4 Nisan 2011 Pazartesi

Penahi'nin Ayna'sı


Lâf-ü güzâf kesmedi, bir de sine qua non diye ekledim. Öyle ya, tıpkı Her Boku Bilen Adam’ın her boku bilmesi gibi benim naçiz blogum da olmazsa olmaz! Lakin sıkıldım bu kuru gürültüden, İstanbul Film Festivali vesilesiyle biraz ara verip dişe dokunur şeyler yazmaya çalışacağım. Bugüne kadar yazdıklarım elbette ki o veya bu şekilde insana dair olmaları dolayısıyla asla önemsiz sayılamaz. Gündüz düşlerim insana, özelde de bana dair. Gündelik hayatın sıradanlığına bir reverans. Aynı bugünkü film gibi.

Babamın sinemaya merakı sayesinde küçüklüğümden beri sinemadan hiçbir zaman fazla uzağa düşmedim. Gene de bugün bir ara –belki de ilk defa bir maraton gibi deneyimleyeceğim için- daha önce hiç film festivalinde film izlememiş kadar heyecanlıydım. Evden çıkarken karşılaştığımızda nereye gittiğimi soran komşumun kimseyle buluşmayacağımı, sinemaya tek başıma gideceğimi duyduğundaki surat ifadesi bile bozmadı keyfimi. Hem belki alınganlık ediyorum, hem de çok uzun sürmeyecek ki bu; benim de bir film festivali yoldaşım var. Bugünkü film seçimimin ilgisini çekmediği bir yoldaş ama olsun.

Bugün, İranlı yönetmen Cafer Penahi’nin (Jafar Panahi) yazıp yönettiği 1997 yapımı, 80 dakikalık bir filme gittim. Orijinal adı Ayneh yani Ayna. Film, bir ilkokulun dağılmasıyla başlıyor. Ciyak ciyak bağırarak sokağa sökün eden bir sürü cüce görüyoruz. Küçükler beyaz, büyükler lacivert baş örtülü. Çok geçmeden ilkokul boşalıyor ama daha birinci sınıfa giden ve sol kolu alçıdaki Mina’yı annesi almaya gelmiyor. Bekliyor, bekliyor ve en sonunda sıkılıp eyleme geçiyor. Evinin adresini tam bilmediği halde düşüyor yollara. İnatçı, azimli, akıllı. Evinin yolunu bulabilmek için küçük bir mücadele veriyor hatta Tahran’ı birbirine katıyor dense yeri.


Filmin, buraya kadar ilgisini çekemedikleri için bir sürprizi var, bir kırılma noktası. Otobüsün içinde çekilen bir sahnede Mina, o ana kadar ustaca kaçırdığı gözlerini kameraya dikip “ben artık oynamak istemiyorum, kapıyı açın, inmek istiyorum” diye bağırıyor. İşte o zaman kameranın arkasındaki Penahi’yi ve çaresiz film ekibini görüyoruz. Otobüsün kapısı açılıyor, Mina hırsla çıkıp kaldırıma oturuyor ve kostümünden kurtulmaya koyuluyor. Herkes onu neyin bu kadar kızdırdığına anlam vermeye çalışadursun, setteki halası bile dönmesi için ikna edemiyor. Film, Mina için, posta koyduğu o sahnede sahiden bitiyor ama Penahi, Mina’yla hemfikir değil. Film devam ediyor.

O küçük kız bunu nasıl başarmış bilmiyorum ama şımarık değil sadece inatçı olduğunu düşündürtüyor insana. Filmin bundan sonrasında, kendisini takip eden ekipten kurtulduğu düşüncesi fakat üstündeki mikrofonla bir başına düşüyor Tahran yollarına. Yol dediysem, tam bir keşmekeş. O noktada bir etik sorgulamaya girişmedim dersem yalan olur. Aklıma, çocuk oyuncusuna ağlaması için sahiden tokat atan Yılmaz Güney bile geldi. O bacak kadar kız film boyunca sahiden de epey tehlike atlatıyor. Film ekibi peşinde ama araba çarpmaması tamamen mucize. Gerçi bu küçük kadından korkulur, öyle bir şey olsa kalkıp bir posta da ona çarpan adama koyardı. Adamı araba kullandığına kullanacağına pişman ederdi alimallah!


Kamera, sürekli ilerleyen Mina’yı uzaktan izlerken net bir şekilde ayrımına varabildiğimiz üç ses duyuyoruz: küçük kızın pıtır pıtır ayak sesleri, pek de kulak okşamayan ses tonu ve bir kentin ritmi. Üstünde “unutulmuş” olan mikrofon, küçük bir ajan gibi girdiği bütün diyalogları ve kendini içinde bulduğu bütün o “gürültü”yü alıp izleyiciye taşıyor. Bir sokak satıcısının etrafını saran kalabalığa karıştığında satıcıyı dinliyoruz mesela, ya da binecek gibi olup binmediği takside İbrahim Tatlıses çaldığını fark ediyoruz. Bir kent ve sakinleri, kendilerine “çeki düzen verme” fırsatı tanınmaksızın kayda alınıyor. Filmin yoğun bir şekilde verdiği içindenlik hissi, salt bir İranlının İran’ı anlatıyor olmasıyla kesinlikle açıklanamaz. En azından beni filmin, hikayenin, kentin içine çeken Penahi’nin asla uyruğuna indirgenemeyecek gözü oldu. Kendi gözlerimden gördüğüm hikayeyi anlatabilmem için uygun dilin sosyoloji değil de sinema olabileceğini bile düşündüm. Benim gördüklerim aynaya nasıl yansırdı kim bilir. Elbette ki ben dahil bunu kimse bilemeyecek. Neyse ki bu öyle çok da büyük bir trajedi sayılmaz.

