29 Nisan 2011 Cuma

Fırından Yeni Çıkmış Dünya

Sevgili blog…aslında hep böyle başlıyorum söze ama sen duymuyorsun. Seni de kişileştirdim tam oldu. Çarpınca özür dilediğim eşyalarla bir olup örgütlenebilirsiniz artık.

Bugün benim yüzüm düştü. Ne zamandır iyiydim halbuki. Pazar araştırması için bile olsa katılımcı gözlem yapmak için indiğim sahada fırın müşterilerine gülücükler saçarak satış yapmaktan son derece memnundum. 6:50’de kalktığım sabahlarda bile küfretmedim 35C’nin peşinden koşarken. Deparıma anlam veremeyip nefes nefese vardığımda da gülerek “niye panik yaptın ki” diye soran 58A şoförüne bile küfretmeyip “işte ilk günüm de, geç kalmaktan korktum” diye 4 yaş masumiyeti gücünde cevap vermişliğim var.

Bugün fırından çıktığımda ise düpedüz homurdanıyordum. İçinde küçük bir Seda Sayan besleyen yeni gay arkadaşım Batu’yla (çok zeki olduğum için ismini değiştirdim) anlaşıyoruz anlaşmasına…arsızlığımdan “yaparım” deyip üstüme aldığım çeviriyi de istersem yarına kadar bal gibi yetiştirebileceğimi de biliyorum ama…içim huzursuz işte. Sanki ensemden tuttukları gibi sahadan alıp ofise, bilgisayar karşısına oturtmuşlar gibi mutsuzum resmen. Ben neden olduğunu biliyorum da anlatması zor.

Hizmet sektörü çok acayip. Bir yandan bol bol gülücük dağıtmaya ve o teyze senin bu teyze benim sevgi dolu bakışlar fırlatmaya (sevgi fazlam var) bahanem oluyor. Öte yandan ya bir terbiye yoksunu ergen ya da bir ucuz sarışın elimde kalacak. Yarım saattir bekliyormuş haspa, sen hangi takvimi kullanıyorsun bacım? ('bacım' yerine başka laflar geliyor tabi de hanımefendi çizgimden (!) çıkmayacağım) Kağıt poşete konsun yalnız. Konsun? Hayali arkadaşımı sen de mi görebiliyorsun ergen irisi insan yavrusu? Kim koyacak ben koyacağım poşete, konsunmuş. Sanki arşidükün kızı haspa!

Bunlar gene tecrübe, gerçi hepsi her şey tecrübe ama... Tatsız şeyler de oluyor arada. Kimseyi işinden etmeyecek zararsız bir araştırmacı olduğuma ikna edememişim mesela düzeyi biraz üstten bakan bir çalışanı. Yüzüme gülerken neler demiş arkamdan, pes. Duyduktan sonra bir yüzüm düştü bir daha toparlayamadım. İnsanlığa olan inancını fırında kaybetmek de bir garipmiş. Şimdiye kadar muhafaza edebilmiş olmam daha da garip ya neyse. Fırından ekmekleri çıkarırken elimi yaktığımda bu kadar acımamıştı. Aynada yüzüme bakıyorum da…şu tipe bak, bundan zarar gelebilir mi ya! Öte yandan hep böyle tipleri seçmezler mi alengirli işler için? Bebek yüzlü katil gibi. Katil değilim ki ben. Tamam, uşak da çıkmayayım hikayenin sonunda ama katil de olmayayım. Kimseye zararım dokunmadan işimi yapayım ben. İşimin ne olduğunun da ucunu kaçırdım ya neyse…

İnsanları sevdiğimi hissettirince onlar da beni seviyor ki ben insanların çoğunu severim, elimde değil. Bugüne kadar -şans eseri- bir sırtımdan bıçaklanma vakası yaşamadığım için (yahut öyle bir yaşadım ki ruhum hala sağır) aksi mümkün değil. Seviyorum yani, yapacak bir şey yok. Biri gülümseyince içim ısınıyor, öyle bir gülümseyeyim ki fırından yeni çıksın dünya istiyorum. Bazen başarıyorum da. Güneş açıyor, kuşların sesi, çocuklar filan. Bir gülümsemeyle dünyayı güzelleştirebiliyorsam neden yapmayayım bunu? Hem kendim, hem de başkaları için.

Tanımadığım, bu iş olmasaydı da hiç tanışmamış olacağım insanların hayat hikayelerini öğreniyorum bir bir. Bir bir çünkü bir sen anlatıyorsun bir onlar. Beleşe hayat hikayesi yok. 20 yıllık hayatının toplumca mahrem sayılan noktalarını pervasızca önüme seren Batu’ya yalnız bir kırmızı çizgi çektim otobüste ayak üstü. Kırmızı çizgim olduğunu da bilmiyordum, böylece öğrenmiş oldum. “Yanında maskülen kalıyorum” filan diyorum ama bir bakıyorum ki kaptırmış her cümleye “ay”la başlayıp “ayol”la bitiriyorum. Elinde maşasıyla içimden çıkmayı bekleyen kadını uyandırmış olsa da en güzel hikayemi bir sabah programına malzeme etmeye hazır değilim, hiçbir zaman da olmayacağım. Onun dışında biriktirdiğim hemen bütün hikayeleri ve kişileri biraz kolajlayarak da olsa teminat olarak sunuyorum karşımdakine. 

Herkes benim gibi değil, insanlar teminat istiyor haklı olarak. 'Anlatayım da sen kimsin' der gibiler. Ben kimim, burada ne yapıyorum? Bazen ucunu ben de kaçırıyorum. Kimseye zarar vermeden yaşamak mümkün mü? Benim köye yerleşip domates biber patlıcan yetiştirme nedenim de bu olacak herhalde. Kavunun nedeni ise zaten belli.

Yalnız anladım ki ne hayat hikayesi ne de gülücük, bir insana müşkül anında –hem de üstüne vazife olmadığı halde ve karşılıksız- omuz vermekten, yani işten, emekten, dayanışmadan daha değerli, daha gerçek bir teminat olamaz. Alnımın koluma sildiğim teri de, minnettarlık belirten iki beylik söz de paha biçilemez. İyi ki de “elime mi yapışır”, “incilerim mi dökülür” bir insan olmuşum. Bölüşerek yemeyi öğrenmişim iyi ki. İnsanlara güvenmeye gelince…belki de onlar haklı. Belki de sahiden zararım dokunacak onlara ve bunu ben bile bilmiyorum ama onlar biliyor. Bunu düşünmemeye çalışıyorum. Aptallığımın düşüncesi hep rahatsız eder beni.

Bitirmem gereken bir çeviri işi ve gerçekleştirmek istediğim bir hayalim var şimdi. Söyledim ya şu işten paramı alır almaz yemeğe götüreceğim annemleri. Öyle Nevizade’ye falan değil, İsmet Baba’ya. Cam kenarından ayırtacağım masayı. Ayırtırken de soracağım Âlâ serisi var mı diye. Gidince de öyle çupra levrek filan değil kalkansa kalkan isteyeceğim. Küçükken kullandığım adıyla “düğmeli balık”. Her şey çok güzel olsun istiyorum. En güzel şeyleri sunmak istiyorum onlara. Kendim için kıyafet, çanta, ayakkabı filan da almak istiyorum tabi ama aynı zevki vermeyecek, biliyorum. Bu zevki tatmak için yaşım biraz geç, onu da biliyorum ama başlangıç sayıyorum bunu. Kazanacağım üç kuruş paranın alabileceği en güzel şeyleri almak istiyorum annemle babam için. Oysa annem dolar al diyor. Daha 10 yaşımdayken topladığım bayramlıkları alıp gazeteyi açardım zaten önüme. Dolara, marka, franka bakar, hangisi kârlıysa bir koşu döviz bürosuna gidip onu alırdım. Şimdi de selvi boylu olduğumdan değil ama o yıllarda burnumdan aşağısını görebilen bir veznedar yok. Ne B tipi likit fon, ne dolar. Rakıya, balığa yatıracağım bu parayı. Gerisini alır kenara koyarım gene. Bir gün bir yerlere gitme hayalim için birikedursun önceki alın terimle birlikte. Paris…neden bu kadar uzak görünüyorsun gözüme? Sadece pasaportum çipli olmadığı için mi yoksa benden gizlediğin bir şeyler mi var? Kötü bir şeyse söyleme, tahammülüm yok. Elbet bir gün yeniden buluşacağız, o zaman söylersin.

Umarım bu çeviri tam not alır da hiç boş kalmam bundan sonra. Beni çalışmak kurtaracakmış haberim yokmuş. Aklım meşgul olsun yeter.

Önümüz Pazar. Önümüz 1 Mayıs. Manavdan limon almalıyım.

24 Nisan 2011 Pazar

8 Kadındılar

…ve Burcu evlendi. Arkadaşım mutlu olduğu için mutluyum ama adını koymakta zorlandığım –ki bu bana pek sık olmaz, artık biliyorsunuz- bir şey daha vardı. Onun da ne olduğunu bugün dolmuşta fark ettim. Dün akşam bir devir kapandı, bir yenisi başlıyor. Burcu evlenince biz de evlenmiş mi sayılıyoruz yani? Bir bakıma öyle. Hayatımıza bir evlilik girdi şimdi. Tek tük evli arkadaşlarımız zaten olsa da bu başka, devir kapayıp devir açan cinsten bu. Aramıza sızan bu kurumsallık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyor, bir şeyleri arkamızda bırakıyoruz sanki, bildiğimiz anlamda hayatı geride bırakarak uzaklaşıyoruz. Sadece evlenmek de değil. Misal ben “Ayşe Hanım” olmaya alışıyorum bu ara. Düğün salonunda bir aşağı bir yukarı koşturan veletleri kolundan yakalayıp “koşmayın yavrum, koşmayın evladım” diye azarlıyoruz. Gümüşü taşı gene seviyor ama beyaz altına, inciye, elmasa, pırlantaya da göz kırpıyoruz. Bir şeyler oluyor.

Nikah memuru adını soyadını sorduğunda flashback yaşadım. İkinci sınıfta mı neyiz. Kayıt için hocamızın odasına gitmişiz ve her zamanki gibi akşamdan kalmayız muhtemelen. Hocamız öğrenci numarasını soruyor, arkadaşımdan ses yok. Adını soruyor, gene ifadesiz. Bunu her anlatışımda “ya unutmadım” diyor ama ben o ana şahidim. Dün nikah memuru sorduğunda ise hiç teklemedi. “8 sosyolog kadın adına şahidiz” dedi temsilcilerimiz de. Meslek hastalığı olacak kelimelere takıldığımızdan (bu ifadeden de hiç hazzetmeyiz) onlar biraz tekledi ama olur o kadar. Beyazlar içindeki arkadaşımızın kurumsallaşmasına şahit olduk.

Akacak gözyaşları yerinde durmadı, rakılar sağlığa kaldırıldı, göbekler atıldı, takılar takıldı, topuklular pistin kenarına atıldı... Sıra çiçeğin atılmasına geldiğinde her zamanki gibi oradan hızlıca uzaklaşmaktı niyetim. Çiçeğin atılmasını bekleyen kızların arasında erkek bir arkadaşımı görünce muhafazakarlığım tuttu “olmaz öyle şey” diye. Halbuki hepimizi toplasan onun kadar isteğimiz yoktur evlenmeye (ayakkabının altına onun da ismini yazsam yazarmışım, hiç aklıma gelmedi. Hazır isim misim de kalmamıştı gecenin sonunda). Ona “sen ne arıyorsun burada” diye biraz şaka biraz ciddi çemkirirken Burcu’nun bize arkasını dönmeden evvel attığı o muzır bakışı gördüm. Birkaç saniye sonra da çiçek önüme düştü. Arkadaşım dağılan parçalardan bir tanesini, ben de –challenge accepted- buketi kaptım. İkimiz de kapmış sayılıyormuşuz ama öyle şey olmaz bence. Her şeyin bir usulü adabı var canım.

Ha ben çiçeği kaptım da ne oldu. İnsanlar nezaketlerinden lady in red deyip durdular ama düpedüz kırmızı bir balona benziyordum. Davetiyesinde adının yanında “yalnız ve güçlü birey” yazan kırmızı satenden, yüksek ökçeli bir balon. Eksi bir. Azıcık bunalıma girmedim dersem yalan olur. Çiftlerin çiftliklerinden sebeplendim ben de. Burada hazır çift olmuşlar var, onla da ben mi uğraşacağım! Bazen hakikaten sevdiğim çiftleri izlerken yakalıyorum kendimi. “Vay be, aşk filan” diye geçiyor aklımdan. Uzaktan güzel görünüyor. Çok uzun mesafe de iyi değil tabi. “Ayşec.’le de dans et hayatım, bak tek başına oturuyor masada” diye kulaklara fısıldanmak istemiyorum. Elbet bir gün bir ara bir artı birim olacak benim de. Şimdilik sadece lady in red.

ÜDS gibi ALES’e de kafam güzel ve uykulu girdim. Gerçi komple ÖSYM’ye…neyse hadi. Çok fena kaderciliğe bağlayasım var. Belki de böyle olması gerekiyordur. Doktoramın da eksik kalması gerekiyordur belki? Ocak’ta kaybettiğimiz hocama söz vermiş bulunduğum için kalkışmadım mı zaten bu işe. Ben elimden geleni yaptım hocam. Siz bana güvenmiştiniz ama ben fos çıktım. Ha sosyoloji doktorası yapabilmem için bana hala A şehrinden B şehrine giden aracın hızını soran ÖSYM hiç mi fos değil… İlkokuldan beri o araç o B şehrine bir türlü varamadı zaten, o havuz bir türlü dolamadı (alttan akıttığı için olabilir). Elveda doktora, merhaba iş hayatı ve çeviriler. Bir müddet görüşmeyelim ÖSYM. Mümkünse ilişkimize uzun bir ara verelim.

İşe başladım. Çok keyifli. Patronum yeni çalışanını google’layıp blogumu bulduğu için söylemiyorum, gerçekten keyifli. Hani “gönlüne göre” derler ya, aynen öyle. Zaten ne kadar duygusal olabilirse o kadar duygusaldı iş görüşmemiz. “Kendimi buraya ait hissediyorum” diyecekken “burada mutlu olacağımı düşünüyorum” diye son anda çevirebilmiştim neyse ki. Kapitalist ilişkilerde hissiyatın bu kadarı da fazla. Oysa aklımı meşgul ettikleri için elimde olsa ben para vereceğim şirkete. Çok istedim buranın olmasını. Hatta yeteri kadar istemiş olacağım ki iki ay sonra oldu. Hem de tam istediğim gibi. Sabah 9 akşam 5 ofis işi değil, bütün gün sahadayım. İnsanları izleyip notlar alıyor, sonra da akşam onları temize çekiyorum. Casusluğu andırsa da biz katılımcı gözlem demeyi tercih ediyoruz. Şimdi tek istediğim şu ilk paramı (daha önce de çalışıp paralar kazandım ama nedense bunu ilk sayıyorum) alnımın akıyla kazanıp annemleri yemeğe götürmek. O kadar emek verdiler bana, kızlarının bir hayrını görsünler artık.

Evlilik, iş filan…işte bundan bahsediyorum. Bu sene bahar şenliğine de gitmeyeceğim ilk defa. Devirler hep kendi kendilerine kapanmıyor, biraz da biz ittiriyoruz. Bir daha bahar şenliği yok. Böyle olması gerekiyor. Ben böyle olmasını istiyorum. Dün, yanıma kâr kalan arkadaşlarımı gördüm. Daha dengemi kaybettiğim an kollarımdan yakalayıp düşmeme izin vermeyen; bazen beni ben olduğum için, bazen de beni ben olduğum halde seven arkadaşlarımı. Biz beraberken hayat bize şenlik zaten. Yanımıza kalmayan, uzağımıza düşen arkadaşlarımızı da düşündüm; hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal olan sevgilileri; ölüm döşeğindeki hasta ziyaretlerini, ölümleri-düğünleri, bitişleri-başlangıçları… düşünmeye bir kere başlayınca bir sürü şey geliyor aklıma. Pasta kesilirken Star Wars çalması gibi şeyler...

(bkz. 8 Kadın)



18 Nisan 2011 Pazartesi

Yüksek Yüksek Tepeler


Hafta sonu çok yakın bir arkadaşımın kına gecesine iştirak etmek için gittiğim İzmir’den bol bol kına muhabbetiyle döneceğimi zannederken hiç ilgisi olmayan bir mevzuu el bagajıma katıp getirdim. Apayrı bir bağlamda apayrı bir hikayeyi dinlerken buldum kendimi. Öyle bir hikaye ki içime işleyip İstanbul’a kadar takip etti beni. Bin bir zorlukla uyuttuğum bazı düşünceleri uyandırdı uykularından. Etik ya da basitçe saygı gereği bağlamı ifşa etmeden fakat hikayenin özünü her zamanki açık yürekliliğimle anlatmaya çalışmak istiyorum. Buraya yazdıklarım bir anlamda hayatımın kaydıysa bu da bir şekilde kayıtlara geçmeli. Ama üstü kapalı, ama değil.

Dinlediğim, dinlerken de içine çekildiğimi hissettiğim bu hikayenin beni bu kadar etkilemesinin sebebi, hayatımın –aslında hiçbir zaman tam olarak nasıl gelişeceğini öğrenemeyeceğim- alternatif senaryosu olduğunu düşünmem. Son dört yıldır hız kesmeden devam eden kanlı iç savaşımın seyrini değiştirecek kadar etkilendim hem de. İlk defa bir nefeslik ateşkes ilan eder gibi oldum. Fakat silahlara veda mı bu? Elbette değil.

19-20 yaşlarındayken büyükşehirlerden birinde, iyi bir üniversitede okurken tanışıp beraber olmaya başlayan bir çiftin hikayesi bu. Şimdi 30’larının başında olan bu çift okul biter bitmez evleniyor ve birkaç sene sonra da boşanıyorlar. Kadın, istediğinin henüz bu olmadığını anlıyor. Adam, birlikteliğini kurtarmak için ne kadar çabalasa da kafasında her şeyi bitirmiş bir kadını gerçekten ikna etmek çok zor. Ortada bir sevgi var ama her şeyin üstesinden gelmesi mümkün olmuyor. Sevmek yetmiyor.

İnsanların bu kadar erken yaşta aşkı bulması şans da olabilir şanssızlık da. Bana soracak olsalar büyük şanssızlık derdim; bir zamanlama faciası, bir trajedi. Aşktan kastım o birini bulmak. Bulunca da “tanıdım seni, o sensin” demek. Yeni tanışır ya da ilk defa karşılaşır gibi değil de, yirmi yıl önce ayrı düşüp yirmi yıl sonra yeniden bir araya gelmiş gibi hissetmek. Bilmek. “Geciktin, nerelerde kaldın, yolda mı oyalandın” diye bile sorar insan. Oysa zaman aksini kanıtlamak için akıyor.

Bir çok insan o birini ömrü boyunca bulamıyor. En güzel yıllar sonuç vermeyecek bir arayışla geçiyor. Sonra çok büyük ihtimalle birine ve bir hayata talim ediliyor. Mutlu olmak öğreniliyor. Rutinler sarıp sarmalıyor, göz açıp kapayıncaya kadar yaşlanıyor insan. Hangisi daha korkunç bilmiyorum ama uzun uzun dinlediğim bu hikayeden sonra kendiminki renk değiştirdi gözümde. Doğru bir karar yanlış uygulanırsa yanlış olur. Artıyla eksinin çarpımından artı çıkmaz. Öte yandan kararın kendi içindeki doğruluğu da değişmez. Uzun müddet kendimi irrasyonellikle itham ettikten sonra belki de bilakis, ekstrem bir rasyonaliteyle hareket etmiş olabileceğim düştü aklıma. Çocuksuluk, fevrilik, aptallık gibi görünen şeylerin altından ne istediğini bilmek çıkabileceğini düşünmemiştim açıkçası. Halen de ortada madalyalık bir durum olmamakla birlikte –dediğim gibi- rengi değişiyor.

Yirmili yaşlar aramakla geçmeli; hatalarla ya da henüz içindeyken hata gibi görünen seçimlerle. Daha aramaya başlamadan bulmamalı insan çünkü o zaman ne ne aradığını bilebilir ne de bulduğunu anlayabilir. Anlamak çözmeye yetmediği gibi bilmek de anlamaya yetmiyor. En iyi resmi çıkarana kadar bolca eskiz, en doğru çizgiyi çizene kadar bolca deneme çizgisi çizmek gerekiyor. Bazı insanların cevap anahtarıyla doğduklarından şüphelenmiyor değilim ama kimse şövalenin başına geçtiği gibi kusursuz bir çember ya da koşan atlar çizemez. Ben kabiliyetsizin teki olduğum için de pislik atıyor olabilirim.

O yaşta ciddi bir bağlılığa hazır olmadığım gerçeğiyle yüzleşmek, henüz olgunlaşmadığımın kabulü anlamına geliyordu. Yanlış eylem planı doğru kararı öyle gölgelemişti ki böyle bir farkındalığa sahip olmanın olgunluk göstergesi sayılabileceğini düşünmemiştim. Ne istediğimi de kimseyi kandırmak istemediğimi de biliyordum, hepsi bu. Birini istese de kandıramayacak kadar aptal bir insanım zaten. Doğruya doğru şimdi. Bundandır ki ancak kendimi kandırabilmişimdir bugüne kadar. O alanda da uzmanlaştım denebilir.

Gene de yalan söylemeyi anlayabiliyorum. Onaylamasam da anlıyorum. Kurulu bir düzeni bozmanın dehşet vericiliği, bunun için toplanması gereken cesaret, göze alınması gereken onca acı ve tek başına yüklenilecek sorumluluk bir araya gelince bir meşruiyet zemini filan oluşturuyor değil fakat bu tip korkunç aldatmacaları biraz daha idrak edilebilir kılıyor. Alternatif senaryodaki bu aldatmacayı görmek sarstı beni. İnsan sevdiğine nasıl yapar bunu? Oysa ne yaparsa sevdiğine yapıyor insan, değil mi? Yalnız kalmaktan ziyade onsuz kalmaktan korkuyor. “Vazgeçilmezim” diye bir hitap var, ziyadesiyle manasız geliyor bana. Hayat öğretiyor ki kimse vazgeçilmez değil. Hatta kimi zaman, sevdiğinden onca sevdiği için vazgeçmek zorunda kalabiliyor insan. Olabiliyor bu.

Ne kimse kimseyi ne de zaman kimseyi bekliyor. Her şey ve herkes değişirken kimse aynı şekilde ya da beklentiler doğrultusunda değişmiyor. Birbirine çarpıp kesişen yollar aksi istikametlere savruluyor. Bir demiryolunun iki rayı bile her ne kadar ayrılmaz olsa da makaslar giriyor araya, hele ki bir son istasyon hep oluyor. Daha da önemlisi, ihtiyaç fazlası rasyonellik dışarı atılıyor. Favori çiftim, ne istediğimi bilmediğimi söylüyorlardı. Dün “ne istediğimi bildiğim için yalnızım” döküldü dudaklarımdan. Durup kendi kurduğum cümleye baktım, hoşuma gitti, şık durdu. Daha da garibi doğru olduğunu fark ettim. Ne istediğimi de istemediğimi de gayet iyi biliyorum ve istemediğim unsurları hayatıma dahil etme zorunluluğum yok. Yalnız kalabiliyorum; aşık olmadan ve aşık olunmadan da yaşayabiliyorum. Göz göre göre hata yapmaktansa yalnız kalmaya harcıyorum gücümü. Bir şekilde hayatta kalıyorum, herkesin yaptığı bundan başka bir şey mi sanki?

İş buldum. İlan filan vermedikleri halde gidip başvurduğum bir firmadan iki ay sonra döndüler. Bu firmayı çok istediğim için bu iki ay çok da gönüllü iş aramadım, görüşmelere filan gitmedim ama bunlardan ümidi de kesmiştim. İki ay sonunda tam istediğim gibi bir iş teklifiyle geldiler. Proje bazlı bir antropoloji işi. Varsın piyasa araştırması olsun. Farklı bir deneyim olacak benim için. Üstüne para da verecekler. Üç kuruş paradan yola çıkarak bir hayal bile kurdum geçen gün. Olacak iş değil ya neden olmasın dedim. Nedense uçakla seyahat ederken her şey daha mümkün görünüyor gözüme. Paris’e gitsem dedim, bir tek hafta sonu için bile olsa, tek başıma. Ucuzundan bilet bulup gitsem. Sokaklarında caddelerinde yürüsem de yürüsem, Seine Nehri kıyısındaki kahvelerden birine girip dinlensem, anlarmış gibi Fnac’ta kitap baksam, Rodin Müzesi’ni tavaf etsem gene, akşam da paramın yettiği kadar iyi bir yemek ve şarapla keyiflensem (yetmiyorsa yemeği es geçebilirim). Tek istediğim, kulağıma çalınanın Fransızca olduğunu kanıksayana kadar yürümek. Sokakta yürürken sokağın ucunda aniden Eiffel belirince salakça da olsa gülümserim gene. Sacre Coeur’e de çıkarım muhakkak. Ne bileyim işte yaparım bir şeyler. Hiçbir şey yapamasam kaybolurum. Ellerim ceplerimde buna pek de esef etmeden. Güzel olmaz mı? Bence harika olurdu.

Kına, düğün, ALES, doktora başvurusu, iş, Hindistan ve Hindistan’dan çok daha uzaktaki Paris… Otobüs gibi. Sen içinde kıpırtısız durduğunu düşünsen de o ilerledikçe sen de kalamıyorsun olduğun yerde. Tek istediğin durmak olsa da sürükleniyorsun, kendini içinde buluyorsun. En iyisi olsun, en doğrusunu yapayım diye yırtınırken “en iyisi” ve “en doğrusu”na olan inancın azalıyor. Neresindeyim hayatın? Bilmem, söyledikleri kadar sonunda değil sanırım. İzmir’in havası suyu yaramış olacak. 


15 Nisan 2011 Cuma

Kıyısız Deniz

Kırk Çarşamba bir arada.

Şemsiye kullanmaktan nefret ederim. Kullandım da ne oldu, gene sıçana döndüm. Üstüne üstlük sesiyle uyandığım fırtınaya karşı bütün gün mücadele verdim şemsiyemi kaptırmamak için. Dünyanın en basit ayakkabısını dört dönerek aradığım halde bulamamaktan yorgun düşmüş, huysuz ve sinirliydim. Kız evlenmiyor da biz evleniyoruz sanki.

Taksim'den Tünel'e üçüncü kez yürüyordum. Galatasaray'ı geçmiştim, Odakule'yi de geçmiş miydim? Bilmem. Sağdaki sokakların birinin duvarında gördüm. O sokağı biliyorum, 2006 yazında oturmuş bira içmiştim alçak taburelerinde. Yalnız değildim. Önünden geçerken o sokağa her bakışımda kendimi bu kadar yalnız hissedişim ondan. Bira çok güzeldi, hep ondan.

O sokağın duvarına "deniz misin, liman mı?" yazmış biri ya da birileri. (Şimdi baktım, şarkı adıymış. Keşke bilmeseydim, neyse.) Öyle vurucu geldi ki birden görünce. Olduğum yerde kalakaldım. Haldır haldır yürürken biri önümde böyle dursa içimden basarım küfrü. Aynen öyle durdum, hem de hiç tınmadan. "Bilmiyorum" dedim. Öyle birden sorunca... Biri olmak zorunda mıyım? İki rahmetten biri olmak zaruri mi kuzum?

Eskiden dalgalı hırçın bir denizdim, onu biliyorum. Bir liman buldum sonra, yatıştım ama durulmadım. İçimde fırtınalar kopuyordu. Havanın kar, bulutların yağmur toplaması gibi koca bir dalga topluyordum. Her şeyi yutacak kadar büyük, alıp götürecek kadar yıkıcı. Dalgalar kırılınca sönümlenmezler mi ancak? Biraz o hesap.

Peki ya şimdi? Deniz miyim, liman mı? Belki de karaya oturdum, olamaz mı? "Deniz misin, liman mı", ne adi bir soru bu. Sana ne ulan, ona göre mi yanaşacaksın? Var mı önceden bilmek, mümkün mü öngörmek? Belki ona liman, sana deniz olacağım; belki ona deniz, sana liman. Hele ki "gemileri yaktım, sana geldim" demesin kimse, inanmam. Hiç inanmadım ki. Gemi enkazlarıyla dolu denizin dibi. Kim bilir kaç kaptanın enkazı da beraber. Dememiş miydim hayal kırıklığı karşılamıyor anlamını, hayal enkazı demek daha uygun diye. Buharlaşıp havaya karışmaz ki hiçbir şey. Hep bir şekilde dibe çöker, insanın içine, denizin dibine. Yok olmaya inanmayan doğu felsefelerinin bildiği bir şeyler var muhakkak. Bir iz bırakmadan yok olmaz hiçbir şey, eskisi gibi olmaz.

Deniz misin, liman mı? Deniz misin, liman mı? Bilmiyorum! İyi de sen kimsin? Alınız al, morunuz mor, amenna ama benim dengemi bozmayınız. Hem bu sizi hiç alakadar etmez. Suya giren ıslanır, boğulmayı da göze alacaksınız. Hayat kimseye garanti vermiyor kuzum, ben size niye vereyim? Ne manasız birbirimize tutmayacağımız sözler vermek. Oysa insan nasıl da istiyor söz vermek, sözünü yerine getirmek. Bazen yenik düşüyor bu arzuya, bazen de...düşmüyor. Hiç söz vermemek mi daha kötü, verip de tutmamak mı? Sanırsam ikincisi. "Yalan da olsa söyle"cilerden değilim ben. Yalansa sus, kendin bile inanmıyorsan sus; bana gelecek güzel günlerden bahsetme, inanırım. 


Deniz miyim liman mı? Ya kaptansam? Gemileri yakmışmış... Geminle boylayabiliyor musun denizin dibini, mesele o. Mesele esir düşmekte değil yani, teslim olmamakta bütün mesele. Gemiyi batırmak marifet değil (belki utancından batıyordur kaptan da?) ama onunla birlikte batmayı göze almak biraz cesaret işi. 


Açık denizler, sakin limanlar... biri olmadan olabilir mi diğeri? 


Bugün bir duvar yazısı gördüm, bunları düşündüm işte ayaküstü.




13 Nisan 2011 Çarşamba

Nasıl 60 Olunur?

Dün iki, bugün de iki filme giderek otuzuncu İstanbul Film Festivali maratonumu -hafta sonu İzmir'de kına yakmakla meşgul olacağımdan erken- sonlandırmış bulunuyorum. Gittiğim on üç filmin çoğundan memnunum. Son dört tanesinden de kısaca bahsedeyim ki seri tamamlansın:


Genç ustalar başlığı altında gösterilen Aşkın İkinci Perdesi, orijinal adıyla Late Bloomers'ın dünya prömiyeri Şubat ayında Berlin'de yapılmış. Yönetmen Julie Gavras; yönetmen Costa Gavras'ın kızı ve artık kapanmış olan sinemaların birinde izleyip çok sevdiğim Fidel'in Yüzünden (2006) adlı filmin de yönetmeni. Aşkın İkinci Perdesi'nde William Hurt ve Isabella Rossellini altmış yaşına gelmiş, artık her biri yetişkin olan üç çocuk yetiştirmiş ve mutlu bir evli çifttir. Birbirlerini hala çok sevmelerine rağmen yaşlanmak olgusuyla baş etme yöntemleri farklılık göstermeye başlayınca ayrı düşerler. Mary, aşırı kabullenmeden; Adam ise aşırı inkardan mustariptir. Filmin ana karakterlerinden Nora'nın söylediği bir söz bugünlerde aklımda dolanan düşüncelerin tam ortasına düştü: Yaşlanmak sana bilgelik kazandırmaz. Bunu zaten film boyunca görüyoruz. Mutlu bir evliliğin kusursuz bir evlilik olmadığını da. Ne de olsa bu benim için hala olağanüstü bir bilgi sayılır. Gene de filmden aklımdan kalacak olan, Mary'le Adam'ın uzlaştıkları son sahne. 


Dün gördüğüm ikinci filmi görmeseydim de olurdu. 1994 yapımı bir Tayvan filmi: Ai Qing Wan Sui ya da Vive L'Amour ya da Yaşasın Aşk. Kitapçıkta izleyicileri ikiye böldüğü yazıyor. Neden böldüğünü söylemiyor ama biz iki kişiydik, bizi bile böldü. Kent hayatı, yalnızlık, yalnızlaşma o kadar çok işlendi ki bugüne kadar. Belki de Tsai Ming-Liang'ın bu filmini şimdi izlememiz bir zamanlama hatasıydı, hepsi bu. Öyle veya böyle hayatımda ilk defa uzun planlardan sıkıldım. Tek ilginç yanı farklı bir kültürde, farklı bir kentte yaşanan yalnızlığı izlemekti belki. Onda da yalnızlıkların sandığımdan çok ortak yanları olduğunu fark ettim. Görünümleri değişiyor ama değişmeyen, dokunulmaz bir özü var sanki. Kızın yüzüne yakın çekim yapıldığı son sahnede pes ettim zaten. O ağladı, ben ağladım gibi bir şey oldu. 


Bugün oldukça başarılı bir gündü. Filmlerin arasındaki bir saat boşlukta İstiklal'in öbür ucuna koşup düğün için kırmızı elbise almayı bile başardım. Kına için aldığım elbise kadar kırmızı olmasa da ondan daha gösterişli. Geriye kaldı ayakkabı. Neyse, ne diyordum. Ha evet, bugünkü filmlerimizin ikisi de iyiydi. İlki, Jonathan Nossiter'ın yönettiği Rio Sex Comedy (2010). Oyuncuların her biri göz alıcı: Charlotte Rampling, Bill Pullman, Iréne Jacob, Fisher Stevens... Charlotte Rampling'in kıyafetleri ayrı göz alıcı, o neydi öyle. Film açılış şarkısı ve sahnesiyle bile yakalıyor izleyiciyi. Bir antropolog, estetik cerrahiye karşı olan başarılı bir estetik cerrah, diplomasiden sıkılan bir Amerikan elçisi, pembe dizi müptelası Amazon yerlileri ve Rio'nun favelaları. Sırf Copacabana Plajı'ndan farklı bir Rio görmek için bile izlenir. 


Söylemeden geçemem, Aşkın İkinci Perdesi'ndeki Mary'yle Rio Seks Komedisi'ndeki Charlotte'u birleştiren bir şey var: 60 yaş krizinde kocayı bırakmak. Bu işin Mary'ye göre olmadığı kısa sürede anlaşılıyor ama Charlotte'un sahilde oğluna söylediklerini epey etkileyici buldum ben. (Geçen gün gay'lere takmıştım, bu aralar da 60'ında boşanan çiftler takıldı aklıma. Filmler de üstüne gelince...) Charlotte'un çok iyi anlaştığı eşiyle otuz yıl evli kalmış fakat evliliğinin her günü onu terk etmeyi düşünmüş olmasını hiç yadırgamadım. Bu kadar zaman boyunca çiftler mutlaka aynı yönde değişmiyor diye ekliyor Charlotte. Birbirlerini çok seven Mary'yle Adam'ın sorunu da bu değil miydi zaten? Fakat onlar belli ki çift olmanın en ideal varoluş biçimi olmadığını düşünmüyorlar Charlotte gibi. İki filmin bana bıraktığı soru bu oldu: 30 yıl nasıl bir arada yaşanır? Eskiden olsa bu fikir tüylerimi ürpertirdi, şimdiyse alternatifi ürkütücü geliyor. Bu 25 yaş kriziyle şu 60 yaş krizi arasında kim bilir daha kaç kriz var, off...


Bu festival izlediğim son film bir İngiltere-İtalya-Fransa ortak yapımı: Neds (2010) yani Non Educated Delinquents. Türkçeye Serseriler diye çevrilmiş. Peter Mullan'ın yönettiği film 1970'lerin Glasgow'unda geçiyor. Çocukluğundan ergenliğine kadar izlediğimiz John McGill'in hikayesinin sınıfsal arka planı 2000 yapımı Billy Elliot'ı anımsattı bana. Anlattıkları dönemler ve anlatışlarındaki sertliğin aynı olmaması bir yana "sınıfsal arka plan" demek de ne kadar doğru tartışılır. Gene de sınıf filmi deyip geçmeye razı olmuyor gönlüm. Alkolik bir babayla sinmiş bir annenin zeki ve çalışkan oğlu John McGill'in -tek görevi evde kan gövdeyi götürürken gözlerini ve kulaklarını kapamak olan- küçük bir kız kardeşi ve kendi çöplüğünde efsaneleşmiş bela bir ağabeyi var. Sınıf atlamakla sınıfının "kader"ine ortak olmak arasında savrulan, evinde gördüklerinin etkisiyle şiddete eğilimi artan bir ergen John. Ağabeyi gibi olmak istemezken "şartlar" ona fazla seçenek bırakmıyor. Dibe vuruyor ama çıkışta kendisini aynı "en iyiler sınıfı"nda bulacağını umarak da yanılıyor. Filmde bolca şiddet olsa da fazladan eklenmiş gibi bir his uyandırmıyor. O anlamda rahatsız edici bir gerçekçiliği var. Birbirine giren iki çocuk çetesini ciddiye almadığına pişman oluyor insan. Bıçaklar, taşlar, kan, hastahane... hepsi gerçek dedirtiyor film, bu çocuklar burada oyun oynamıyor. Tabiri caizse şiddetli bir gerçekçilik. Ben de şiddetle tavsiye ediyorum. 



10 Nisan 2011 Pazar

Cumartesi Ertesi


Gece hayatı; anne babaların çocuklarıyla gurur duymayacakları bir alan. “Some of them want to use you, some of them want to get used by you. Some of them want to abuse you, some of them want to be abused”. Öyle bir şeyler işte. Gece hayatı baya baya belgeselleri andırıyor. Karanlıktan faydalanıp avlanmaya çıkan irili ufaklı bir sürü hayvan ve geçerli olan sadece orman kanunları.

Yaşlandık mı sahiden? Bu bekarlığa veda partisi fiyaskosunun organizasyon beceriksizliğimden kaynaklanmasını tercih ederdim. İlerleyen saatlerde birleşik programa geçip yeteri kadar rakı içmiş beylerin bekarlığa vedasıyla birleşmemesini de tercih ederdim ama hayat… Bekarlık bazılarımıza çoktan veda etmiş, haberimiz yok. Ya da var ama kabullenemiyoruz. Nerede olduğumuzu kim haber verdi? İçimizdeki köstebek kim kim kim? Ne fark eder. Ortamda o kadar çok “evli” çift var ki ben bile bekar değilim artık. Ya da… o kadar evliler ki daha da bekar oluyorum. Zoe, Faces, Mono… Yedi kız başlayıp üç çift artı ben bitirdiğimiz gece. Eğlenmek için içmemizin bile yetmeyebildiğini fark ettiğimiz gece. Ne beylerle ne beylersiz ama daha ziyade beylersiz olmuyor, gecenin anlam ve ehemmiyeti buna döndü. Oysa bu, anlı şanlı bir bekarlığa yaraşır bir veda olmalıydı. Geç kalmışız. O bekarlık çok uzaklarda şimdi. Ancak beyini görünce gülen yüzlerimizi tanımakta güçlük çekiyoruz.

Kapıda kimlik de sormuyorlar artık. Henüz yaşlanmadığımı anlamamın tek yolu içkilerin “bana özel” fiyatları olması mı kaldı yani? Ya da ikram shot’lar… Bu mudur?

Etrafımıza bakıp bizden genç insanlar görmek ve buna şaşırmak ne kadar saçma. Bizden sonra da insanlar doğdu. Geceleri dışarı çıkıp içip dans edecek yaşa geldiler. Bizim ağabeyler ablalar nereye gittiler? Kaç yaşında bunlar, 20-21 mi?

Bu günlerin geri gelmeyeceğini biliyorduk, söylemişlerdi ama anlamamıştık, anlamamışız. Ne ara 26-27 olduk? Anlı şanlı bekarlığımız ne ara bu melankolik yalnızlığa evrildi? "Çıtaları kaldırırdık, çıtırlara on basardık, uzun uzun anlatırdık, espriler patlatırdık"… ne oldu şimdi, bu ne hal? Bu ne hal? Ne var ki halimizde, hala yirmi bir şeyiz… yüz ifademiz öyle söylemiyor sadece. Ne söylediğini söyleyeyim: “Bir adam buldum, beni en az yoracak, en az üzecek adam bu, o yüzden altına imzamı atıyorum” ya da “bir adam bulup ona durulmalıyım, huzur bulmalıyım, sevilmeliyim”. Bar kalabalığını yarıp geçerek ilerlemeye çalışan yorgun bakışlarda okuduğum bu. Erken dönem yirmi bir şeyler ise sahaya yeni çıktılar, her şey yeni başlıyor. Birine yanaşıp “sandığın kadar uzun sürmeyecek, tadını çıkar” demek istiyorum. Uyandığın zaman yanında birini görmemek değil görmek isteyeceksin ve aklına ilk gelen şey sarılmak olacak.

Güç savaşlarında avantajlıyız yalnız. Gentrification’a pabuç bırakmayız. Adını ne ara gentrification koyduk hatırlamıyorum bile. Muhtemelen urban aldığımız senedir. Barda seni ittiren kızın kendine yer açma çabasına bu adı veriyoruz. Başarılı olduğu durumlarda masa bile kapabilir. Kaparız. Öne sızmak, yer bulmak, alan genişletmek… yaşlanmak insana bir şey katıyorsa tecrübeden başka bir şey olamaz o. İki tane yirmiliğe alanımızı kaptıracak kadar ölmedik daha. İri yarı adamları bile dirsekleyip onlara çemkirecek kadar gücümüz kuvvetimiz yerinde. Dün gerçekten tehlikeli bir takımdık. Kavga çıkarmaya yer arıyorduk. “Biraz içelim de öyle kavga çıkaralım, sarhoştuk deriz”. Aklıma gelen en parlak fikir buydu. İlginçtir ki öyle bir şey olmadı. Dalsak, gelip geçerken yazanlara dalardık. Onları bile “güzel olduğu kadar küstah” bakışlarımızla “hadi canım, bekleme yapma devam et” diyerek geçiştirdik. Eğlencesine bile uğraşmadık. “Daha bir şey içmedik, hep ondan”. Açıklamamız bu mu?

Hepimiz hala bomba gibiyiz. Çoğumuz akademisyen olacak. Zeki, güzel ve güçlüyüz. Dünya hala avucumuzun içinde dönüyor. Avucumuzun içinde ama dönüyor mu; dönüyor ama avucumuzun içinde mi? Saçma sapan sorular dolanıyor aklımızda. Ne olacak, nasıl olacak…

Ertesi sabahlar ayılmamız git gide güçleşiyor. Midemizden şikayet ediyoruz. Misal, tekila benim mideme dokunuyor ama bir şişe sex on the beach için sıkı pazarlık ederim, o ayrı. Çernobil’i, duvarın yıkılmasını, Körfez Savaşı’nı gördük. Makarena’nın hareketlerini ve Maria’nın un do stres umpassi gobalante maria, un do stres umpassi gobatra sözlerini ezbere biliriz. Yani bir süredir buralardayız. 

Yakın bir zamana kadar yaşlanmayı akıllanmak sanıyordum. Hayır, başka bir şey. Akıllanmak değil. Artık o her neyse o değil. Otuzumda bundan daha akıllı olacağımı sanmıyorum. Daha yorgun ve bezmiş olacağım muhtemelen. Bitse de gitsek diye hayat mı yaşanır? O kadarı benim şahsi aptallığım, biliyorum ama anlamak çözmeye yetmiyor. Neyi çözemediğim bile muamma ama çözümü barda bulmayacağım muhakkak.



8 Nisan 2011 Cuma

Victor Victoria

Hipokrat yemini sırasında okulu kıran doktor tavsiyesi alırsan böyle olur. "Ben senin sınırını biliyorum, üç fırt otlanma hakkın var". "Çok et yersen kolon kanseri olursun, bir çöp şiş daha söyleyelim mi?". "Bari 50'lik alsaydık, ikişer duble çıkıyor bundan". "Uyku hapı alacağına içki içsene"... Aah bu çarpıntı beni öldürecek. 
Hem Nişantaşı'nda, hem de alışveriş merkezinde festival filmine mi gidilirmiş kuzum! Sinema salonu olması bile saçma. Emek'i Alkazar'ı kapatsınlar, biz de alışveriş merkezlerinde film izleyelim. Oh ne âlâ memleket! (Âlâ demişken allahım o ne güzel rakıdır öyle...)

Ama hayır, o kadar güzel bir film izledik ki söylenmeyeceğim: Victor Victoria1934 Paris'inde geçen bir müzikal komedi. O kadar 60'lar havası var ki 1982 yapımı olduğuna inanmak çok zor. Blake Edwards'ın yönettiği filmde Julie Andrews, James Garner ve şarap familyasından Robert Preston baş rollerde. Blake Edwards aynı zamanda Breakfast at Tiffany's'in de yönetmeni ve Julie Andrews'un eşi. Andrews filmde kadın taklidi yapan bir erkeğin taklidini yapan bir kadını, Preston ise gay bir adamı canlandırıyor. Türüne göre verdiği mesaj epey ciddi sayılır. Aslında bir mesajı olması bile olağan dışı. Bunu yazarken hala dönüp dönüp imdb'ye bakıyorum, gerçekten '82 yapımı mı diye. Benim gibi Fred Astaire-Ginger Rogers aleminde yaşayan insanlar için bulunmaz nimet. 
Mesaj dedim de yönetmen çekimler esnasında kendini sağlama alıp senaryoyu biraz yumuşatmış. Ne de olsa cinsiyetler ötesi aşk bugün için bile ağır sayılır. Andrews, filmin başından itibaren -senaryo değil gerçek olan- hamamböceği korkusuyla göz kırpıp durduğu ataerkil hegemonyaya filmin sonunda pabuç bırakıp çekiyor topukluları ama olsun. Bir filme o kadar da yüklenmemek lazım. "Aşk mı iş mi? Hmm, iş." Kimi kandırıyoruz? Gene de film boyunca ortalıkta Marlene Dietrich gibi salınmasını izlemek müthiş keyifliydi. Bir keresinde Zeliha Berksoy'u Marlene rolünde izlemiştim tiyatroda, o da inanılmazdı. Bu böyle olmayacak, ben bir Marlene izleyeyim, özlemişim. 

Tam da en yakınımdaki gay'ler üstünden gay'lik üzerine düşünürken bu film cuk oturdu. Hepimizin özünde biseksüel olduğunu düşünüyor, hatta cinsiyetlere inanmadığımı sanıyordum. Sanırım bu o kadar kolay değil. Böyle düşünmek hala bir ideal, en azından benim için. Bazı insanların cinsiyetinden emin olamamanın rahatsızlık verdiğini kabullenmek çok utanç verici. Aradığım o kadar saçma bir netlik ki aslında. Orjinal senaryodaki bir James Garner kadar olamadım, yuh olsun bana.
Arkadaşımlayken "rolleri" değişmek eğlenceli oluyor. Halihazırda var olan dominantlığım şekil değiştirip erkeksileşiyor. Çöp şişi çekilmemiş almanın, ekstra soğan söylemenin, kolu yan sandalyenin sırtına koymanın ya da sipariş vermenin erkeksi kabul edilmesi baştan saçma aslında. Hesap bana gelirse çok gülecektik ama ona gelirse doğal karşılayacaktık. Her şey güç ilişkilerinden müteşekkildir, tamam ama bu bazı şeyleri saçma bulmamı engellemiyor. Bir erkeğe üşüdüyse ceketimi alabileceğini söylemeyi komik bulmuyorum. Üşümek üşümektir, kimin üşüdüğü ne fark eder. Kimse üşümesin işte. 
Ayrımcılık daha cinsiyetleri ayırmakla başlıyor kuzum. Çok banal.




Şimdi Julie Andrews'dan Le Jazz Hot'ı yeniden dinlerken Some Like It Hot geldi aklıma. Marilyn Monroe sahilde Tony Curtis'e kur yapmaya çalışırken cazı ne kadar sevdiğini ve "hot" bulduğunu söyler ama Tony Curtis pas vermez ve "Some like it hot" diye burun kıvırarak kendisinin klasik müzik sevdiğini belirtir. Muhteşem Shell espirisinden hemen önce ya da hemen sonra. Fakat şüphesiz ki 1959 yapımı bu komedinin Victor Victoria'yla çok daha açık olan bağlantısı, ilkinin finalinde -film boyunca kadın kılığında izlediğimiz- Jack Lemmon'ın peruğunu çıkartarak erkek olduğunu ilan etmesinin, nişanlandığı adamı hiç enterese etmemesidir: "Well, nobody's perfect!" O zaman... Through With Love.  

Hayatımız ve Buz Sesi

Bugün iki filmimiz vardı: Hayatımız ve Buz Sesi. İlki arkadaşımın seçimi, ikincisi ortak seçimimiz. Mutsuz bir gün sayılmazdı. Daha önce hiç bu kadar kalabalık görmediğim Haco Pulo'da birer çay içmek bile iyi geldi. Beyoğlu'ndayken mahallemdeymiş, evimdeymiş gibi hissetmeyi seviyorum. Gibi değil de öyleyim aslında. Fırsat oldu (tez) tarihini bile araştırmış oldum. Ne yangınlar, ne yıkımlar... küllerinden doğan bir semt. Her binasına o gözle bakıyorum artık: "O yangından önce mi sonra mı acaba?" Ya şu yeni Demirören'e ne demeli? AVM ne arar la Beyoğlu'nda?!
2010 yapımı La Nostra Vita'nın yönetmeni Daniele Luchetti. Filmin festival kitapçığındaki tanımıyla pek hemfikir değilim: Ne Ken Loach ne de işçi sınıfı filmi. Filmin ilk dörtte üçü boyunca arkadaşıma nasıl da çemkireceğimi düşündüm, son dörtte birinde akan rimelimi silmekle meşguldüm. Ağlayacak bir şey olduğundan değil aslında... dünkü filmin etkisinden çıkamadığımdan bile olabilir. Ne de olsa Another Year'ın Mary'siyle Hayatımız'ın kahramanı taban tabana zıt hayatlar yaşıyor. İzlenebilir, sevilebilir. Ben uzunca müddet seveceğimi zannetmiyordum. Hala da emin değilim.
Buz Sesi'ni çok daha fazla sevdiğim kesin. 2010 Fransa yapımı. Kabul ediyorum, basit Fransızca sözleri ve alt yazıları anladığım için fazladan keyif almış olabilirim ama o kadarı da yanıma kâr kalsın bir zahmet. Film, bir yazar ve ona musallat olan kanseri hakkında. Kişileştirilmiş bir kanserden bahsediyoruz: "Abi naber, ben senin kanserinim" gibi bir şeyden. Bu kadar iyisini beklemiyordum açıkçası. Gene de çok iyi demem ama beklentilerim çok daha düşüktü. Sinemadan ziyade bir tiyatro oyununa yaraşacağına inanıyordum senaryonun. Hala öyle düşünüyorum ama izlediğim filmden de memnunum. 
Kanseriniz sizin gibi bir insan olsa nasıl konuşurdunuz onunla? Bir kadeh şarap ikram eder miydiniz mesela? Ya da "sağlığına!" der miydiniz içerken? 
Gene en ön sıradan fakat gene gıkım çıkmadı. "Kolay mutlu olmuyorsun" diyenler utansın! Boynumun tutulmasına, hatta bitişte sevdiğim acıklı bir şarkının çalmasına bile değil de... buruldum işte, yüzüm düştü. Film öncesinde, esnasında ve sonrasında kanserden yeni kaybettiğimiz hocamı düşündüğüm için olabilir. Çok düşündüm, anlatmam kâbil değil. Yazmam hiç değil. Akabindeki çöp şiş ve rakı iyi gelmedi dersem yalan olur ama... hiçbir şey hiç kimseyi geri getirmiyor, öyle değil mi? Ölümü ölümle kandırmayı hep düşünmüşümdür fakat bizim yaptığımıza daha ziyade ölümü içkiyle kandırmak denir. O da salt kendimizi kandırmak değilse ne...
Le Bruit Des Glaçons'u tavsiye ediyorum, izleyiniz. Kanserden mustarip yahut kaybettiğiniz kimse var ise inadına izleyiniz, ben yaptım, koyuyor koymasına fakat... ben mi çok İznikliyim bilmem, gülüyorum ağlanacak hallere. Yapacak birşey yoksa elden ne gelir bilmiyorum. 
Yarın sabah 11:00 var gene. O yüzden bir an evvel almalıyım şu hapı. Marilyn Monroe hep aklımda. 

7 Nisan 2011 Perşembe

Üç Film Üç Bira

Aslında gün çok güzel başladı. 
İşsizliğin iyi bir yanını buldum: filmlerin sabah seansları. İşsiz fakat tam da parasız olmayınca tabi, yoksa ne filmi. Peki bütün 11 seansları mı tıklım tıkış olur? Bu nasıl bir katılım.
Sabahın 9'unda 10'unda kim evinden kalkıp Taksim'e gider ki Some Like It Hot'ı izleyeceğim diye?! Tek manyak ben değilmişim. 
Uykum bu kadar kıymetli, koltuğum en ön sırada olduğu halde gıkım çıkmadı. Öyle bir mutluluk. Hakkında uzun uzun yazarım diye düşündüm. İranlı yönetmeni evvelden bilmemek içime oturdu ama burası benim alanım, işte bu dönemi bu insanları biliyorum. Bu şarkılar, bu kıyafetler, bu göndermeler...hepsine vakıf ve hepsine aşığım. 
Çıkışta keyiften iki yana yayılan suratımı alıp Beyoğlu'nda dolaştırdım biraz. İkinci filme kadar vaktim vardı. Makul bir saate kadar kahvemi içip kitabımı okuyarak oyalandım. Sonra attım kendimi Fabrika'ya. Bir ellilik alayım, teşekkürler. Festival yoldaşım gelene kadar okumaya devam ettim. 
Kahve- Gerçekle Hayal Arasında diye bir filme gittik. İsrailli ve Filistinli öğrenci yönetmenlerin kahveden esinlendikleri kısa filmlerinden oluşuyor. Bazıları iyi, bazıları meh. Ben seçtiğim için çok da toz kondurmadım ama beklentilerim daha yüksekti. Gene de kondurmayacağım.
İkinci filmle üçüncü film arasında da bir bira molası. Bu sefer kitabımın yerini arkadaşım almış, aramıza patates kızartması da katılmış. Tuz alabilir miyiz?
Üçüncü film beni bitirdi. Hiç beklemiyordum. Fotoğrafta yaşlı insanlar var, demek ki ölecekler, ben de gene aptal aptal ağlayacağım diyordum en fazla. Ölümden beter koydu film. Beşinci mi onuncu mu dakikada asla yapmayacağım şeyi yapıp filmden çıkmak istedim. Görmek istemiyorum, işkence gibi. En son Saving Private Ryan'ı sinemada izlerken böyle hissetmiştim: Çıkarın beni buradan, gitmek istiyorum. İlerleyen dakikalarda biralar da katıldı bana, onlar da çıkıp gitmek istiyordu ama ne onlar ne de ben başarabildik. 
Filmin adı Another Year. Ömrümüzden Bir Sene diye çevirmişler. Uzun uzun bahsetmek isterdim ama içim kaldırmayacak şu an. Acım çok taze. Tavsiye etmekle yetinebilirim sadece. Herkesi bu kadar etkilemeyebilir tabi. Misal, arkadaşım zerre tınmamıştı çıktığımızda. Ben ise dokunsalar ağlayacaktım. Hatta rakı içelim diye tutturdum ama gene biraya talim ettik. Ne birası be abi... ben bu filmin üzerine bar taburesine kurulur, barmene de "bana bir balyoz hazırlar mısınız?" derdim. Muhtemelen önden tekila shot ikramı gelirdi filan, öyle bir hal. Ne birası.
İçimden hayat çekildi resmen, bugün bir şey yazamayacağım dedim ama bu da yazmak sayılmaz zaten. Kendim için kaydını tutuyorum gibi daha çok. "Üç festival filmine birden gittiğim gün" gibi bir not düşme tarihe. Üç film üç bira. 
Filmin etkisini üstümden atınca hakkında yazmayı düşünüyorum. Nasıl olsa 10 Haziran'da gösterime girecekmiş burada. Çok var daha. Gerçi nasıl yazabilirim ki bunu? Çok utanç verici. Belki de en iyisi unutmak, unutturmak. Belki nokta atışından ziyade uyarı ateşi. Getirebileceğim en iyimser yaklaşım bu. 
Filmden bahsetmeden üstüne konuşmak çok itici olduğu için araba reklamından arakladığım şarkıyı paylaşmanın tam zamanıdır. Çok eğlenceli geldi bana. 


5 Nisan 2011 Salı

Juan Azapta Gerek


Dün Atlas’ta bir Danimarka filmine gittim. Neden bilmiyorum, belki Atlas Pasajı gibi geçmişime dair oldukları için Alkazar’ı ve Emek’i özledim Atlas’a gidince. Issız Adam’ın orada çekilen sahnesi bile gelmedi aklıma. Aman bana mı ıssız kuzum, yanmışım sönmüşüm ben allasen.

Opera yönetmeni Kasper Holten’ın yönettiği Juan (2010), Mozart’ın Don Giovanni’sinin modern versiyonu. Yani bütün film bir modern zaman operası. Biri bas bas bağırıyor (opera? bağırmak? neyyyse...) “fuuuck, şimdi yan bastııık!” diye, öteki bariton “shit shit shit shit shiiiit” diye panikliyor. Fonda Budapeşte olduğu için ana avrat düz gitseler de opera atmosferinden çıkılması pek mümkün değil. Arya formundaki gündelik konuşmalar bazen insanı güldürüyor ama oralarda bunun zaten beklendiği aşikar.

Doğrusu bu konularda biraz muhafazakarım. Bu tip klasikleşmiş eserlerin hafifletilip gülünçleştirilerek tüketime arz edilmesinden pek hoşlanmıyorum. Biraz ihanet, biraz saygısızlık gibi geliyor (misal, cover’lardan da oldum olası hazzetmem). Oysa Juan’da şehir, oyuncular ve yönetmen öyle bir araya gelmiş ki dram elementi gözden yitmemiş. Juan’ı canlandıran bariton Christopher Maltman Don Juan'ın hakkını vermiş doğrusu ama gene de şöyle gözünde daha piç pırıltısı olan bir oyuncu seçilemez miydi diye düşünmeden edemedim. Binlerce kadını tavlayıp yüz üstü bırakıyor, tamam anladık ama nasıl? Yakışıklılık, çekicilik, karizmatiklik…eyvallah hepsi var adamımızda ama malum, bu ayrı bir müessese. Neyse ben taktım gene gözdeki pırıltıya. Neticede ömrümden 1.5 saat çalınmış gibi hissetmedim. Bilakis, şu operanın orijinali olsa da yesek dedim ama…


Ve bu sabah nihayet film festivali yoldaşımla vuslata erip filme gittik. Benim seçtiğim bir film değil, hatta benim bilgim dışında alınmış ve hem de sabah 11’de. İyi dedim, inisiyatif candır, hep ben mi dominantlık edeceğim. Belgesel olduğunu fark edince biraz söylenecek oldum, yarın sabahki 11 seansımı hatırlattı hemen. O başka, o Some Like It Hot. Toplamda kaçıncı bilmiyorum ama sinemada ikinci görüşüm olacak bu. İsterse sabah 8’e koysunlar, kalkar yine gider izlerim. Alt tarafı bir zamanlama hatası yüzünden, sevdiğim filmleri sinemada izleme zevkimden mahrum kalmaya isyanım var. Misal geçen sene, ‘66 yapımı Ah Güzel İstanbul’u beyaz perdede izlerken kendimi nasıl tuttum da mutluluktan ağlamadım bilmiyorum. Varsın “salak mıdır nedir” desinler. Görüntü kayınca “makinist!” diye bağırmak bile güzeldi. Kocca perdede kocca Sadri Alışık…rüya gibi.

Bu sabahki filmimiz, NTV Belgesel Kuşağı kapsamında gösterilen Ekonomanyak’tı. Orijinal adı Freakonomics. 2010 Amerikan yapımı. Film, ekonomist Steven D. Levitt ve yazar Stephen J. Dubner’ın aynı adlı çoksatar kitabından uyarlanmış. Tek yönetmen yok, belgesel sinemanın ünlü yönetmenleri bir araya gelmiş. “Her şeyin gizli yanını” ifşa edeceğiz iddiasından ilkin biraz işkillendim açıkçası. Michael Moore’la Zeitgeist arası bir şey görmeye hazırladım kendimi. Öyle olmadı. Mütevazı, eğlenceli, insana aptal ya da kör cahil muamelesi etmeden de bir şeyler söyleyebilen bir film olmuş. Ha tabi bu öyle çok acayip şeyler söylemediği için de olabilir ama keyifle ve “hmm, hadi ya” gibi iç sesler eşliğinde izledim filmi.

İnsanın ismiyle suça yatkınlığı arasındaki korelasyon, sumo güreşlerinde dönen şikeler, 90’larda artması beklenirken düşen suç oranlarının kürtajla bağlantısı ve çocuklara ders çalışmaları için rüşvet vererek okulda başarılı olmalarının sağlanıp sağlanamayacağı gibi konu başlıkları var. Son konu başlığı beni ziyadesiyle rahatsız etti, isimle suç arasındaki korelasyondan varacakları sonucu tahmin etmek ise zor değildi ama annelerin ancak hazır olunca çocuk sahibi olmalarının suçu önleyici bir unsur olduğunu görmek ilgimi çekmedi dersem yalan olur. Salondan çıktığımda ise aklımda iki şey vardı: “Honne/Tatemae’ı araştırmalıyım” ve “It’s a Wonderful Life’ı izlemeliyim”. Kitabı okumak aklıma şöyle bir uğradı ama çok kalmadı. Gene de bu 1.5 saatlik belgesel filmi izlemenin kayıp sayılmayacağını söyleyebilirim.


Böyle bitirince de sinema yazısı gibi oldu değil mi? Oysa yanından bile geçmiyor belli ki. Kırk yılın başı insan içine karıştım ya şöyleydi böyleydi diye anlatıyorum işte. Yarın iki filmimiz var ama ondan önce bazıları sarışın sever, ben eski severim. 

4 Nisan 2011 Pazartesi

Penahi'nin Ayna'sı


Lâf-ü güzâf kesmedi, bir de sine qua non diye ekledim. Öyle ya, tıpkı Her Boku Bilen Adam’ın her boku bilmesi gibi benim naçiz blogum da olmazsa olmaz! Lakin sıkıldım bu kuru gürültüden, İstanbul Film Festivali vesilesiyle biraz ara verip dişe dokunur şeyler yazmaya çalışacağım. Bugüne kadar yazdıklarım elbette ki o veya bu şekilde insana dair olmaları dolayısıyla asla önemsiz sayılamaz. Gündüz düşlerim insana, özelde de bana dair. Gündelik hayatın sıradanlığına bir reverans. Aynı bugünkü film gibi.

Babamın sinemaya merakı sayesinde küçüklüğümden beri sinemadan hiçbir zaman fazla uzağa düşmedim. Gene de bugün bir ara –belki de ilk defa bir maraton gibi deneyimleyeceğim için- daha önce hiç film festivalinde film izlememiş kadar heyecanlıydım. Evden çıkarken karşılaştığımızda nereye gittiğimi soran komşumun kimseyle buluşmayacağımı, sinemaya tek başıma gideceğimi duyduğundaki surat ifadesi bile bozmadı keyfimi. Hem belki alınganlık ediyorum, hem de çok uzun sürmeyecek ki bu; benim de bir film festivali yoldaşım var. Bugünkü film seçimimin ilgisini çekmediği bir yoldaş ama olsun.

Bugün, İranlı yönetmen Cafer Penahi’nin (Jafar Panahi) yazıp yönettiği 1997 yapımı, 80 dakikalık bir filme gittim. Orijinal adı Ayneh yani Ayna. Film, bir ilkokulun dağılmasıyla başlıyor. Ciyak ciyak bağırarak sokağa sökün eden bir sürü cüce görüyoruz. Küçükler beyaz, büyükler lacivert baş örtülü. Çok geçmeden ilkokul boşalıyor ama daha birinci sınıfa giden ve sol kolu alçıdaki Mina’yı annesi almaya gelmiyor. Bekliyor, bekliyor ve en sonunda sıkılıp eyleme geçiyor. Evinin adresini tam bilmediği halde düşüyor yollara. İnatçı, azimli, akıllı. Evinin yolunu bulabilmek için küçük bir mücadele veriyor hatta Tahran’ı birbirine katıyor dense yeri.


Filmin, buraya kadar ilgisini çekemedikleri için bir sürprizi var, bir kırılma noktası. Otobüsün içinde çekilen bir sahnede Mina, o ana kadar ustaca kaçırdığı gözlerini kameraya dikip “ben artık oynamak istemiyorum, kapıyı açın, inmek istiyorum” diye bağırıyor. İşte o zaman kameranın arkasındaki Penahi’yi ve çaresiz film ekibini görüyoruz. Otobüsün kapısı açılıyor, Mina hırsla çıkıp kaldırıma oturuyor ve kostümünden kurtulmaya koyuluyor. Herkes onu neyin bu kadar kızdırdığına anlam vermeye çalışadursun, setteki halası bile dönmesi için ikna edemiyor. Film, Mina için, posta koyduğu o sahnede sahiden bitiyor ama Penahi, Mina’yla hemfikir değil. Film devam ediyor.

O küçük kız bunu nasıl başarmış bilmiyorum ama şımarık değil sadece inatçı olduğunu düşündürtüyor insana. Filmin bundan sonrasında, kendisini takip eden ekipten kurtulduğu düşüncesi fakat üstündeki mikrofonla bir başına düşüyor Tahran yollarına. Yol dediysem, tam bir keşmekeş. O noktada bir etik sorgulamaya girişmedim dersem yalan olur. Aklıma, çocuk oyuncusuna ağlaması için sahiden tokat atan Yılmaz Güney bile geldi. O bacak kadar kız film boyunca sahiden de epey tehlike atlatıyor. Film ekibi peşinde ama araba çarpmaması tamamen mucize. Gerçi bu küçük kadından korkulur, öyle bir şey olsa kalkıp bir posta da ona çarpan adama koyardı. Adamı araba kullandığına kullanacağına pişman ederdi alimallah!


Kamera, sürekli ilerleyen Mina’yı uzaktan izlerken net bir şekilde ayrımına varabildiğimiz üç ses duyuyoruz: küçük kızın pıtır pıtır ayak sesleri, pek de kulak okşamayan ses tonu ve bir kentin ritmi. Üstünde “unutulmuş” olan mikrofon, küçük bir ajan gibi girdiği bütün diyalogları ve kendini içinde bulduğu bütün o “gürültü”yü alıp izleyiciye taşıyor. Bir sokak satıcısının etrafını saran kalabalığa karıştığında satıcıyı dinliyoruz mesela, ya da binecek gibi olup binmediği takside İbrahim Tatlıses çaldığını fark ediyoruz. Bir kent ve sakinleri, kendilerine “çeki düzen verme” fırsatı tanınmaksızın kayda alınıyor. Filmin yoğun bir şekilde verdiği içindenlik hissi, salt bir İranlının İran’ı anlatıyor olmasıyla kesinlikle açıklanamaz. En azından beni filmin, hikayenin, kentin içine çeken Penahi’nin asla uyruğuna indirgenemeyecek gözü oldu. Kendi gözlerimden gördüğüm hikayeyi anlatabilmem için uygun dilin sosyoloji değil de sinema olabileceğini bile düşündüm. Benim gördüklerim aynaya nasıl yansırdı kim bilir. Elbette ki ben dahil bunu kimse bilemeyecek. Neyse ki bu öyle çok da büyük bir trajedi sayılmaz.

Asıl trajedi, Cafer Penahi’ye rejim karşıtlığı suçlamasıyla 6 yıl hapis ve 20 yıl boyunca yazmama, yönetmeme, yapımcılık yapmama, yurt dışına çıkmama ve yerli-yabancı basına açıklama yapmama cezası verilmiş olması. 11 Temmuz 1960, Azerbaycan doğumlu yönetmenle ilgili Wikipedia sayfasındaki künyesinde hakkındaki suçlama, aldığı ceza ve tutukluluk durumu da yer alıyor. Dahası yönetmen zaten “sabıkalı”: 2009’da Nida’nın mezarına karanfil bırakmak isteyince bir kere tutuklanmış ama “akıllanmamış”. O her şeye rağmen savunmasında “ben İranlıyım ve İran’da kalacağım” dese de rejim kendisini bir kere milli güvenlik sorunu bellemiş ve adama kendi memleketinde rahat nefes aldıracağa da benzemiyor. Uluslararası sinema camiası Penahi’ye hak ettiği değeri veriyor ve özgürlüğüne kavuşması için bas bas bağırıyor olsa da bu seslerin Ahmedinejad’a ulaşmadığı çok açık. Dahası, bu adamın başına ne gelmiş diye merak edip araştırırken okuduklarım bana hiç yabancı gelmedi. Bizimkinden çok ayrı bir diyarda yaşanıyorlarmış, bizimkinden çok farklı bir gerçekliğe dairlermiş hissine kapılmadım.

Benimle aynı dili konuştuğunu hissettiğim, dolayısıyla kendime yakın bulduğum son yönetmen Angelopoulos olmuştu. Akılalmaz cehaletim neticesinde ancak bugün tanışabildiğim Cafer Penahi ikinci “suç ortağı” oldu gözümün kadrajına. Bugünden itibaren Dayereh (2000), Badkonade sefid (1995) ve Offside (2006) gibi diğer filmlerinin de peşindeyim. Geç olsun güç olmasın. Tavsiye ederim. 

3 Nisan 2011 Pazar

"Zulüm Korkudur"

Yaşar Kemal’in Çağdaş Gazeteciler Derneği tarafından “Özel Onur Ödülü”ne layık görülmesi üzerine 28 Mart akşamı yapılan ödül töreni için hazırladığı konuşma metni:


Beni bu ödülle onurlandırdığınız için teşekkür ederim.  Bugün sizinle birlikte olamadığım için üzülüyorum.  Yine de,  fırsat buldukça birçok yerde söylediğim, yazdığım düşüncelerle karşınızdayım.
1952 yılının son günlerinde Aşık Veysel’i görmeye gitmiştim, köyüne.  Tam dönecekken büyük bir deprem haberi geldi, 3 Ocak 1952, Erzurum, Hasankale yerle bir olmuş.  Yakında olduğum için ilk giden gazeteci ben oldum. Çok büyük acılar yaşanıyordu.  Depremden sağ çıkanlar eksi 30 derecede incecik çadırlarda yaşam savaşı verirken çoğu ‘keşke ölseydik, bu halimizden daha iyi olurdu’ diyordu.  Taş kesilmiş insanlar, donmuş toprak, gömülemeyen ölüler ve bilen bilir anlatılmaz bir koku…  Sakıp Hatunoğlu adında bir arkadaşla birlikte dolaşıyorduk. Bir donmuş bebek gördük, yaşıyor gibiydi.  Ben röportajları aktarıyorum telefonla, gazete filan gördüğümüz yok.  Günler sonra elimize gazete geçti, benim röportajda o bebeği anlatmışım.  Okurken önce arkadaşım ağlamaya başladı, sonra ben… O gün bir kez daha anladım sözün gücünü. 
Basının gücü sözün gücüdür.  Onun için de basın her zaman büyük baskı altında kalmıştır. Ya­zar­la­rı, ga­ze­te­ci­le­ri, ga­ze­te­le­ri sa­tın al­ma o ba­tan Os­man­lı­dan kal­ma bir ge­le­nek­tir. Da­ha da yo­ğun­la­şa­rak sü­rü­yor.
Her darbe döneminde ki­mi gör­sem, ki­min­le ko­nuş­sam, “İyi yap­mı­yor­sun,” derlerdi. “Bu­gün­ler­de ya­zı ya­zı­lır mı, söz söy­le­nir mi? Azı­cık sab­ret ca­nım, ne olu­yor­sun? Sa­na ya­zık de­ğil mi? Son­ra, ne ya­za­cak­sın bu ko­şul­lar al­tın­da, ne­yi na­sıl söy­le­ye­cek­sin? Hay­di sen söy­le­din, ça­lış­tı­ğın ga­ze­te ko­ya­bi­le­cek mi? Ça­lış­tı­ğın ga­ze­te ka­pa­tıl­ma­yı, eko­no­mik bas­kı­la­rı gö­ze ala­bi­le­cek mi? Ya ga­ze­te­de ça­lı­şan­lar ne di­ye­cek­ler, ga­ze­te ka­pa­tı­lıp on­lar iş­siz ka­lın­ca, yüz­le­ri­ne na­sıl ba­ka­cak­sın?”
Biz­de ba­sın­dan ge­re­ğin­den faz­la kor­ku­lu­yor. Ba­sın da ken­di­sin­den kor­ku­yor. O da ken­di ken­di­ni eleş­ti­re­mi­yor.  Ga­ze­te­ci­li­k bir ya­ra­tı­cı­lıktır.  Ga­ze­te, oku­yu­cu­su­nu ken­di ye­tiş­ti­rir. Po­li­ti­ka­ bir de­di­ko­du are­na­sı­na dönerse, gazeteler de ge­ce gün­düz ay­nı ki­şi­le­rin ay­nı tür söz­le­ri­ni, de­di­ko­du­la­rı­nı, küfürlerini yazar,  bol üstsüz, bol bol ilanla ga­ze­te ye­ri­ne cın­cık bon­cuk verirse mil­le­ti ca­nın­dan bık­tırır.
Ga­ze­te ha­ber ve­rir. Ga­ze­te öğ­re­tir.  Ga­ze­te oku­yu­cu­nun nab­zı­na gö­re şer­bet ver­mez. Ga­ze­te oku­yu­cu­la­rı­nı kış­kırt­maz. Kol gi­bi harf­ler­le man­şet­ler ve­re­rek, bir spor kar­şı­laş­ma­sı­nı en bü­yük ulu­sal olay du­ru­mu­na so­k­maz. Kürt so­ru­nu gi­bi bü­yük ulu­sal so­run­lar­la oy­na­maz.  Doğa kırımı gibi ül­ke­nin ge­le­ce­ğiy­le il­gi­li ko­nu­lar­da ger­çek­le­ri sap­tı­r­maz.  
Basın zanaat değil sanattır, yaratıcılıktır, dirençtir. Basın hiç bir çıkarın yanında olmamalıdır, kendi çıkarı olsa bile.  İşte basının özgür olması budur.
Öz­gür­lük dü­şün­ce­si sı­nır­sız­dır. Basın, dünyamızdaki pek çok kötülüğün bilinmesini, duyulmasını sağlayarak önemli savaşımlar vermiştir,  kahramanlar yetiştirmiştir. 
Dü­şün­cey­le uğ­raş­mak, dü­şün­ce­ye önem ver­mek bas­kı­cı dü­zen­ler­de her in­sa­nın ba­şı­nı be­la­ya so­ku­yor­. Bu­gü­ne ka­dar ba­sın şöy­le bir do­ya­sı­ya öz­gür­lük yü­zü gö­re­me­di. Hep bas­kı, hep bas­kı, hep sa­tın al­ma… İşte bugünlere geldik.
Ha­ni es­ki­den bir güç var­dı, ona ile­ri­ci güç di­yor­duk ya hepimiz ka­ran­lık bir du­va­rın önü­ne gel­dik ba­şı­mı­zı son hız­la vur­mak üzereyiz. Yargı mekanizması adalet yerine öfke ve korku kaynağı olursa işte bir ülke böyle olur.
Ha­pi­sa­ne kö­tü­dür, ölüm gi­bi. Bi­lin­ci­ne va­rın­ca, düz­le­şir, ola­ğan­la­şır. İn­san so­yu­nu zu­lüm ka­dar hiç­bir şey küçültmez. Ne der­ler, zul­mün art­sın ki tez ze­val bu­la­sın… Zu­lüm aşa­ğı­lık, in­san­lık dı­şı bir şey­dir, ölüm­den de be­ter­dir. Bi­lin­ci­ne va­rın­ca ola­ğan­la­şır. Hep­sin­den be­te­ri de in­san so­yu­nun ya­ka­sı­na ya­pış­mış kor­ku­dur. İn­san korkusunun üstüne yürüdükçe, kor­ku aza­lır, gü­cü­nü yi­ti­rir, in­san so­yu kor­ku­da çü­rü­me­z.  Zu­lüm zu­lüm de­ğil­dir as­lın­da, zu­lüm kor­ku­dur. Her şe­yin te­me­li, be­te­ri kor­ku­dur.
Di­yo­rum ki, kor­kul­ma­sın, bu­gün­kü, bu ge­lip ge­çi­ci du­ru­ma ba­kıp umut­suz­lu­ğa düş­me­nin bir ge­re­ği yok…
Bugün hapisanelerde, mahkeme kapılarında veya mahkeme kapılarına gitmeyi beklerken mesleğinin ve insanlık onurunun hakkını verenler var.  Onlar ve onların hakları için omuz omuza yürüyen,  sesini yükseltenler in­san­lı­ğı­mı­zın da­ha bit­me­di­ği­ni, vur­dum­duy­maz­lı­ğı­mı­zın bi­zi öl­dü­rü­cü ha­le ge­tir­me­di­ği­ni ka­nıt­lı­yorlar.
İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır.  Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya demokrasi ya hiç…  Ve Türkiye ‘hiç’e layık değildir.
Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma. Selam olsun, kor­ku­nun üs­tü­ne yü­rü­yen­le­re.  Selam olsun in­san­lık top­tan tü­ken­me­dik­çe umu­du­n da tü­ken­me­ye­ce­ği­ni gös­terenlere.  İn­san so­yu için­de en gü­zel­le­ri, en kut­sa­na­cak olan­la­rı on­lar­dır.