lamba, istemesem de drama. İspanyol meyhanesinde küçük bir kadın gibiydim.

Kimseyle göz göze gelmemeye özen gösterdim. Zaten bir müddet sonra varlığıma alıştı amcalar da, aldırmadılar. Yalnız tavuğa yumulurken biraz dikkat çekmiş olabilirim. Ne yapayım çok güzeldi.

Tam karşıma düşen kapıdan gözümü alamadım. Sizi son gördüğüm zamanki gibi takım bir elbiseyle görünüverecekmişsiniz gibi geldi gitmedi. Yahut da "genç dostum" diyen o davudi sesinizi duyuverecekmişim gibi. O kadar istemişim ki birkaç kere duydum da. Gaipten.

Sahiden de çıkıp gelseydiniz ne derdim, size ne diyebilirdim bilmiyorum. "Haklıydınız...haklıymışsınız" gibi duymaya ihtiyacınız olmayan bir şeyler gevelerdim herhalde. İki tenin arasında ışık bile olmamalı. Kaldı ki başka bir sevda hiç. Gitmeyince gitmiyor yaşlı dostum. Sevda baştan gitmiyor. Benimki de laf. Bilmiyorsunuz sanki. Ben bilmezken biliyordunuz. Siz her şeyi bilirsiniz. Sizi nasıl yerlere göklere sığdıramadığımı bildiğiniz halde beni hiç affetmeyeceğiniz gibi. Gene de beni hep seveceksiniz. Suçu sadece sevmek olanlardan bu kadarı esirgenmemeli.

İkinci kadehi de içip kalktım. Yukarı doğru yürüdüm yavaş yavaş. Banka otursam mı diye düşündüm, vazgeçtim. Evde toplanılacaktı, gitmem gerekiyordu. Gene de tuttum Rembetiko'ya uğradım. Oturdum bara. Tanıdık çocuklar vardı, lafladık biraz. İki bira içip eve yollandım.

İşte böyle üstat.




16 Eylül 2010 Perşembe

Ev

Evim diyebilmek. Piraye’sinden bahsederken “bu bahiste realite umurumda değil” diyen Nazım’a öykünerek diyorum ki benim de bu bahiste unheimlich umurumda değil. Elbette ki sen evine evim diyorsun diye evin de sana benim diyecek değil. Lakin bir ev var, inanıyorum. İnanıyorum dedim, evet. İnsan her zaman söylemiyor, söyleyemiyor içinden geçenleri. Toplumsallıktan anladığım da buna benzer bir şey aslında. Düşündüğümüz, söylediğimiz ve yaptığımız bir değil. Öyle düşünüp, böyle söyleyip, şöyle davranıyoruz. Ne tutarsızlık, ne çelişki, ne de kötü niyete yoruyorum bunu. Tam da böyle bir şey diyorum. Hatta başka türlü olamazdı. Toplumsallığın bir özü varsa şayet, bu olabilir diye düşünüyorum.

İnanmıyorum diyorum. Doğru değil. İnanıyorum var, ben deli değilim. Doğduğun yer de olmayabilir, doyduğun yer de. Sevdiğin yerdir evin, benim dediğin. Adı konmuş ve konmamış her duyuyla sevmekten bahsediyorum. Bu ağaçların hışırtısı, gölgesi, reçinesi, börtü böceği, saksağanları yahut gözlerindeki sevginin derinliği gibi. Her eğimini biliyorum; her taşı aklıma kazılı bu binanın kantininde güneşin nasıl battığı çıkamaz aklımdan. İster akşamın bir vakti ister körü olsun sabahın, nereye gideceğimi bilmediğimde ayaklarımın beni getirdiği yer burası. Avazım çıktığı kadar ağlasam da beni sükunetiyle sarıp sarmalar. O hep böyle yapar, sonra ben yatışırım.

Ayakkabılarımı çıkarabilir, yalınayak koşabilirim. Hiçbir şey batmaz ayağıma, batsa da yakmaz canımı. Çok sarhoş olabilirim burada, uzanırım çimlerine. Ben dururum dünya döner, ben dönerim durur dünya. Döner durur, döner gelirim yine buraya. Kaşlarını çatmaz, sırtını dönmez bana. Her koridoruyla tanır beni; muslukları, kaloriferleri, kapı kolları ve ayaklarımı sarkıtıp oturduğum balkonlarıyla. Uzun zaman sonra beni karşısında görünce gözleri ışıldar. Sormaz çünkü bilir ne istediğimi. Patatesli poğaçamla demli çayımı uzatır gülümseyerek. Kokusunu duyunca unuturum her şeyi. Elimi tutan eli ikinci elimdir. Gözlerindeki yansımamda nefes alıp veririm. Kapısında adım yazmayabilir, anahtarımı içeride unutmuş olabilirim. Dahası depremler, yangınlar, seller geçebilir başımızdan. Yanı yöresi değişebilir. O bunu bilmeyebilir ama ben bulurum evimin yolu.

…bir insan bir insanın evi olabilir. Biliyorum.

13 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul-Ankara

Ülke için tarihi, ayşec. tarihi için sıradan bir günün akşamı. Aylardan gene Eylül, yağmur yağıyor ve ben Ankara’ya gidiyorum. Yağmur yağmasa şaşardım zaten.

İçimde bir sıkıntı var. Her zamankinden fazla yani. Düğüm gibi, yumru gibi bir şey. Tez, bir belirsizlik bulutu ardında öylece duruyor. Havada asılı sanki. Kendimi ne zamandır alıştırmaya çalıştığım fakat duyunca gene de yıkılacağımı bildiğim bir ölüm haberi bekliyorum. Bugün babam “hayat devam ediyor” diye bağırdı. “Hayatına devam etmeni istiyorum” diyen satırlar çınladı kulağımda. Herkes hayatın devam ettiğini, etmesi gerektiğini söylüyor. Biliyorum diye avazım çıktığı kadar bağırmak geliyor içimden.

Hayatın devam ettiğini ben de biliyorum. Keşke etmeseydi dediğim oluyor. Hayat bir bekleme odası. Doğrusunun ne olduğunu biliyorum çünkü en büyük hatalarımı bu uğurda yaptım…ve kendimi hiç affetmedim.

Hayatın devam ettiğini biliyorum, evet, ama insan nasıl devam eder onu bilmiyorum. Bilemedim onu ben. Çoğu zaman, mutlu olmak istediğimden bile emin değilim. Olmam gerektiğini biliyorum. Hayatın güzel olduğunu biliyorum. Dünya da güzel, onu da biliyorum çünkü Orhan Veli öyle diyor. Bol sarımsaklı tuzlama kesinlikle çok güzel bir şey. Hayatımın tam olarak şu aşamasında bu kadar emin olduğum başka hiçbir şey yok.

Bu sürecin uzaması iyi değil. Zaman geçtikçe kırması zorlaşan bir döngü. İçine çekildikçe kayboluyor insan. “Lan gelsene, deli misin” dese biri, omuz silkip devam etmek an meselesi.

Hayalimi kaybettim demiştim ya, artık ne düşüneceğimi bile bilmiyorum sanırım. Eylül, yağmur, Ankara... Aşti…o her şeyi gördü, o biliyor. Otogarlar her şeyi bilir. Güldüğümü, ağladığımı, sarıldığımı, ayrıldığımı. Orada gitmeye ya da kalmaya karar verir insan. Ben çok karar verdim, hepsi de yanlıştı. Belki bu yüzden havada asılıyım şimdi.

Ne yapacağım biliyor musunuz? Tavukçu’ya gideceğim bir akşam. Evet, tek başıma. Birkaç yıl evvel yirmilik çarpmıştı yemekli vagonda, kadeh kadeh söyleyeceğim o yüzden. Tavuk şiş de söyleyeceğim. Fazla geleceğini bildiğim halde birkaç da meze belki. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışacak, gene de göze batacağım. Olsun. “Bi siktirin gidin” çekeceğim herkese. Tabi içimden. Diğer türlü ayıp. Bakışlarını üstümde hissettiğim herkese bol sinkaflı küfürler yağdıracağım. Tabi içimden. Bir yudum alacak, hafifçe gülümseyeceğim muhakkak.

Annemle babam çalışıyordu, anneannemle dedem büyüttü beni. Eski filmlere, daha doğrusu her türlü eskiye ve dramaya düşkünlüğüm bundan. Türk filmi izlerdik hep, yahut eski Amerikan filmleri (Suç bulmuyorum, içimde varmış elbet). Hayat algım biraz sinematografik kaldı benim de. Mizansenler, geri dönüşler, göndermeler… Bununla ilgili olmalı ki anıtsal kaldı bazı kişisel-tarihi yerler, zamanlar, durumlar, şeyler. Onlar için düzenlediğim küçük anma törenlerim var. Tabi içimden. Yoksa deli derler.

***

Ben geldim.

Boş gözlerlerle izledim bütün yolu. Hissizmişim meğersem. Işıkların aktığı karanlık camdaki yansımama baktım. Gözlerim, burnum, dudağım. Durmuyorlar da akıyorlar sanki, o anda çiziliyorlar. Beğendim bu duruşumu, buz gibiyim. Kıpırtısız, duygusuz, sefil. Bunu ben bile yemem.

