8 Nisan 2011 Cuma

Victor Victoria

Hipokrat yemini sırasında okulu kıran doktor tavsiyesi alırsan böyle olur. "Ben senin sınırını biliyorum, üç fırt otlanma hakkın var". "Çok et yersen kolon kanseri olursun, bir çöp şiş daha söyleyelim mi?". "Bari 50'lik alsaydık, ikişer duble çıkıyor bundan". "Uyku hapı alacağına içki içsene"... Aah bu çarpıntı beni öldürecek. 
Hem Nişantaşı'nda, hem de alışveriş merkezinde festival filmine mi gidilirmiş kuzum! Sinema salonu olması bile saçma. Emek'i Alkazar'ı kapatsınlar, biz de alışveriş merkezlerinde film izleyelim. Oh ne âlâ memleket! (Âlâ demişken allahım o ne güzel rakıdır öyle...)

Ama hayır, o kadar güzel bir film izledik ki söylenmeyeceğim: Victor Victoria1934 Paris'inde geçen bir müzikal komedi. O kadar 60'lar havası var ki 1982 yapımı olduğuna inanmak çok zor. Blake Edwards'ın yönettiği filmde Julie Andrews, James Garner ve şarap familyasından Robert Preston baş rollerde. Blake Edwards aynı zamanda Breakfast at Tiffany's'in de yönetmeni ve Julie Andrews'un eşi. Andrews filmde kadın taklidi yapan bir erkeğin taklidini yapan bir kadını, Preston ise gay bir adamı canlandırıyor. Türüne göre verdiği mesaj epey ciddi sayılır. Aslında bir mesajı olması bile olağan dışı. Bunu yazarken hala dönüp dönüp imdb'ye bakıyorum, gerçekten '82 yapımı mı diye. Benim gibi Fred Astaire-Ginger Rogers aleminde yaşayan insanlar için bulunmaz nimet. 
Mesaj dedim de yönetmen çekimler esnasında kendini sağlama alıp senaryoyu biraz yumuşatmış. Ne de olsa cinsiyetler ötesi aşk bugün için bile ağır sayılır. Andrews, filmin başından itibaren -senaryo değil gerçek olan- hamamböceği korkusuyla göz kırpıp durduğu ataerkil hegemonyaya filmin sonunda pabuç bırakıp çekiyor topukluları ama olsun. Bir filme o kadar da yüklenmemek lazım. "Aşk mı iş mi? Hmm, iş." Kimi kandırıyoruz? Gene de film boyunca ortalıkta Marlene Dietrich gibi salınmasını izlemek müthiş keyifliydi. Bir keresinde Zeliha Berksoy'u Marlene rolünde izlemiştim tiyatroda, o da inanılmazdı. Bu böyle olmayacak, ben bir Marlene izleyeyim, özlemişim. 

Tam da en yakınımdaki gay'ler üstünden gay'lik üzerine düşünürken bu film cuk oturdu. Hepimizin özünde biseksüel olduğunu düşünüyor, hatta cinsiyetlere inanmadığımı sanıyordum. Sanırım bu o kadar kolay değil. Böyle düşünmek hala bir ideal, en azından benim için. Bazı insanların cinsiyetinden emin olamamanın rahatsızlık verdiğini kabullenmek çok utanç verici. Aradığım o kadar saçma bir netlik ki aslında. Orjinal senaryodaki bir James Garner kadar olamadım, yuh olsun bana.
Arkadaşımlayken "rolleri" değişmek eğlenceli oluyor. Halihazırda var olan dominantlığım şekil değiştirip erkeksileşiyor. Çöp şişi çekilmemiş almanın, ekstra soğan söylemenin, kolu yan sandalyenin sırtına koymanın ya da sipariş vermenin erkeksi kabul edilmesi baştan saçma aslında. Hesap bana gelirse çok gülecektik ama ona gelirse doğal karşılayacaktık. Her şey güç ilişkilerinden müteşekkildir, tamam ama bu bazı şeyleri saçma bulmamı engellemiyor. Bir erkeğe üşüdüyse ceketimi alabileceğini söylemeyi komik bulmuyorum. Üşümek üşümektir, kimin üşüdüğü ne fark eder. Kimse üşümesin işte. 
Ayrımcılık daha cinsiyetleri ayırmakla başlıyor kuzum. Çok banal.




Şimdi Julie Andrews'dan Le Jazz Hot'ı yeniden dinlerken Some Like It Hot geldi aklıma. Marilyn Monroe sahilde Tony Curtis'e kur yapmaya çalışırken cazı ne kadar sevdiğini ve "hot" bulduğunu söyler ama Tony Curtis pas vermez ve "Some like it hot" diye burun kıvırarak kendisinin klasik müzik sevdiğini belirtir. Muhteşem Shell espirisinden hemen önce ya da hemen sonra. Fakat şüphesiz ki 1959 yapımı bu komedinin Victor Victoria'yla çok daha açık olan bağlantısı, ilkinin finalinde -film boyunca kadın kılığında izlediğimiz- Jack Lemmon'ın peruğunu çıkartarak erkek olduğunu ilan etmesinin, nişanlandığı adamı hiç enterese etmemesidir: "Well, nobody's perfect!" O zaman... Through With Love.  

3 yorum:

  1. festivalde gidemediğim birçok filmi senden takip ettim resmen. oldukça da iyi oldu :)
    ayrıca gerçekten avm'de festivale gitmek kadar can sıkıcı bir durum olamaz. hem benim gittiğimde 15 dakika da geç başladı film.

    YanıtlaSil
  2. hepsi öyle, 15 dakika reklam. emre altuğ'un çağla şikel'e söylediği şarkıyı ezberledim artık, söylüyorum. o reklamda da bişey sarıyor, başka bişey pişiriyor, bambaşka bişey yiyor. devamlılık hatası var resmen :)

    festivalin ruhuna ters avm. normalde de sevmem ya bu iyice saçma.

    bir işe yaradığına sevindim. yazarken sürekli "e niye yazdım ki şimdi ben bunu? hayır ne gerek var ki" deyip duruyorum zira. sinema yazısı desen değil, bilet saklamaktan hallice işte.

    YanıtlaSil
  3. yo yo gayet keyifli oluyor :)

    reklamlar çok fena oluyor, bir de sizi klişelere karşı korur olayı var. diyecek bir şey bulamıyor, mesleğimden utanıyorum bazıları karşısında :)

    benim gittiğim seansta reklamdan sonra da bir 15 dakika bekledik. alkışla protesto filan oldu da ondan sonra başlattılar.

    YanıtlaSil