Bugün iki filmimiz vardı: Hayatımız ve Buz Sesi. İlki arkadaşımın seçimi, ikincisi ortak seçimimiz. Mutsuz bir gün sayılmazdı. Daha önce hiç bu kadar kalabalık görmediğim Haco Pulo'da birer çay içmek bile iyi geldi. Beyoğlu'ndayken mahallemdeymiş, evimdeymiş gibi hissetmeyi seviyorum. Gibi değil de öyleyim aslında. Fırsat oldu (tez) tarihini bile araştırmış oldum. Ne yangınlar, ne yıkımlar... küllerinden doğan bir semt. Her binasına o gözle bakıyorum artık: "O yangından önce mi sonra mı acaba?" Ya şu yeni Demirören'e ne demeli? AVM ne arar la Beyoğlu'nda?!
2010 yapımı La Nostra Vita'nın yönetmeni Daniele Luchetti. Filmin festival kitapçığındaki tanımıyla pek hemfikir değilim: Ne Ken Loach ne de işçi sınıfı filmi. Filmin ilk dörtte üçü boyunca arkadaşıma nasıl da çemkireceğimi düşündüm, son dörtte birinde akan rimelimi silmekle meşguldüm. Ağlayacak bir şey olduğundan değil aslında... dünkü filmin etkisinden çıkamadığımdan bile olabilir. Ne de olsa Another Year'ın Mary'siyle Hayatımız'ın kahramanı taban tabana zıt hayatlar yaşıyor. İzlenebilir, sevilebilir. Ben uzunca müddet seveceğimi zannetmiyordum. Hala da emin değilim.
Buz Sesi'ni çok daha fazla sevdiğim kesin. 2010 Fransa yapımı. Kabul ediyorum, basit Fransızca sözleri ve alt yazıları anladığım için fazladan keyif almış olabilirim ama o kadarı da yanıma kâr kalsın bir zahmet. Film, bir yazar ve ona musallat olan kanseri hakkında. Kişileştirilmiş bir kanserden bahsediyoruz: "Abi naber, ben senin kanserinim" gibi bir şeyden. Bu kadar iyisini beklemiyordum açıkçası. Gene de çok iyi demem ama beklentilerim çok daha düşüktü. Sinemadan ziyade bir tiyatro oyununa yaraşacağına inanıyordum senaryonun. Hala öyle düşünüyorum ama izlediğim filmden de memnunum.
Kanseriniz sizin gibi bir insan olsa nasıl konuşurdunuz onunla? Bir kadeh şarap ikram eder miydiniz mesela? Ya da "sağlığına!" der miydiniz içerken?
Gene en ön sıradan fakat gene gıkım çıkmadı. "Kolay mutlu olmuyorsun" diyenler utansın! Boynumun tutulmasına, hatta bitişte sevdiğim acıklı bir şarkının çalmasına bile değil de... buruldum işte, yüzüm düştü. Film öncesinde, esnasında ve sonrasında kanserden yeni kaybettiğimiz hocamı düşündüğüm için olabilir. Çok düşündüm, anlatmam kâbil değil. Yazmam hiç değil. Akabindeki çöp şiş ve rakı iyi gelmedi dersem yalan olur ama... hiçbir şey hiç kimseyi geri getirmiyor, öyle değil mi? Ölümü ölümle kandırmayı hep düşünmüşümdür fakat bizim yaptığımıza daha ziyade ölümü içkiyle kandırmak denir. O da salt kendimizi kandırmak değilse ne...
Le Bruit Des Glaçons'u tavsiye ediyorum, izleyiniz. Kanserden mustarip yahut kaybettiğiniz kimse var ise inadına izleyiniz, ben yaptım, koyuyor koymasına fakat... ben mi çok İznikliyim bilmem, gülüyorum ağlanacak hallere. Yapacak birşey yoksa elden ne gelir bilmiyorum.
Yarın sabah 11:00 var gene. O yüzden bir an evvel almalıyım şu hapı. Marilyn Monroe hep aklımda.
2010 yapımı La Nostra Vita'nın yönetmeni Daniele Luchetti. Filmin festival kitapçığındaki tanımıyla pek hemfikir değilim: Ne Ken Loach ne de işçi sınıfı filmi. Filmin ilk dörtte üçü boyunca arkadaşıma nasıl da çemkireceğimi düşündüm, son dörtte birinde akan rimelimi silmekle meşguldüm. Ağlayacak bir şey olduğundan değil aslında... dünkü filmin etkisinden çıkamadığımdan bile olabilir. Ne de olsa Another Year'ın Mary'siyle Hayatımız'ın kahramanı taban tabana zıt hayatlar yaşıyor. İzlenebilir, sevilebilir. Ben uzunca müddet seveceğimi zannetmiyordum. Hala da emin değilim.
Buz Sesi'ni çok daha fazla sevdiğim kesin. 2010 Fransa yapımı. Kabul ediyorum, basit Fransızca sözleri ve alt yazıları anladığım için fazladan keyif almış olabilirim ama o kadarı da yanıma kâr kalsın bir zahmet. Film, bir yazar ve ona musallat olan kanseri hakkında. Kişileştirilmiş bir kanserden bahsediyoruz: "Abi naber, ben senin kanserinim" gibi bir şeyden. Bu kadar iyisini beklemiyordum açıkçası. Gene de çok iyi demem ama beklentilerim çok daha düşüktü. Sinemadan ziyade bir tiyatro oyununa yaraşacağına inanıyordum senaryonun. Hala öyle düşünüyorum ama izlediğim filmden de memnunum.
Kanseriniz sizin gibi bir insan olsa nasıl konuşurdunuz onunla? Bir kadeh şarap ikram eder miydiniz mesela? Ya da "sağlığına!" der miydiniz içerken?
Gene en ön sıradan fakat gene gıkım çıkmadı. "Kolay mutlu olmuyorsun" diyenler utansın! Boynumun tutulmasına, hatta bitişte sevdiğim acıklı bir şarkının çalmasına bile değil de... buruldum işte, yüzüm düştü. Film öncesinde, esnasında ve sonrasında kanserden yeni kaybettiğimiz hocamı düşündüğüm için olabilir. Çok düşündüm, anlatmam kâbil değil. Yazmam hiç değil. Akabindeki çöp şiş ve rakı iyi gelmedi dersem yalan olur ama... hiçbir şey hiç kimseyi geri getirmiyor, öyle değil mi? Ölümü ölümle kandırmayı hep düşünmüşümdür fakat bizim yaptığımıza daha ziyade ölümü içkiyle kandırmak denir. O da salt kendimizi kandırmak değilse ne...
Le Bruit Des Glaçons'u tavsiye ediyorum, izleyiniz. Kanserden mustarip yahut kaybettiğiniz kimse var ise inadına izleyiniz, ben yaptım, koyuyor koymasına fakat... ben mi çok İznikliyim bilmem, gülüyorum ağlanacak hallere. Yapacak birşey yoksa elden ne gelir bilmiyorum.
Yarın sabah 11:00 var gene. O yüzden bir an evvel almalıyım şu hapı. Marilyn Monroe hep aklımda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder