13 Temmuz 2010 Salı

Der Gibi


Bazen bir saate yakın beklediğim 112'nin durakta öylece durmuş bekliyor olması ölçüsüz bir neşe, tarifi zor bir mutluluğa gark etti beni. İşte orada duruyordu. Hatta belki içinde oturulacak boş yer bile vardı, dünya o kadar da kötü bir yer değildi belki de. Sevinç içinde 112'ye doğru koşmak istiyor fakat zorlanıyordum. Çantam, bilgisayarım ve bu-bile-fazla topuklu sandaletlerim kolay bir vuslata imkan verecek gibi değildi. Tam yolun ortasındayken ışığın renk değiştirmesiyle seke seke koşmam bir oldu. Daha salak görünebilir miyim acaba diye düşündüm. Çantasına, ceketine ve bilgisayarına aynı anda mukayyet olmakta zorlanan, açılıp duran eteğini mukayyet olunacaklar listesinin son sırasına layık gören, sıcaklamış tombul kadının bir de topuklularla zor bela koşması nasıl bir görüntüdür kim bilir. Otobüsün kapısına kadar gelip çantamda akbili bulana kadar girmeyeceğim diye inat ettim. En nihayet elime geçen akbilin boş olması sebebiyle kırmızı ekran veren zımbırtıya küfrederek baktıktan sonra otobüsün şoförüyle göz göze geldik. Kaşlarını ve omuzlarını hafifçe kaldırarak "olur öyle" der gibi gülümsedi. Der gibi gülümsemek, işte bunu seviyorum. Hiç tanımadığın, tanımayacağını da bildiğin birinin bir şey der gibi gülümsemesi ya da bakması, işte bunu seviyorum.

***

Ait olmadığım her halimden belli olan Bağdat Caddesi'nde beklediğim Taksim dolmuşu el etmeme gerek duymadan, zira içini göremediğim araçta boş yer arayışımın eseri şabalak bakışlarımdan beklediğimin kendisi olduğuna kanaat getirerek durdu yamacımda. Bindim. Bugüne kadar bu güzergahta kim bilir kaç kere seyahat ettim ama yalnız bir keresi var aklımda. O kerenin gözleriyle bakınıyordum etrafıma. Sonra bir ses duydum. Hafif, belli belirsiz ama bir sıkıntı olduğuna dair şüphe bırakmayacak kadar da belirgin. Solumda oturan ve mütemadiyen dışarıyı izleyen çocuk ağlıyordu sanki. Yok canım. Yoo baya baya yaşlar süzülüyordu gözünden. Kentli modern insanın el kitabında yazdığı üzre diğer yana çevirdim başımı. Kimsenin müdahalesine maruz kalmadan özgürce acı çekebildiğin yere kent denir. Canın yanmakta serbesttir ve kimse de bu eşsiz hürriyeti elinden almaya yetkili değildir. "Ağladığını fark ettim ama ilgilenmiyorum, zaten kesin saçma sapan bir şeydir" der gibi çevirdiğim başımı "ya ama bak yapma böyle, niye üzüyorsun kendini, neler geçmiyor bu da geçer" der gibi ondan yana çevirdim tekrar. Yirmili yaşlarında, kumral, ne yakışıklı ne yakışıksız, olağanüstü sıradan bir çocuktu. Herkes olabilirdi, adı her şey olabilirdi. Başımın hareketinden ne halt ettiğini fark ettiğimi anlamış olacak bana baktı. Mümkün olduğunca az göz teması kurmayı öğütleyen el kitabına inat kaçırmadım gözlerimi. "Ne bakıyorsun be, hiç mi ağlayan adam görmedin"den çok "şimdi ben ne yaparım" gibi bakınca ben de ona "üzülme demek çok anlamsız biliyorum, eminim seni ağlatacak kadar önemlidir üzüldüğün şey ama hayat işte ne yapacaksın" der gibi baktım. Gözleri hafifçe gülümsedi, başını çevirip dışarıyı izler gibi yapmaya devam etti.

