Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Ben bugün burada, muntazam çizgiler çekmek suretiyle net bir tanımını yapmak zahmetine girişmeyeceğim hayali bir bizden bahsedeceğim. Esas itibariyle son derece gerçek çünkü varız işte buradayız. Fakat tevazu gösterip hayali diyeceğim çünkü demografik profilini hap gibi yutturmakla uğraşamam.
Çok benzer özelliklerimiz olmakla birlikte oldukça heterojen bir grup sayılırız. Nedir bu bizi biz yapacak denli benzeyen özelliklerimiz? Bir kere, yirmilerimizin ikinci yarısındayız. Bazılarımız klişe tabirle otuza merdiven dayadı ve otuz, modern insanın kabusu olarak tasarlanıp kullanıma sokulmuş bir eşiktir. Otuzunda bulunduğun nokta, hiç kaçarı olmaksızın, böbürlenebileceğin bir hayat yaşayıp yaşamadığının birincil göstergesi olacak. Bu açıdan yaş önemli bir değişken. İkincisi, büyük şehirlerin kalburüstü okullarından mezun olduk. Fırsat eşitsizliğinin negatif kahramanları ilan edilirken, canımızı dişimize takıp kazandığımız ve kaybetmemek için daha çok emek sarf ettiğimiz bursları ya kimse gerçekten merak etmedi ya da stigmatizasyon sürecinde bir pürüz, bir zaman kaybından başka bir halta yaramayacağı için seve seve göz ardı edildi. Neticede biz, bu eşitsizliğin utancını her halükarda taşıyarak en iyi liselerden ve üniversitelerden geride imzamızı bırakarak mezun olduk. Büyük çoğunluğumuz için yüksek lisans yapmak, yedi yaşına gelince ilkokula başlamak kadar doğal, kendiliğinden ve sorgulanamazdı. Birincil rol modelimiz, iyi eğitimli ve kariyer sahibi ebeveynlerimizken aksini düşünmek zordu. İşte o büyük çoğunluğumuz düşünmedik de. Akıbetimiz muhtelif: Benim gibi tez aşamasında tıkanıp kalanlardan tut da çok uluslu dev şirketlerde yerini alanlara kadar.
Birbirimizi hem tanıyor hem de tanımıyoruz. Mesafemiz en fazla iki kişi, yani birinin tanıdığının tanıdığı birini ben kesin tanıyorum. Gene de her seferinde “aaa!”lamaktan kendimizi alamıyoruz. Burun kıvırdığımız müzik, sokup çıkardığımız filmler bir dereceye kadar farklılık gösterse de gittiğimiz mekanlar üç aşağı beş yukarı aynı. Bizden birbirini tanımayan iki kişiyi “bak bişey söylicem gel gel” diye ayrı ayrı çek al o mekandan, oturt bir masaya bak nasıl kendiliğinden alıp başını yürüyor sohbet muhabbet. Peki bizim derdimiz ne? Şımarıklık olarak nitelendirilmesinden çekindiğimiz gene de kendimize edindiğimiz bu dert ne allasen? Neden inatla mutsuzuz, olduğumuz yerde olmaktan huzursuzuz? Nedir ulan bu sürekli içimizi kemiren, iki rahat vermeyen his? Bir şeyler başarıp bir yerlere geliyor, gururlanılıyoruz fakat yok, bu da değil. Ne peki? Bilmiyoruz, ama bu değil. Gene de yerlerimizi tutuyoruz ki otuzumuza gelince böbürlenebilelim. Neyi başardın hayatta? İşte bunu. Peki bu içindeki huzursuzluk neyin nesi? Peki neden? Kimimiz diyor ki çok seçenek vardı önümüzde, seçmekten yorulduk. Ha Signal yerine Colgate almayı da seçim addettik ki o apayrı zaten. Dolaşımdaki bilgilerin tümü elimizin altında mesela, bilgiye erişememek diye bir şey söz konusu değil. Bu durumda seçmek işi daha da önem kazanıyor, kısa devre yapıyoruz zaman zaman. Tabi hepsi şımarıklık. Olmak istediği her şeyi olabileceği söylenen çocukların ne olmak istediklerine dair kafa karışıklığına başka ne denir. Her şeyi yapabileceğimizi bildiğimiz için mi hiçbir şeyden zevk almıyoruz? O kadar da değil, yaptığımız işlerin keyfine varıyoruz varmasına ama hep eksik kalan bir şeyler var. Herkesi olduğu gibi bizi de o eksiklik tanımlıyor, niteliği ve niceliği bakımından ayrılıyoruz sadece.
