13 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul-Ankara

Ülke için tarihi, ayşec. tarihi için sıradan bir günün akşamı. Aylardan gene Eylül, yağmur yağıyor ve ben Ankara’ya gidiyorum. Yağmur yağmasa şaşardım zaten.

İçimde bir sıkıntı var. Her zamankinden fazla yani. Düğüm gibi, yumru gibi bir şey. Tez, bir belirsizlik bulutu ardında öylece duruyor. Havada asılı sanki. Kendimi ne zamandır alıştırmaya çalıştığım fakat duyunca gene de yıkılacağımı bildiğim bir ölüm haberi bekliyorum. Bugün babam “hayat devam ediyor” diye bağırdı. “Hayatına devam etmeni istiyorum” diyen satırlar çınladı kulağımda. Herkes hayatın devam ettiğini, etmesi gerektiğini söylüyor. Biliyorum diye avazım çıktığı kadar bağırmak geliyor içimden.

Hayatın devam ettiğini ben de biliyorum. Keşke etmeseydi dediğim oluyor. Hayat bir bekleme odası. Doğrusunun ne olduğunu biliyorum çünkü en büyük hatalarımı bu uğurda yaptım…ve kendimi hiç affetmedim.

Hayatın devam ettiğini biliyorum, evet, ama insan nasıl devam eder onu bilmiyorum. Bilemedim onu ben. Çoğu zaman, mutlu olmak istediğimden bile emin değilim. Olmam gerektiğini biliyorum. Hayatın güzel olduğunu biliyorum. Dünya da güzel, onu da biliyorum çünkü Orhan Veli öyle diyor. Bol sarımsaklı tuzlama kesinlikle çok güzel bir şey. Hayatımın tam olarak şu aşamasında bu kadar emin olduğum başka hiçbir şey yok.

Bu sürecin uzaması iyi değil. Zaman geçtikçe kırması zorlaşan bir döngü. İçine çekildikçe kayboluyor insan. “Lan gelsene, deli misin” dese biri, omuz silkip devam etmek an meselesi.

Hayalimi kaybettim demiştim ya, artık ne düşüneceğimi bile bilmiyorum sanırım. Eylül, yağmur, Ankara... Aşti…o her şeyi gördü, o biliyor. Otogarlar her şeyi bilir. Güldüğümü, ağladığımı, sarıldığımı, ayrıldığımı. Orada gitmeye ya da kalmaya karar verir insan. Ben çok karar verdim, hepsi de yanlıştı. Belki bu yüzden havada asılıyım şimdi.

Ne yapacağım biliyor musunuz? Tavukçu’ya gideceğim bir akşam. Evet, tek başıma. Birkaç yıl evvel yirmilik çarpmıştı yemekli vagonda, kadeh kadeh söyleyeceğim o yüzden. Tavuk şiş de söyleyeceğim. Fazla geleceğini bildiğim halde birkaç da meze belki. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışacak, gene de göze batacağım. Olsun. “Bi siktirin gidin” çekeceğim herkese. Tabi içimden. Diğer türlü ayıp. Bakışlarını üstümde hissettiğim herkese bol sinkaflı küfürler yağdıracağım. Tabi içimden. Bir yudum alacak, hafifçe gülümseyeceğim muhakkak.

Annemle babam çalışıyordu, anneannemle dedem büyüttü beni. Eski filmlere, daha doğrusu her türlü eskiye ve dramaya düşkünlüğüm bundan. Türk filmi izlerdik hep, yahut eski Amerikan filmleri (Suç bulmuyorum, içimde varmış elbet). Hayat algım biraz sinematografik kaldı benim de. Mizansenler, geri dönüşler, göndermeler… Bununla ilgili olmalı ki anıtsal kaldı bazı kişisel-tarihi yerler, zamanlar, durumlar, şeyler. Onlar için düzenlediğim küçük anma törenlerim var. Tabi içimden. Yoksa deli derler.

***

Ben geldim.

Boş gözlerlerle izledim bütün yolu. Hissizmişim meğersem. Işıkların aktığı karanlık camdaki yansımama baktım. Gözlerim, burnum, dudağım. Durmuyorlar da akıyorlar sanki, o anda çiziliyorlar. Beğendim bu duruşumu, buz gibiyim. Kıpırtısız, duygusuz, sefil. Bunu ben bile yemem.

Sonra ışıklarını gördüm Ankara’nın, ve ne oldu biliyor musunuz? Gülümsedim. Evet evet, alenen hem de. Lan salak mısın neye gülümsüyorsun dedim. Söğütözü’nde kimse karşılamayacak seni. Gerçi buna çoktan alışmış olmalısın. Hem buram buram ölüm kokuyor bu şehir şimdi. Hem…hem sen bu şehirde aşık oldun, eşşek yüküyle sevdin, eşşek yüküyle de sevildin. Genç oldun bu şehirde, dans ettin (yeni başlayanlar için ayşec: eskiden dans ederdim). Yolun bin kilometre olduğunu gördün, iki bin, üç bin…bitmek bilmedi. “Bu şehirde bir adam beni seviyor” dediğin zamanlar oldu. Düşündüm, “gene seviyor lan” dedim. “Şimdi gitsem Doktor Amca bol soğanlı bi köfte yapar bana. Üstüne Atilla Abi de bira ısmarlar. Bir değil iki adam seviyor lan” dedim. “Kızım ayşec., sırtın yere gelmez”.

Hele okulumu gördüm ya…kimse alamaz o gülücüğü benden. Ben bu şehirde ben oldum. Buna son gelişim de dahil. Hep çoğalmaz ya insan, bazen eksilir. İçimde aşka inanan olmasa bile hüzne direnen bir şeyler kalmış olmalı. Nasıl bilmiyorum. Neden hiç bilmiyorum. Edebiyat olsun diye değil, bu akşam bu şehre sahiden dedim bunu ben: “Hadi beni aşka inandır. Ne olursa olsun hiç bırakma ellerimi”. İçimden tabi. Otobüsten indim. Bir sigara alıp ve maçın skoruna bakıp taksiye bindim. “Rahatsız olduysanız kapatayım” dedi camı. Kollarımı kavuşturmuşum üşür gibi, farkında değilim. “Yok, iyi böyle” dedim. Hayır yerine yok demeye ilk ne zaman başladığımı düşündüm gene, anımsayamadım. Yüzüme vuruyordu rüzgar, içime çektim kokusunu. Gene gülümsedim. Sokak lambalarının sarı ışığını görünce bile gülümsedim.

Zaman kimseyi beklemiyor. Kimse kimseyi beklemiyor. Şehirler, onlar da değişiyor. Ne kadar dönüp gelseler yahut cismen hiç gitmeseler de, sevdiğin insanlar –hatta hatta sana o şehri sevdiren insanlar- kalmayabiliyor o şehirde. Oysa şehir kalıyor. Kokusu, rengi, ışıkları. “Beni özledin mi” dedim Hava Kuvvetleri’nin önünden geçerken. Tabi içimden. İçime çektim kokusunu. Özlemişti.

2 yorum:

  1. .., hepsi de yanlıştı.

    rüya gibi yaşamak istedim
    elimde özlemler kaldı..

    .

    YanıtlaSil
  2. "Hayatın devam ettiğini biliyorum, evet, ama insan nasıl devam eder onu bilmiyorum. Bilemedim onu ben. Çoğu zaman, mutlu olmak istediğimden bile emin değilim..."
    "Hep çoğalmaz ya insan, bazen eksilir..."

    ...aynen öyle!

    YanıtlaSil