Sonra ışıklarını gördüm Ankara’nın, ve ne oldu biliyor musunuz? Gülümsedim. Evet evet, alenen hem de. Lan salak mısın neye gülümsüyorsun dedim. Söğütözü’nde kimse karşılamayacak seni. Gerçi buna çoktan alışmış olmalısın. Hem buram buram ölüm kokuyor bu şehir şimdi. Hem…hem sen bu şehirde aşık oldun, eşşek yüküyle sevdin, eşşek yüküyle de sevildin. Genç oldun bu şehirde, dans ettin (yeni başlayanlar için ayşec: eskiden dans ederdim). Yolun bin kilometre olduğunu gördün, iki bin, üç bin…bitmek bilmedi. “Bu şehirde bir adam beni seviyor” dediğin zamanlar oldu. Düşündüm, “gene seviyor lan” dedim. “Şimdi gitsem Doktor Amca bol soğanlı bi köfte yapar bana. Üstüne Atilla Abi de bira ısmarlar. Bir değil iki adam seviyor lan” dedim. “Kızım ayşec., sırtın yere gelmez”.

Hele okulumu gördüm ya…kimse alamaz o gülücüğü benden. Ben bu şehirde ben oldum. Buna son gelişim de dahil. Hep çoğalmaz ya insan, bazen eksilir. İçimde aşka inanan olmasa bile hüzne direnen bir şeyler kalmış olmalı. Nasıl bilmiyorum. Neden hiç bilmiyorum. Edebiyat olsun diye değil, bu akşam bu şehre sahiden dedim bunu ben: “Hadi beni aşka inandır. Ne olursa olsun hiç bırakma ellerimi”. İçimden tabi. Otobüsten indim. Bir sigara alıp ve maçın skoruna bakıp taksiye bindim. “Rahatsız olduysanız kapatayım” dedi camı. Kollarımı kavuşturmuşum üşür gibi, farkında değilim. “Yok, iyi böyle” dedim. Hayır yerine yok demeye ilk ne zaman başladığımı düşündüm gene, anımsayamadım. Yüzüme vuruyordu rüzgar, içime çektim kokusunu. Gene gülümsedim. Sokak lambalarının sarı ışığını görünce bile gülümsedim.

Zaman kimseyi beklemiyor. Kimse kimseyi beklemiyor. Şehirler, onlar da değişiyor. Ne kadar dönüp gelseler yahut cismen hiç gitmeseler de, sevdiğin insanlar –hatta hatta sana o şehri sevdiren insanlar- kalmayabiliyor o şehirde. Oysa şehir kalıyor. Kokusu, rengi, ışıkları. “Beni özledin mi” dedim Hava Kuvvetleri’nin önünden geçerken. Tabi içimden. İçime çektim kokusunu. Özlemişti.

10 Eylül 2010 Cuma

Duydunuz Zilin Sesini!

Bu bir referandum yazısı değil. Ne başında ne de sonunda oyum şudur demeyeceğim. İster tatlı su solcusu desinler, ister muhafazakarların ekmeğine yağ süren liberal, salt halihazırdaki tabloya bakınca ne gördüğümü, ne düşündüğümü söylemekten geri basacak değilim. Yalnız şöyle bir çekincem var ki o da yazmakta olduğum tezi bahane edip kendimi referandum gürültüsünden uzak tuttuğum gerçeği. Bundan pişmanlık duyduğumu söylemek isterdim fakat duymuyorum. İyi ki tezime odaklanmış ve referandum üstüne kafa patlatmayı son haftaya bırakmışım.

Her siyasi kesimi kendi içinde bölebilmiş olması, dolayısıyla aslında ne kadar renkli bir siyasi hayatımız olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekici bir tarihsel deneyim olduğunu düşünüyorum. Bölünme sözcüğü kolektif aklımızda tehdit olarak yer ettiği için farklılaşma demek daha yerinde olur belki. Neyse ki sıkıntı yok, tehdit teşkil edecek denli farklılaşmadan dönüp dolaşıp gene darbeci-şeriatçı ikiliğine saplandık da rahat ettik. Evet diyenler şeriatçı, hayır diyenler darbeci. Bu kadar basit. Haydi en iyimser ihtimalle ilk grup, şeriatçılara şuurlu ya da şuursuzca destek verenler, ikinci grup ise darbecilere aynı şekilde şuurlu yahut şuursuzca destek verenler. Şuurlu alt-grupları kötülükle ve şuursuzları da aptallıkla itham etme yetkimiz var. Bulabildiğim en kibar kelimeler bunlar, yoksa iş siyasete gelince argo dağarcığımızın da aşka geldiği malum.

Kendimi içeriğine uzunca bir süre -mümkün mertebe- uzak tuttuğum referandum tartışmalarının biçimine/biçimsizliğine takılmam kaçınılmazdı. Etrafta ne olup ne bittiğinden bîhaber olmaktan değil, haberdar olunduğu halde araya konulması gereken bir mesafeden bahsediyorum. Tarafsızlıktan ya da apolitik olmaktan hiç değil, taraflı ve politize olunduğu halde saygıyı, sükuneti korumaktan bahsediyorum. Tartışmaların hararetsiz ve heyecansız geçebileceğini yahut geçmesi gerektiğini değil, saygının muhafaza edilebileceğini düşünüyorum. Sözün özü, tartışma kültüründen bahsediyorum .

***

Her şeyden bir adım geri çekilip bakmaya, aşina kabul ettiğim her şeyi ilk defa gören bir yabancı gibi düşünmeye çalışıyorum. Zaten ancak düşünmeye çalışabilirim, olamam, olsam da kalamam. Zihinsel bir egzersiz, bir oyun gibi: Merkezi semtlerin ana caddelerinde yoğunlaşmak üzere her yerde EVET ya da HAYIR yazan koca afişler var. Evde otururken bile evet ya da hayır diye bağıran siyasi figürlerin sesleri ve onlara eşlik eden şarkılar eksik olmuyor. Herhangi iki insan arasında geçen herhangi bir diyalog muhakkak bu soruya varıyor. Cevap ya “tabi ki evet” ya da “tabi ki hayır” ve ben kimse kusura bakmasın, en az evet-hayır kadar takılıyorum o tabi ki’ye.

Öte yandan, konu her ne olursa olsun onu anlamak, anlamlandırmak için emek sarf etmiş kimselerin kendilerine güvenerek fikirlerini beyan etmesinden tabii ne olabilir. Demeye çalıştığım, eğer bir şeyleri tehdit addetmeden içimiz rahat etmiyorsa benim tehdit addettiğim -belki yegane- şey bu özgüvenin kibire, mütecavizliğe ve şiddete evrildiği nokta. İkna etme, yenilgiye uğratma arzusunun farklı olanı anlama arzusunu açık ara farkla geride bırakmasını tehlikeli buluyorum. Egolarımızı portmantoya asamayız belki ama saygımızı astığımız yerden alabiliriz.

***

Benim anladığım kadarıyla sosyal bilimler eğitiminin en önemli öğretilerinden biri, doğru soruları sormanın doğru cevapları vermekten daha değerli olduğu. Lakin eğitim geleneğimizin bunun tam aksi bir yol izlediği malum ve gelenek, öyle bir çırpıda –bir insan ömrü süresi içinde- oluşmadığı gibi bir çırpıda da sıyrılınabilecek bir nane değil. Beğensek de beğenmesek de bu havayı soluyoruz. Bundandır ki en eleştirelimizin de düştüğü yer gene burası. Bundandır ki kendi hocalarımızı bile “en aptalca soruları/yorumları dâhi sabırla dinleyen” ve “öğrencisini insan yerine koymayan” diye ikiye ayırıyoruz. Egosunu öğrencileri üstünden tatmin etmeye ihtiyaç duymayanları ayrı bir yere koyuyoruz. O kadar az sayıdalar ki korumaya alsak yeri.

Doğru soruları sormanın, sorgulamaktan vazgeçmemenin önemini kavramak demek fikir sahibi olmamak demek değildir. Bir siyasi parti liderinin parti içi muhalefeti tehdit addedip sindirme yahut partiden ihraç gibi yollara başvurmaması demektir. Altmış yaşındaki profesörün yirmi yaşındaki öğrencisinden öğrenebileceği şeyler olduğunu kabul edebilmesi demektir. “Altmış yaşında bir profesör” olana değin ve olmak için göğüs gerdiği zorlukların, verdiği emeklerin yok sayılması değil hakkının verilmesidir bu tutum. Bir insanın kendisine kıyasla eğitim-öğrenim geçmişi ne denli sönük yahut farklı olursa olsun başka bir insandan hala bir şeyler öğrenebileceğine inanıyorum. Her türlü kriter bir yana, iki kafanın salt birbirinden farklı iki kafa olması bile birbirlerine daha önce düşünmedikleri bir şeyler düşündürtebilecekleri anlamına gelir. O yüzdendir ki, “yanlış düşünüyorsun” kalıbının “birinci belli, ikinci kim” kalıbından kanımca farkı pek azdır.

Özeleştirisiz olmaz: İnsancıllıktan, iyimserlikten havaya yükseldi yükselecek bir insan değilim. Önyargılarım, sınırlarım, duvarlarım var oğlu var. Her şey politiktir düsturundan hareketle özel hayat kavramına her ne kadar tek kaşı havada yaklaşsam da hayatımın daha tenha ve evimdelik hissinin keyfini sürdüğüm kısmına giriş çıkışlarda belli kriterler gözettiğim doğru. Farklılıklara açık olmakla birlikte hayatım özelleştikçe bu açıklığın aralık bırakmak halini aldığı da doğru. Bunun az bir kısmını kendime hak görüyor bile olabilirim fakat haklarım asla saygısızlığı, incitmeyi, rahatsızlık hissettirmeyi, dışlamayı ya da saldırmayı kapsamıyor.

Referandumu önceleyen bu süreçte beni en çok hayal kırıklığına uğratan, tanıdığım en okumuş ve duruşlarını kendime en yakın bulduğum insanların kendileri gibi düşünmeyenlere karşı sergiledikleri “biri böyle düşünmek için ancak salak olabilir” tavırları oldu. Bilen bilir ağzım bozuktur. Can Baba’ya aşık her küçük kız gibi de küfrün hasını severek büyüdüm. Fakat nedendir bilinmez ve hatta buna Can Baba katılmazdı onu da biliyorum ama bu gibi hararetli dönemlerde daha hassas olunması gerektiği taraftarıyım. Kim bilir bu da kişisel bir bozukluk belki ama saygısını kaybeden tarafa karşı ben de saygımı kaybediyorum, yazık oluyor.

***

Şimdi, fevkaladenin fevkinde seyreden matematik dehama istinaden biliyorum ki iki ihtimal var. Ya evet, ya hayır çıkacak. Elbette ki maddelerin karşılaştırmalı tablosu önümde, tartışmalara kulak kabarttım, yazılanları okudum, maddelerin uzun vadeli sonuçlarının ne olabileceğine kafa yordum vesaire. Madem ki bir ya-sev-ya-terk-et, bir var-mısın-yok-musun yaklaşımıyla daha karşı karşıyayız ve birbirinden farklı onca maddeye topyekûn bir evet ya da hayır denmemiz bekleniyor, maddeleri teker teker inceleyip değerlendirmekten doğal bir şey olamaz herhalde. Hayır denmesi zor maddeler de var, evet demenin içe sinmeyeceği maddeler de.

Her kesim gibi sol da bölünmüş durumda: liberal addedilen ve söz konusu değişikliğin demokratik bir anayasanın önünü açacağını düşünen solcular “evet”; İslamcı bir iktidar partisi ne eylerse ancak kendi çıkarları doğrultusunda eyler diye düşünen solcular ise “hayır” diyor. Sürekli irdeleyip sorgulamaktan kalıbına sığamayan sol tabi ki üçüncü ve dördüncü seçenekleri de üretti ki bunların iki grup tarafından çoğunlukla seçenek bile sayılmadığını söylemeye gerek yok. Yeri gelmişken hayal kırıklıklarımdan bir tanesi de, solcuların birbirini “vatan haini” diye suçlaması. Bir zamanlar Nazım gibi nice komünistin aynı şeyle suçlandığı bilindiği halde bu ağır ithamın nasıl böyle kolay sarf edilebildiğini aklım almıyor. Bir insan doğduğu toprağı ya da aileyi sevmekle yükümlü değildir. Sevmek zaten tanımı gereği bir yükümlülük olamaz. İnsan sevdiği topraklarda yaşamayı veya zaten yaşadığı toprakları sevmeyi seçebilir. Kader gibi görmektense seçim yapmak bana hep daha değerli gelir. Alışkanlık ve sosyalleşme gibi son derece belirleyici etmenleri görmezden gelmek elbette mümkün değil. O yüzdendir ki iklimi Akdeniz, içkisi rakı olmayan bir memlekette yaşayabileceğimi yahut çocuğuna saygı duymayan, sevildiğini hissettirmeyen insanlara anne baba diyebileceğimi aklım almıyor. Başka memleketlerde de yaşayabileceğim ve bunu sevebileceğimi de bildiğim halde burada yaşamayı seçmek bana yaşadığım yeri kıyasıya eleştirerek –kendimce- daha yaşanılır kılmaya çalışma hakkı verir. “Kendimce” çünkü herkes durduğu noktadan her şeyi ayan beyan görür ve o nokta istediği kadar bilinçli ve sofistike olsun gene de bir (1) noktadır. Yani birini hıyanetle itham ederken ve o ithamı da kötülük ya da aptallıkla temellendirirken biraz düşünmek gerek. Hele ki uzak sayılmayan bir geçmişte aynı ithama hedef olunmuşsa.

“Bu bir referandum yazısı değil” demiştim ama değil mi? Ha Pazar günü iki rahmetten birine eyvallah diyeceğimi söyleyebilirim (Hangisi olduğunu ısrarla söylememem ise tartışma kültürsüzlüğünü ve ifade esaretini boykot gibi düşünülebilir). Son kertede kararımı belirleyen de gene biçime dair kimi etmenler oldu. En basitinden, iktidar partisinin sınavlar, seçimler, kuralar türünden uygulamalar konusunda gösterdiği dikkat ve titizlik beni çok duygulandırdı ve “tamam” dedirtti. Ben de -biçim ve içerik arasındaki organik bağı göz önünde bulundurarak- aynı dikkat ve titizlikle kullanacağım Pazar günü önüme konan damgayı. Sonra da İzmir marşıyla evime döneceğim.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Uyku

Beden derslerinden kaçtım; caretta caretta'dan kaçtım; dişçiden kaçtım; cenazelerden hep kaçarım. Bir yağmurdan bir de sevmekten hiç kaçmadım. Korkmadım hiç, kaçınmadım. Oysa artık



Karların ortasında uyur gibiyim.