Eksiklik demişken, ya aşk, o nerede? Ya da biz neresindeyiz aşkın? En basitinden inanıyor muyuz hala? Yoksa kendi küçük denklemlerimizde mi boğduk onu da? Aşk değil ilişkilerimiz var bizim. Bir tane de değil bir sürü. Emek gerektiren dolayısıyla bir başarı hikayesi gibi gördüğümüz uzun ilişki, birkaç ayda bir oyuncu değişikliğine giden kısa ilişki, tek geceyle sınırlandırılan daha da kısa ilişki ve tabi ki meşhur, mülkiyetsiz ve açık ilişki. Sonuncusuna ilişki demekten itinayla imtina ediyoruz zira külfet belirten yasaklı kelime o. Peki aşk bunun neresinde? Ya da sorunun orijinal haliyle: Sevgi neydi? Bizim için neydi? Ne oldu sonra, şimdi ne? İlk zamanların heyecanından, kalp çarpıntısından fazla bir şey olduğunu biliyoruz, kabullendik artık. Yolumuz hastaneye yahut karakola düştüğü vakit –olamaz mı, olabilir- yanı başımızda olmak gibi daha ziyade. Rakının beyazını, gecenin siyahını olduğu kadar gözümüzün yaşını da paylaşmak gibi. Yıldızları indirmek değil de onları görebilmek ve “bak ne güzel” diyebilmek sadece. Hem çok az hem de çok şey yani. Güvenmek ama ilk sarsıntıda enkaza döneninden değil, bağlanmak ama pamuk ipliğiyle değil. Yani tabiri pek caiz değil ama postpostmodernizm çocuklarıyız bir anlamda. Tutunulacak dalın yokluğuna hem kani olup hem de kafa tutanlarız. İnatla tutunmaya çalışanlarız. Bir fikre, bir hayale, bir insana. Bu bakımdan biraz da herkesiz zaten. Kırılan hayallerimiz kimseninkinden matah değil ama en büyük hayalimiz plazalarda çalışmak da değil. Modası asla geçmeyen umursamaz tavrın gene revaçta olmasına karşın ve bu yüzden içten içe, çaktırmadan umursayıp dertleniriz. Sorgularız çünkü. Sürekli ve her şeyi. Bize atılan en büyük kazık da bu oldu zaten: Hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmeyin. Böylece kabul etmedik hiçbir şeyi, etmiş göründük. Kimimize sorsan dünyaya bile gelmezdik, gelmiş bulunduk. Öyle sıradanız ki hem çok zor hem de marifet değil muntazam çizgilerle ayırmak.
Ayırmadım o yüzden. Kendi halinde bir beyan sadece. Böyle bir biz var bizden içeri. Bilmem anlatabildim mi.
Uyandım.
Ama kabus değilmiş. İşte hala orada.
Yerli yerinde. Hiç kıpırdamamış.
İçtim, içtim, içtim…uyudum. Uyandım. Bu bir işe yaramayacak sanırım. Ölüm var. Gitmiyor.
Şimdi ne yapmak lazım? Daha mı çok tutunmalı yoksa lanet edip bırakmalı mı her şeyi? Biliyorum ilki ama gönlüm ikincisine kayıyor. Gene de bırakmıyor, sadece lanet ediyorum.
Her şey tam sevdiğim gibi. Kumsalda bir akşam. Dalgaların hemen bittiği yere kurulmuş masaların birinde oturuyoruz. Dalgaların sesi, ayaklarıma dolanan kedi yavrusu, renkli ışıklar ve dolunay. Durmadan esen deniz tuzlu rüzgar, sonra gene dalgaların sesi. Bir yudum daha alıp gözlerimi kapatıyorum. Sadece dinlemek için.
Dünya kalacak, sen gideceksin. Öyleyse ne bu çocukluk. Bir kere de yetişkin gibi davran be kadın. Kalıbına bakmadan diklenmesini biliyorsun polise jandarmaya. Buna da diklen. Kes artık sessiz sessiz ağlamayı. Çekme burnunu da, kıpkırmızı olmuş zaten.
Sek rakı içtim. Geçmedi. Geçecek bir şey olsa rakı işe yarardı. Geçmeyecek demek ki.
Bir daha göremeyeceğim diye bencilce üzülüyor insan. Bir daha bunları göremeyecek diye de üzülüyor.
Sonra üç dört yaşlarında, uzunca saçları dağınık bir kız çocuğu yanına gelip “bu ne” diye soruyor. İleriki yıllarda yükleyeceği türlü çeşit anlamdan eser yok bu soruda, safi merakla parlıyor bir cevap bekleyen gözleri. Oysa demin de yönelttiği “bu ne” sorusuna verdiğim “sopa” cevabını beğenmeyip, “hayır, baston” diyen de aynı ukala küçük kadın. Yok bu sefer sahiden bilmiyor, ukala büyük kadına cevap yapıştıramayacak. Daha bir özgüvenle gülümseyerek cevap veriyorum ben de: “Halhal”.
Bak işte bir döngüyüm ben diyen hayatın argümanını son derece güzel, akıllı ve sevimli buluyorum fakat şu an için yeterli değil. Gitmeyince gitmiyor.
Bahçeye gittik babamla. Akşam yemeği için sebze toplamaya. Patlıcan topladık biraz, biber filan. Reyhanla naneyi sıkı sıkı tutan elim mis gibi koktu. Tam bamyalarla mısırların arasından geçerken bir rüzgar esti, üçümüz de uyum içinde o yöne doğru eğildik. (Dikkat, metafor çıkabilir) Sonra babam domateslere bakıp “bu domatesten iyi salça olur” dedi. Üstüme alınıp güldüm. Sahiden dedi bunu ve sahiden güldüm ben. İçimizde sahi olmayan tek şey o mis gibi bahçe domatesiydi. O yalnızca bir metafor artık. Arada bir çıkıyor, gülüyorum ben de. Gülüyorum ama eski romanlarda çalan telefonlar gibi acı acı.
Var. Her şeyin aşkla ilgisi var. İnanıyorsam bir buna inanıyorum. Ömrü uzatıp kısaltıyor, yaşamaya değer ya da değersiz kılıyor. Yaşamak dediysem, düdük makarnası gibi değil, aşkla sevdayla. Öyle yaşayınca da ölesi gelmez ki insanın. Diklenir ama. Küfrünü basar öyle gider. Gitmese gene de. Bırakmasa bizi. Ayrılık olmasa.