Dün iki, bugün de iki filme giderek otuzuncu İstanbul Film Festivali maratonumu -hafta sonu İzmir'de kına yakmakla meşgul olacağımdan erken- sonlandırmış bulunuyorum. Gittiğim on üç filmin çoğundan memnunum. Son dört tanesinden de kısaca bahsedeyim ki seri tamamlansın:
Genç ustalar başlığı altında gösterilen Aşkın İkinci Perdesi, orijinal adıyla Late Bloomers'ın dünya prömiyeri Şubat ayında Berlin'de yapılmış. Yönetmen Julie Gavras; yönetmen Costa Gavras'ın kızı ve artık kapanmış olan sinemaların birinde izleyip çok sevdiğim Fidel'in Yüzünden (2006) adlı filmin de yönetmeni. Aşkın İkinci Perdesi'nde William Hurt ve Isabella Rossellini altmış yaşına gelmiş, artık her biri yetişkin olan üç çocuk yetiştirmiş ve mutlu bir evli çifttir. Birbirlerini hala çok sevmelerine rağmen yaşlanmak olgusuyla baş etme yöntemleri farklılık göstermeye başlayınca ayrı düşerler. Mary, aşırı kabullenmeden; Adam ise aşırı inkardan mustariptir. Filmin ana karakterlerinden Nora'nın söylediği bir söz bugünlerde aklımda dolanan düşüncelerin tam ortasına düştü: Yaşlanmak sana bilgelik kazandırmaz. Bunu zaten film boyunca görüyoruz. Mutlu bir evliliğin kusursuz bir evlilik olmadığını da. Ne de olsa bu benim için hala olağanüstü bir bilgi sayılır. Gene de filmden aklımdan kalacak olan, Mary'le Adam'ın uzlaştıkları son sahne.
Dün gördüğüm ikinci filmi görmeseydim de olurdu. 1994 yapımı bir Tayvan filmi: Ai Qing Wan Sui ya da Vive L'Amour ya da Yaşasın Aşk. Kitapçıkta izleyicileri ikiye böldüğü yazıyor. Neden böldüğünü söylemiyor ama biz iki kişiydik, bizi bile böldü. Kent hayatı, yalnızlık, yalnızlaşma o kadar çok işlendi ki bugüne kadar. Belki de Tsai Ming-Liang'ın bu filmini şimdi izlememiz bir zamanlama hatasıydı, hepsi bu. Öyle veya böyle hayatımda ilk defa uzun planlardan sıkıldım. Tek ilginç yanı farklı bir kültürde, farklı bir kentte yaşanan yalnızlığı izlemekti belki. Onda da yalnızlıkların sandığımdan çok ortak yanları olduğunu fark ettim. Görünümleri değişiyor ama değişmeyen, dokunulmaz bir özü var sanki. Kızın yüzüne yakın çekim yapıldığı son sahnede pes ettim zaten. O ağladı, ben ağladım gibi bir şey oldu.
Bugün oldukça başarılı bir gündü. Filmlerin arasındaki bir saat boşlukta İstiklal'in öbür ucuna koşup düğün için kırmızı elbise almayı bile başardım. Kına için aldığım elbise kadar kırmızı olmasa da ondan daha gösterişli. Geriye kaldı ayakkabı. Neyse, ne diyordum. Ha evet, bugünkü filmlerimizin ikisi de iyiydi. İlki, Jonathan Nossiter'ın yönettiği Rio Sex Comedy (2010). Oyuncuların her biri göz alıcı: Charlotte Rampling, Bill Pullman, Iréne Jacob, Fisher Stevens... Charlotte Rampling'in kıyafetleri ayrı göz alıcı, o neydi öyle. Film açılış şarkısı ve sahnesiyle bile yakalıyor izleyiciyi. Bir antropolog, estetik cerrahiye karşı olan başarılı bir estetik cerrah, diplomasiden sıkılan bir Amerikan elçisi, pembe dizi müptelası Amazon yerlileri ve Rio'nun favelaları. Sırf Copacabana Plajı'ndan farklı bir Rio görmek için bile izlenir.