***

Karşıdan karşıya geçerken seni tepeden tırnağa süzen taksicinin taksisine binince inceden bir utanır gözlemperver taksici. Yoldan geçen, yani fütursuzca her yanına uzun uzun bakabileceği herhangi bir kadından, ticari de olsa ilişki kuracağı bir emanet olmaya terfi edersin. Tam değil ama bir nevi bacı. Radyodan kısık bir MFÖ sesi geliyordu. Şarkının adını getiremedim bir türlü, uğraşmadım da. Sözlerini sevdiğim bir şarkıydı, gene aynı ölçüsüz neşe, tarifsiz mutluluğa gark olmuştum. "Ham meyvayız hâlâ, koparmışlar dalımızdan" diyordu, Müzeyyen Senar'ı andım ister istemez. İster değil de istemez, yani pek istemedim anmayı. Ham meyvayı kopardıkları dalı kıran rüzgar MFÖ'den essin artık istiyorum. Güzel günler bizi beklemiyorsa da biz onlara gidelim. Eyvallah diyelim olsun bitsin, eyvallah diyelim geçsin gitsin. Hava güneşli, elbisem batik...tam ümitli şarkılar dinleyecek tattayım.

***

Boğazı geçerken düşündüm. Köprünün estetiğine dair bir dizi fikir yürüttüm de arada bunu da düşündüm: Bir sonraki "eee tezden sonra ne yapmayı planlıyorsun?" sorusuna "bir iş bulup bir sene çalışayım, bir yandan da doktora programı arar, başvuru için gerekli şeyleri toplarım" yerine "afedersin aşık olmayı planlıyorum" cevabını vereceğim. Diğerleri kolay, iş bulmakta, doktora yapmakta ne var desem "birazcık kiloyu vermekte ne var" diyen Şevval Sam'la aynı derecede şiddeti hak edeceğimden demem. Zor. İş bulmak da, doktora yapmak da, o birazcık dediği kiloyu vermek de zor. Ama aşık olmak hepsinden daha zor. Zaman geçtikçe de zorlaşıyor. Kimse kimsenin ilk aşkı olmaz bu saatten sonra, geçti o yıllar. Son aşkımızı aradığımız, kimimizin de bulduğu yıllarımızı yaşıyoruz. Diğer bir deyişle yirmilerimizin ikinci yarısındayız. Birbirini izleyen diplomaların, dolgun maaşların, hatta güzel kitaplarla dolu kütüphanelerin bile mutlu olmaya yetmediğini görüyoruz. Daha doğrusu benim gibi dar vizyonlulara yeni dank ediyor. Bir alkış da bize gelsin.

***

Şimdi ne yapmak lazım söyleyeyim. Biraları alıp sahile inmek lazım (tercihen Caddebostan sahili. Sahile inmek diye olgu var lan, daha ötesi var mı? Muhteşem bir şey bu. Bir de Ada sahillerinde beklemek var ki o biraz acıklı ama biz acıka doyduk. Tamam, kâfi). Sevdiğin arkadaşların olacak bir de, olmadık şeylere kahkahayı patlatacak yahut ağız dolusu küfrü basmakta beis görmeyeceksin. Ya da hoşlandığın biri olacak yanında, şarabı şişesinden içerken denizin şıpırtısına, adaların ışıklarına dalacaksın. Yanlış bir şey söylemekten korktuğun, gerildiğin, bir bilemediğin için değil bilakis, konuşma lüzumu hissetmediğin için susacak ve kırmızı bir yudum daha alacaksın. Yalın ayak yürümek lazım bir de. Hem de öyle ayakkabı sıktı falan diye değil, salt yaz olduğu, yerler ılık olduğu için. Batmaz bir şey korkma. Batsa da çıkıyor, azıcık da kanıyor o kadar. Neler geçiyor hayatta, kalırsa bir derin sızı kalır. Mesele değil ayağına batan cam, akan iki damla kan. İçinden geliyor mu gelmiyor mu pabuçları eline alıp yalın ayak gülümseyerek yürümek, mesele bu bence.

1 yorum: