2 Nisan 2011 Cumartesi

Much ado about nothing #14

* Yağmurlu İstanbul. Bunun üstüne bir şey yazmaya lüzum yok. Yağmurlu İstanbul kendini anlatacak kadar güçlü bir imge. O derece kendiliğinden anlamlı ki densizin biri bir anlam daha yüklemeye kalksa taşar. O zaman da yerler batar, her taraf anlam olur. Kim temizleyecek onu? 


* Artık yaklaşımım bu: "Bu nasıl temizlenir?". Çok tasarım mobilya fotoğrafları görüyorum mesela, aklıma gelen tek şey o köşelerin tozunun nasıl alınacağı. Bunun imkansızlığını düşünüp üzülüyorum. Geçen gün otobüsle Körfez'deki bir fabrikanın yanından geçerken "dış cephesi ne kadar tozlanmış" diye içlendim. Yıkayıp paklamak geldi içimden. Öte yandan çamaşır suyuna aşığım. Mümkün olsa yemeğime katacağım. 


* Hayal kırıklığı takdire şayan bir anlatım ama hazır cisimleştirmişken kırıklıktan daha iyisi yapılabilirmiş. Ne bileyim, hayal yıkıntısı ya da hayal enkazı gibi. Kırılan hayalın ikamesi olabilirmiş gibi geliyor çünkü. Oysa kalem ucu değil ki bu, hayal. 


* Boş şeyler yazınca utanıyorum. Ağır şeyleri daha yazmadan utanıyorum, yazmıyorum. Yazmayı bıraksam olmaz, onu da biliyorum. Ne bok yiyeceğimi bilmiyorum.


* Bilim insanları beni incelesin lütfen. Böyle rüya mesaisi olmaz. Düpedüz yoruluyorum, yorgun uyanıyorum. Dün iyice saçmaladı. Skeç gibi onlarca rüya. Hepsinin de ardından bir uyanıyorum. Bir tanesinde Ece ajandama "bunun bir rüya olduğunu biliyorum" yazdım, sarstım kendimi ama gene de uyanamadım. Bir tanesinde avazım çıktığı kadar bağırdım, sesin dışarıya gittiğine de adım gibi eminim, "iyi ki duyacak kimse yok" diye geçirdim içimden. Bir tanesinde merdivenlerden düşüyorum ama trabzanlardan kayarak. Kelalaka bir lise arkadaşım da beni tutmak için çırpınıyor. Elimi uzatıyorum tutsun diye. Düşüyorum, düşüyorum, tam yere çakılacakken yakalıyor. Bir diğerinde ise gece Asmalı'da yürüyoruz ama Asmalı Eminönü'ndeymiş meğersem. Babam arkadaşlarıyla beni bir meyhaneye götürüyor. Yürürken yanından geçtiğimiz bir barın önünde genç Marlon Brando'yu görüyorum. Taş çatlasa otuzlarında. Çaktırmadan babama gösteriyorum. Gösterene kadar "siz gidin, ben birazdan geliyorum" desene akıllım. Madem rüya, git konuş işte. Şaka maka dün baya gözden kaybettim rüyayla gerçek arasındaki çizgiyi. Inception'dan ben etkilenmeyeyim de kimler etkilensin.


* Daha sık insan içine çıkartmalıyım kendimi. En temel becerilerim bile körelmeye yüz tutmuş. "Ayşec. çocuk harbiden yazıyor sana". "Yok abi ne yazması, geyik yapıyor". Hoşlanmadığımdan değil anlamadığımdan insan terslediğim günleri de gördüm ya... Neyse ki "iyi arkadaş olabiliriz aslında"yı yiyecek kadar ölmedim daha. "I think this is the beginning of a beautiful friendship" repliği Louis ve Rick arasında işler ancak. Rick dönüp de Elsa'ya böyle bir şey der mi? Demez. Gerçi, dese bir güzel yedirirdi. Ben de yerdim o zaman. Humphrey Bogart bu hamleyi yapacak da yemeyeceğiz. Olsa olsa tadından yenmez. Yani, yemediğini gösterip iyice değere binmek var ama tam bir oyun sever olmak lazım onun için de. Kim uğraşacak. Uğraştıracak adam lazım. Onu da kim kaybetmiş ki ben bulayım. 



* Gay'ler konusunda ayrımcıyım. Çekici olanlar bize kalsın, gerisi dünya ahret bacım olsun istiyorum. Geçen gün yeni tanıştığım çok tatlı bir çocuğa patladım öyle: "Zaten dar alanda kısa paslaşıyoruz, bir de siz havuzumuzdan çalıyorsunuz!" "Havuz mu?:)" "Havuz tabi, ne sandın". Aynı "havuz" olmadığını elbette biliyorum ama durumun geyiğini çevirebilecek olgunlukta birini yakalayınca bırakamazdım. Yaşadıkları toplumsal baskı ve sorunların ciddiyetini düşününce az buz bir olgunluk da değil. Gerçekten bir insanı sevmekle başlıyor her şey. "Ben senin düşmanın değilim" ve "sen de benim düşmanım değilsin"de mutabakata vardıktan sonra alınganlığa yer kalmıyor. Aynı çocuğu gözümüze kestirmediğimiz sürece tabi. Yoksa al sana havuz problemi. 


* Dizi tavsiye ediyorum: Rizzoli & Isles. Tess Gerritsen'ın kitaplarından uyarlanmış bir polisiye. Polisiye sevmezdim güya. Cold Case'ten sonra buna da sardırınca anladım ki cinayet masasında çalışan kadınlara inkar edilemez bir ilgi duyuyorum. Dedektif Rizzoli'yi canlandıran Angie Harmon, Ali MacGraw'a benzerliği ve en sevdiğim ses tonuna sahip olmasıyla; Sasha Alexander'ın canlandırdığı adli tıp uzmanı Dr. Isles ise google gibi kadın olmasıyla tavladı beni. Bölümleri birer saat olan diziyi izlerken hiç de bir saat gibi gelmiyor. Yalnız birinci sezon finali ömrümden ömür götürdü geçen gün. Bir saat boyunca gerim gerim gerdikten sonra muhteşem bir sahneyle bitirmişler. Belki de bu türe çok yabancı olduğum için kolay etkilendim, bilmiyorum. TNT, diziyi bir sezon daha uzatma kararı almış. İkinci sezonu 11 Temmuz'da başlayacakmış. 


Şu da çok hoşuma giden jenerik müziği:


* TNT'nin "We Know Drama" sloganına koptum yalnız. Sen mi ben mi TNT. Long live the queen bence. 

* ÖSYM uyuma, şu ÜDS sonuçlarını açıkla artık!

5 yorum:

  1. biliyosundur ama
    http://en.wikipedia.org/wiki/Lucid_dream

    YanıtlaSil
  2. bilmiyordum. okudukça daha da ürkütücü gelmeye başladı. on numara insomnia sebebi.

    YanıtlaSil
  3. Marlon Brando'lu rüya şahaneymiş, yazı da çok keyifli olmuş. Ha bir de hayal kırıklığı ile ilgili bölümü çok beğendim.

    YanıtlaSil
  4. Eyvallah, sağol. Şu lucid dream mevzuunda kendimi geliştirebilirsem Marlon Brando gibi adamlardan bir rüya takımı kurup asla uyanmamayı planlıyorum.

    YanıtlaSil
  5. :) benim de bir aralar rüyaları oyunlaştırma projem vardı. eğer bir gün gerçekleştirebilirsem sanırım seninle irtibata geçmem çok faydalı olacak :)

    YanıtlaSil