Söylemeden geçemem, Aşkın İkinci Perdesi'ndeki Mary'yle Rio Seks Komedisi'ndeki Charlotte'u birleştiren bir şey var: 60 yaş krizinde kocayı bırakmak. Bu işin Mary'ye göre olmadığı kısa sürede anlaşılıyor ama Charlotte'un sahilde oğluna söylediklerini epey etkileyici buldum ben. (Geçen gün gay'lere takmıştım, bu aralar da 60'ında boşanan çiftler takıldı aklıma. Filmler de üstüne gelince...) Charlotte'un çok iyi anlaştığı eşiyle otuz yıl evli kalmış fakat evliliğinin her günü onu terk etmeyi düşünmüş olmasını hiç yadırgamadım. Bu kadar zaman boyunca çiftler mutlaka aynı yönde değişmiyor diye ekliyor Charlotte. Birbirlerini çok seven Mary'yle Adam'ın sorunu da bu değil miydi zaten? Fakat onlar belli ki çift olmanın en ideal varoluş biçimi olmadığını düşünmüyorlar Charlotte gibi. İki filmin bana bıraktığı soru bu oldu: 30 yıl nasıl bir arada yaşanır? Eskiden olsa bu fikir tüylerimi ürpertirdi, şimdiyse alternatifi ürkütücü geliyor. Bu 25 yaş kriziyle şu 60 yaş krizi arasında kim bilir daha kaç kriz var, off...
Bu festival izlediğim son film bir İngiltere-İtalya-Fransa ortak yapımı: Neds (2010) yani Non Educated Delinquents. Türkçeye Serseriler diye çevrilmiş. Peter Mullan'ın yönettiği film 1970'lerin Glasgow'unda geçiyor. Çocukluğundan ergenliğine kadar izlediğimiz John McGill'in hikayesinin sınıfsal arka planı 2000 yapımı Billy Elliot'ı anımsattı bana. Anlattıkları dönemler ve anlatışlarındaki sertliğin aynı olmaması bir yana "sınıfsal arka plan" demek de ne kadar doğru tartışılır. Gene de sınıf filmi deyip geçmeye razı olmuyor gönlüm. Alkolik bir babayla sinmiş bir annenin zeki ve çalışkan oğlu John McGill'in -tek görevi evde kan gövdeyi götürürken gözlerini ve kulaklarını kapamak olan- küçük bir kız kardeşi ve kendi çöplüğünde efsaneleşmiş bela bir ağabeyi var. Sınıf atlamakla sınıfının "kader"ine ortak olmak arasında savrulan, evinde gördüklerinin etkisiyle şiddete eğilimi artan bir ergen John. Ağabeyi gibi olmak istemezken "şartlar" ona fazla seçenek bırakmıyor. Dibe vuruyor ama çıkışta kendisini aynı "en iyiler sınıfı"nda bulacağını umarak da yanılıyor. Filmde bolca şiddet olsa da fazladan eklenmiş gibi bir his uyandırmıyor. O anlamda rahatsız edici bir gerçekçiliği var. Birbirine giren iki çocuk çetesini ciddiye almadığına pişman oluyor insan. Bıçaklar, taşlar, kan, hastahane... hepsi gerçek dedirtiyor film, bu çocuklar burada oyun oynamıyor. Tabiri caizse şiddetli bir gerçekçilik. Ben de şiddetle tavsiye ediyorum.
Genç ustalar başlığı altında gösterilen Aşkın İkinci Perdesi, orijinal adıyla Late Bloomers'ın dünya prömiyeri Şubat ayında Berlin'de yapılmış. Yönetmen Julie Gavras; yönetmen Costa Gavras'ın kızı ve artık kapanmış olan sinemaların birinde izleyip çok sevdiğim Fidel'in Yüzünden (2006) adlı filmin de yönetmeni. Aşkın İkinci Perdesi'nde William Hurt ve Isabella Rossellini altmış yaşına gelmiş, artık her biri yetişkin olan üç çocuk yetiştirmiş ve mutlu bir evli çifttir. Birbirlerini hala çok sevmelerine rağmen yaşlanmak olgusuyla baş etme yöntemleri farklılık göstermeye başlayınca ayrı düşerler. Mary, aşırı kabullenmeden; Adam ise aşırı inkardan mustariptir. Filmin ana karakterlerinden Nora'nın söylediği bir söz bugünlerde aklımda dolanan düşüncelerin tam ortasına düştü: Yaşlanmak sana bilgelik kazandırmaz. Bunu zaten film boyunca görüyoruz. Mutlu bir evliliğin kusursuz bir evlilik olmadığını da. Ne de olsa bu benim için hala olağanüstü bir bilgi sayılır. Gene de filmden aklımdan kalacak olan, Mary'le Adam'ın uzlaştıkları son sahne.
Dün gördüğüm ikinci filmi görmeseydim de olurdu. 1994 yapımı bir Tayvan filmi: Ai Qing Wan Sui ya da Vive L'Amour ya da Yaşasın Aşk. Kitapçıkta izleyicileri ikiye böldüğü yazıyor. Neden böldüğünü söylemiyor ama biz iki kişiydik, bizi bile böldü. Kent hayatı, yalnızlık, yalnızlaşma o kadar çok işlendi ki bugüne kadar. Belki de Tsai Ming-Liang'ın bu filmini şimdi izlememiz bir zamanlama hatasıydı, hepsi bu. Öyle veya böyle hayatımda ilk defa uzun planlardan sıkıldım. Tek ilginç yanı farklı bir kültürde, farklı bir kentte yaşanan yalnızlığı izlemekti belki. Onda da yalnızlıkların sandığımdan çok ortak yanları olduğunu fark ettim. Görünümleri değişiyor ama değişmeyen, dokunulmaz bir özü var sanki. Kızın yüzüne yakın çekim yapıldığı son sahnede pes ettim zaten. O ağladı, ben ağladım gibi bir şey oldu.
Bugün oldukça başarılı bir gündü. Filmlerin arasındaki bir saat boşlukta İstiklal'in öbür ucuna koşup düğün için kırmızı elbise almayı bile başardım. Kına için aldığım elbise kadar kırmızı olmasa da ondan daha gösterişli. Geriye kaldı ayakkabı. Neyse, ne diyordum. Ha evet, bugünkü filmlerimizin ikisi de iyiydi. İlki, Jonathan Nossiter'ın yönettiği Rio Sex Comedy (2010). Oyuncuların her biri göz alıcı: Charlotte Rampling, Bill Pullman, Iréne Jacob, Fisher Stevens... Charlotte Rampling'in kıyafetleri ayrı göz alıcı, o neydi öyle. Film açılış şarkısı ve sahnesiyle bile yakalıyor izleyiciyi. Bir antropolog, estetik cerrahiye karşı olan başarılı bir estetik cerrah, diplomasiden sıkılan bir Amerikan elçisi, pembe dizi müptelası Amazon yerlileri ve Rio'nun favelaları. Sırf Copacabana Plajı'ndan farklı bir Rio görmek için bile izlenir.
Söylemeden geçemem, Aşkın İkinci Perdesi'ndeki Mary'yle Rio Seks Komedisi'ndeki Charlotte'u birleştiren bir şey var: 60 yaş krizinde kocayı bırakmak. Bu işin Mary'ye göre olmadığı kısa sürede anlaşılıyor ama Charlotte'un sahilde oğluna söylediklerini epey etkileyici buldum ben. (Geçen gün gay'lere takmıştım, bu aralar da 60'ında boşanan çiftler takıldı aklıma. Filmler de üstüne gelince...) Charlotte'un çok iyi anlaştığı eşiyle otuz yıl evli kalmış fakat evliliğinin her günü onu terk etmeyi düşünmüş olmasını hiç yadırgamadım. Bu kadar zaman boyunca çiftler mutlaka aynı yönde değişmiyor diye ekliyor Charlotte. Birbirlerini çok seven Mary'yle Adam'ın sorunu da bu değil miydi zaten? Fakat onlar belli ki çift olmanın en ideal varoluş biçimi olmadığını düşünmüyorlar Charlotte gibi. İki filmin bana bıraktığı soru bu oldu: 30 yıl nasıl bir arada yaşanır? Eskiden olsa bu fikir tüylerimi ürpertirdi, şimdiyse alternatifi ürkütücü geliyor. Bu 25 yaş kriziyle şu 60 yaş krizi arasında kim bilir daha kaç kriz var, off...
Bu festival izlediğim son film bir İngiltere-İtalya-Fransa ortak yapımı: Neds (2010) yani Non Educated Delinquents. Türkçeye Serseriler diye çevrilmiş. Peter Mullan'ın yönettiği film 1970'lerin Glasgow'unda geçiyor. Çocukluğundan ergenliğine kadar izlediğimiz John McGill'in hikayesinin sınıfsal arka planı 2000 yapımı Billy Elliot'ı anımsattı bana. Anlattıkları dönemler ve anlatışlarındaki sertliğin aynı olmaması bir yana "sınıfsal arka plan" demek de ne kadar doğru tartışılır. Gene de sınıf filmi deyip geçmeye razı olmuyor gönlüm. Alkolik bir babayla sinmiş bir annenin zeki ve çalışkan oğlu John McGill'in -tek görevi evde kan gövdeyi götürürken gözlerini ve kulaklarını kapamak olan- küçük bir kız kardeşi ve kendi çöplüğünde efsaneleşmiş bela bir ağabeyi var. Sınıf atlamakla sınıfının "kader"ine ortak olmak arasında savrulan, evinde gördüklerinin etkisiyle şiddete eğilimi artan bir ergen John. Ağabeyi gibi olmak istemezken "şartlar" ona fazla seçenek bırakmıyor. Dibe vuruyor ama çıkışta kendisini aynı "en iyiler sınıfı"nda bulacağını umarak da yanılıyor. Filmde bolca şiddet olsa da fazladan eklenmiş gibi bir his uyandırmıyor. O anlamda rahatsız edici bir gerçekçiliği var. Birbirine giren iki çocuk çetesini ciddiye almadığına pişman oluyor insan. Bıçaklar, taşlar, kan, hastahane... hepsi gerçek dedirtiyor film, bu çocuklar burada oyun oynamıyor. Tabiri caizse şiddetli bir gerçekçilik. Ben de şiddetle tavsiye ediyorum.
İzmir'e gidiyorum aman ne güzel deyip te şıkıdım gelmeye kalkma hayatının şokuna uğrarsın.En azından akşamları epey soğuk. ( serin demedim dikkatini çekerim) Haftasonu fırsat bulabilirsen, TÜYAP kitap fuarı da başlıyor.
YanıtlaSilAon gruptaki filmlere göz atmakta fayda var gibi.Uzakdoğu filmi hariç.Nedense yakın dönem Uzakdoğu filmlerine ısınamadım.Kurosawa nesli olmaktan mıdır bilmiyorum.
Ondan sanırım, çünkü ben de sevemedim bir türlü.
YanıtlaSilGece kıyafeti ister istemez şıkır şıkır olacak ama onun dışında pek kalmayacağım zaten. Gene de iyi ki söylediniz, bir iki yün alayım yanıma. Maalesef TÜYAP'a da vaktim olmayacak.
Yakın çekim yapılan Tayvani hanım da pek benziyor sana :O) iyice empati kur hadi bakalım :P
YanıtlaSilBi de şu "neds" i merak ettim. Bulayım bi yerlerden.
Hadi len, bana benziyormuş. Hiç de benzemiyor. Nesi benziyor. Benzemiyor işte. Benziyor mu? Of bir de filmi görsen.
YanıtlaSilNeds güzel ya, bul mutlaka. Scot aksanı biraz yoruyor o kadar :)