6 Eylül 2010 Pazartesi

Spoiler (Inception)

Mal: You keep telling yourself what you know. But what do you believe? What do you feel?
Cobb: Guilt.

***

Mal: If I jump, would I survive?
Cobb: A clean dive, perhaps. Mal, what are you doing here?
Mal: I thought you might be missing me.
Cobb: You know I am but I can't trust you anymore.
Mal: So what?

***

Mal: Do you know what it is to be a lover? Half of a whole?

***

Saito: Don't you want to take a leap of faith? Or become an old man, filled with regret, waiting to die alone!

***

Ariadne: Why is it so important to dream?
Cobb: Because, in my dreams we are together.

***

Mal: You promised! You promised!
Cobb: Please, I just have to keep you here, just for now.
Mal: You said we'd be together! You said we'd grow old together!
Cobb: I'll come back, I promise.

***

Eames: Do they come here to sleep?
Thin Man: [Looking at Cobb] No, They come here to be woken up. Dream has become their reality! Who are you to say, otherwise?

***

Cobb: [Repeated Lines] You're waiting for a train. A train that will take you far away. You know where you hope this train will take you, but you can't be sure. Yet it doesn't matter. Now, tell me why?
Mal: Because, We'll be together!

***

Mal: We'd be together forever. You promised me.
Cobb: I know. But we can't. And I'm sorry.
Mal: You remember when you asked me to marry you? You said you dreamt that we'd grow old together.
Cobb: And we did... I miss you more than I can bear... but we had our time together. And now I have to let go...




* aimee mann - it's not http://fizy.com/#s/1e0ysc




2 Eylül 2010 Perşembe

Modernité a venir



sonra yüzümüzdeki savaş boyalarını çıkardık
ve konuştuk iki uygar insan gibi...
bana som kayaları...
dar boğazları...
kendi iç geçitlerini gösterdi...

lale müldür



Fazla uygarlaştık. Tutturduk bir medeniyet ki tuttu sarıp sarmaladı, nüfuz etti derimize derinimize. Medeniyetten kasılıp kavrulduk. İçimiz yandı tutuştu, soğuk bir mojito söyledik. Rol yapmıyorduk, biz buyduk bu kadardık. Devasa bir sahne ki ne kulisi, ne perdesi, ne de merdivenleri vardı. Yangın çıkışı meçhule çıkıyor diye biliyorduk, aklımızdan çok geçti ama yeltenmedik. Bu sahnede drama tehlikeli ve yasak. Ayrıca yersiz ve gülünç. Sakin ses tonları ve anlayışla inip kalkan başlar geçerli. Suç yok, suçlu yok burada. Suçlamıyor yargılamıyoruz, anlıyoruz sadece. Anlayıştan, duyarlılıktan kırılıyor un ufak oluyoruz.

Seni suçlamıyorum Asla affetmeyeceğim. Anlıyorum Anlamak değil suratına bir tane geçirmek istiyorum Kendine gel. Güzel kızmış Neden sana öyle bakıyor. Mutlu olmanı isterim Ne olur olma. Arkadaş kalırız Yeter ki yanımda kal. Bir tane daha içelim mi Beni öpmen için seni sarhoş etmem gerekmeseydi keşke. Dur sana yatak yapayım Yanıma gel. Hangi filme gidelim Elini tutmadan biraz daha yürümektense şurada ölmek istiyorum. Yapamıyorum artık, zamana ihtiyacım var, ayrılalım ne olur Ne olur hemen bırakma elimi, daha sıkı tut ve üstesinden beraber geleceğimizi söyle Kabullenme ne olur bir şey yap vazgeçme benden. Seni seviyorum Seni seviyorum.

Hiç modern olmadık mı sahiden? Ya da tüm bu çelişkiler içkin modernliğe. İçimizden geçenlerle ağzımızdan çıkanlar arasındaki gerilim hattında var ediyoruz modernliği. Bir çözülürken oluşma anı. Tıpkı demokrasi gibi bir atıftan ibaret. Saf bir element olmadığı gibi asla tam anlamıyla pratik edilemeyen de. Bu kendimize ettiğimiz.

Anlıyorum derken anlıyoruz sahiden. İşimize gelmiyor. Eğer anlarsak suç saymadığımız şeyden bize de pay düşüyor. O yüzden kendi içimizde gene sütten çıkıp süte giriyoruz. Delikanlılık yeni bir anlam buluyor kendine, bir kızılcık şerbeti tadı. Acı vereceğini bildiğimiz şeyleri acı vermemesi gerektiği için yapmaktan imtina etmeyebiliyoruz. Rujumuz kırmızının kızılcık şerbeti tonu. Havamız yerinde, bize bir şey olmaz.

Bu biz kim meşru bir soru. Münferit bir durum olmadığını bildiğim için biz. Üstüne alınanı kapsayacak, alınmayanı kapsamayacak yani istilacı değil edepli bir biz kendisi. Gene de kurtarmıyorsa, çokluğundan dolayısıyla bokluğundan mustarip olduğum kişiliklerimden bir grup olarak biz. Boklu kişilik bozukluğu. Bozuk. Merdivenleri kullanın. Ağır ağır çıkın ama. Eteklerinizde bir şeyler taşıyormuş gibi.

Som kayalar, dar boğazlar, iç geçitlerin içine siyah kalem çekiyorum önce. Bir daha geçiyorum üstünden, sonra bir daha. Olabildiğince koyu olmalı. Far sürüyorum. Ardından siyah boyaya daldırıyorum ince küçük fırçayı. Boydan boya siyah birer çizgi çekiyorum kirpiklerimin başladığı yerlerine göz kapaklarımın. Kuyruğu kalkık ve ne kadar kalın çekersem o kadar buradayım. Her kırpışımda hafif bir rüzgar çıkaracak kadar rimele buluyorum kirpiklerimi. Belki biraz allık ama en önemlisi ruj. Savaşın şiddetini o belirleyecek.

Kendime zaten güveniyorum ve güçlüyüm. Malumun ilamından başka bir şey değil bunca boya ve topuk sesi çünkü görünür kılınmayan gücün anlamı da yoktur. Topuk sesi evet, üç santim topukla iyice yenilmezim. Anlıyorum, okuyorum, dinliyorum, düşünüyorum, tartıyorum, biçiyorum, şüphe duyuyorum, katılmıyorum, ekliyorum, çıkartıyorum, düzeltiyorum, toparlıyorum, yanılmıyorum, pes etmiyorum, sorguluyorum, yanılıyorum, düzeltiyorum, beğenmiyorum, bağırmıyorum, gülüyorum, bilmiyorum. Bilmiyorum, emin olamıyorum, ödüm patlıyor, içim çekiliyor, terliyorum, titriyorum, göğsüm sıkışıyor, kaçmak istiyor kaçamıyorum, üç santim havada yürüyemiyorum, küpeler ağır geliyor taşıyamıyorum, kirpiklerim bundan kısa ve ince, ben böyle kokmuyorum, saçlarım aslında dalgalı ve saçımı toplamak başımı ağrıtıyor, şakaklarım zonkluyor, duyduğumu dinleyemiyorum, anlıyorum evet anlıyorum, ayakta durmakta zorlanıyorum, git gide güçleşiyor nefes almak, bunu kastetmiyorum, düşündüğüm bu değil, kendimi ifade edemiyorum.

Dar boğazlarda boğulup som kayalardan atasım geliyor kendimi atamam, dünya güzel. Bir şiirden daha ezbere söylüyorum bunu. Dar boğazlara karşı iç geçiriyorum, içim geçiyor, gecikiyorum. Boğazımdan geçmiyor som kayalar. Sütten çıkıp süte değil geçitlerine giriyorum içimin korku tüneli gibi. Her şey suç ve cezası var kabahatler kanunu uyarınca. İnsan yaşayamaz ancak mantar yetişir burada, kanat çırpar yarasalar. Şarkı söylüyorum korkumdan ama o kadar kötü ki sesim dayanamıyorum. Tonlamasını vurgusunu duygusunu adım gibi bildiğim bir şiir söylüyorum ben de. İtalik yazılmıyor.



1 Eylül 2010 Çarşamba

Arkadaşlar İyidir


Hemen hemen her filme de ağlar mı insan. Çok saçma. Filmin adı Powder Blue. O kadar güzel striptiz sahneleri var ki duygulanıp ağlamak için... ben olmalısın ancak. Düşündüm, daha saçma bir şey gelmedi aklıma.

Devil's Advocate gibi inceden inceye -yok be ne incesi, bildiğin lambır lumbur- din propagandası yapıyor aslında film. Bunu fark etmemle birlikte dışımda kalması gerekirdi ama yapamadım. Ağlayasım varmış, bunun başka açıklaması yok.

Çok komik ama "inanırsak olur" gibi saçma sapan bir alt yazısı var filmin. Umudunu kaybetme bok püsür. Dedim ya artık her şey yenik. Her film, her şarkı, her yeni doğan bebek ve her başarı, her mutluluk ve sevinç. Her gülüş buruk, her bakış kırgın. Filmleri bahane edip açıyorum muslukları. Sonra tamam, yeter.

Çok itici olduğunu sanıyordum filmlerde böyle ağlamamın. Into the Wild'ı izleyene kadar. O zaman öğrendim itici olmadığını. Ben nereden bileyim. O kadar çok şeyi sonradan öğrendim ki. Kendimde değiştirmeyi kafaya koyduğum şeylerin aslında beni sevdiren şeyler olduğunu o kadar geç. İnsan başkasının gözlerinden görebilseydi kendisini. Onu sevenlerin ve nefret edenlerin. Göremiyor.

Baktım ağlamam durmuyor, balkona attım kendimi. Fırtına var, uçuyor İstanbul. Akşam liseden çok yakın bir arkadaşımla buluştum. İçtik. Yedim kızın beynini, üzüldüm sonra. Kalktık, taksiye binmeden önce hep aklımda olan şeyi yaptım: Damla sakızlı türk kahvesi aldım köşeden. Mutfak mis gibi kokuyor şimdi. Bunun, kahvenin hava aldığı anlamına geldiğinin farkındayım. Çaresine bakacağım.

Hasta olmam. Annemin kanyağından çaldım azıcık. Sahiplendiğinden değil keyfi bu olduğundan onun. Demem o ki içimi sıcak tutuyor, hasta olmam. Yoksa baya kuvvetli ve serin esiyor. Kafa bu kafa değil mi, alsa götürse diyorum beni de, uçurup savursa şu rüzgar. Artık biliyorum ki bu normal. Yok olmak istediği anlar oluyor insanın. Sadece bende biraz uzun sürüyor. Ev karanlık, ben henüz uyumamışken ev tıkırtılarını hırsıza yorduğum oluyor. Acaba öldürür mü beni diye geçiyor aklımdan. Korkuyorum, ama hepsi o kadar değil.

İçki, sigarasız gitmiyor. Ama içmeyeceğim. Annemin sigarayı bırakması iyi olmadı, dadandım kalan kartonlara. Bari benim içtiğim olsaydı, kimse içmez ki içtiğimi. Bir ara bırakmalıyım. Ara vermek filan değil artık bırakmalıyım basbayağı. Kalp yerine serçe taşıyormuşum gibi, pıtı pıtı atarken çıt diye gidiverecekmiş gibi ses veriyor.

Biraz başını ağrıtmış olsam da, çocukluğunu bilen biriyle konuşmaya kolay kolay benzemiyor hiçbir şey. Ta o zamandan beri hep aynı kitabevinde buluşuruz. Neredeyse on beş yıl olacak. Bugün gene onu bekliyordum, dvd'lere görmeden bakarak. Sabahtan beri yanımdaymış da bir şeye bakmak için ayrılmış gibi geldi. En çok bu teklifsizliğini sevmiyorsam ne acaba. Çıktık. Kahve için buluşmuştuk ama ne gam. İçelim dedim. Çantasından kırmızı ve yoğun bir sıvıyla yarısına kadar dolu küçük pet şişesini çıkarıp güldü. İşte bu, dedim. İşte bunu seviyorum.

Yeteri kadar uzun zamandır tanışan arkadaşların, birbirlerinin söylediklerini değil de aklından geçenleri esas almalarını seviyorum. Neye nasıl tepki vereceğini, yüzünün alacağı ifadeyi bilirler. Ne hissedip nasıl düşüneceğini ve neyi isteyeceğini bile. Bazen sen istemesen bile ve hiçbir zorunluluğu olmadığı halde seni korumak için çırpınan insanlar. Saçma sapan bir kurşun kalemle doldurduğun form ve fazla ya da eksik bildiğin bir soru neticesinde kesişen yollarınızın hiç ama hiç ayrılmasını istemediğin insanlar. Daha amfiye ilk girdiği an bilirsin bazen, ya da kötü kokan küçücük bir sınıfta hayal bile edemeyeceğin bir sunum sırasında. Yıllar sonra bir de bakmışsın, sen yatakta hastalıktan kıvranırken elinde fincanla gelen odur. On tane şeyi kaynatıp, içine bal da koyduğu çayı içirmeye çalışan ve sıfırdan sıcak su torbası yaratan. Uzun bir aradan sonra güç bela vardığın evinde seni elinde ufak bir rakıyla karşılayan. Ağlamaktan nefes alamayıp ölecekmişsin gibi girdiğin kapıda hiçbir şey demeden seni karşılayıp, yağmurda sırıl sıklam olan saçlarını sen sakinleşene kadar usulca tarayan insan. Yetişemediğin ameliyatta annenin yanında olup ona kanını veren yahut yanına gelip, yanında olan insan. Yani, "bunu hak etmek için ne yapmış olabilirim" diye kendine sorduran insanlara arkadaş denir ve ben biliyorum, onlar olmasa bugün ve birçok gün daha bombok olurdu.