Asıl trajedi, Cafer Penahi’ye rejim karşıtlığı suçlamasıyla 6 yıl hapis ve 20 yıl boyunca yazmama, yönetmeme, yapımcılık yapmama, yurt dışına çıkmama ve yerli-yabancı basına açıklama yapmama cezası verilmiş olması. 11 Temmuz 1960, Azerbaycan doğumlu yönetmenle ilgili Wikipedia sayfasındaki künyesinde hakkındaki suçlama, aldığı ceza ve tutukluluk durumu da yer alıyor. Dahası yönetmen zaten “sabıkalı”: 2009’da Nida’nın mezarına karanfil bırakmak isteyince bir kere tutuklanmış ama “akıllanmamış”. O her şeye rağmen savunmasında “ben İranlıyım ve İran’da kalacağım” dese de rejim kendisini bir kere milli güvenlik sorunu bellemiş ve adama kendi memleketinde rahat nefes aldıracağa da benzemiyor. Uluslararası sinema camiası Penahi’ye hak ettiği değeri veriyor ve özgürlüğüne kavuşması için bas bas bağırıyor olsa da bu seslerin Ahmedinejad’a ulaşmadığı çok açık. Dahası, bu adamın başına ne gelmiş diye merak edip araştırırken okuduklarım bana hiç yabancı gelmedi. Bizimkinden çok ayrı bir diyarda yaşanıyorlarmış, bizimkinden çok farklı bir gerçekliğe dairlermiş hissine kapılmadım.

Benimle aynı dili konuştuğunu hissettiğim, dolayısıyla kendime yakın bulduğum son yönetmen Angelopoulos olmuştu. Akılalmaz cehaletim neticesinde ancak bugün tanışabildiğim Cafer Penahi ikinci “suç ortağı” oldu gözümün kadrajına. Bugünden itibaren Dayereh (2000), Badkonade sefid (1995) ve Offside (2006) gibi diğer filmlerinin de peşindeyim. Geç olsun güç olmasın. Tavsiye ederim. 

2 yorum:

  1. İran'a gittim.Giderken de yanımda bir kaç tane dil bilmez taifesinden işadamı namzedi vardı ve ilk tedirginliğim, uçakta alınan alkolün, görevliler üzerinde yaratacağı tesir idi indiğimizde.Bir sorun olmayacağını, uçaktaki İranlıların tamamının neredeyse bizden çok içmesi ile anladım.İkinci tedirginliğim, dil konusunda idi ama bu da önden giden ilk iş adamı namzedinin rahat rahat kontrolden geçmesi ile çözülmüştü ve sebebini de bir kaç dakika sonra ben de öğrendim:Tahran nüfusunun % 50 si Azeri Türkü ve Farsî kökenler de iyi ya da kötü Türkçe biliyorlardı.Havaalanı Şah döneminden kalma idi ve gece görüntüsü , Cunta yönetimindeki Latin Amerika ülkelerini andırıyordu.Silahlı adamlar, karanlık bir alan ve köhne eski bir termilnal binası.O yıl başlanan ve bir kaç sene önce kullanıma açılan Humeyni Havaalanının maketini ise Ulaştırma Bakanlığına gittiğimizde gördüm epey moderndi.
    Tahran ilginç bir şehir;hem içine alıyor sizi anında hem de dışarıda bırakıyor size hissetirmeden.Büyüklüğü İstanbul'dan aşağı kalmıyor ama trafiği emin olun İstanbul'a rahmet okutur.Yani o kız çocuğunun başına hiçbir şey gelmeden şehrin içinde filmi tamamlamaları mucize. İnsanlar, özellikle kadınlar alabildiğine cesur ve meydan okuyucu idi rejime ama bir o kadar da kontrol altında. Akşamları dışarıda yemek yemeyi seven insanlar, Restaurantları akşamları doluyor;harika İran müzikleri dinliyorsunuz keman ve piyano eşliğinde.Ve eğer sizin Türkiye'den geldiğinizi duymuşsa işletmeciler (kesinlikle duyuyorlar) bir süre sonra, Sibel Can ve İbrahim Tatlıses parçalarını duyuyorsunuz.Tüm gözler de size çevriliyor ama bakışlarda olan sevimli bir hoşgeldiniz oluyor. KAdın giyim mağazalarının vitrinlerini görünce şok geçirmiştim; bu kıyafetleri nasıl sergileyebiliyorlar diye ama ben gittiğimde iktidarda Ahmedinejat yoktu.Geçen sene okuduğum habere göre o vitrinlere de çeki düzen vermiş rejim.Mihmandarımızın verdiği cevap manidardı: Polis sokakta, evin içinde ya da yatak odasında değil demişti.Ama sanırım, artık oraya da karışıyordur.Biz İran'a benzer miyiz ya da İran Biz olur mu sorusuna benim verebileceğim cevap: İran'ı bilmiyorsanız önce öğrenin olur.Çünkü İran denildiğinde karşınızda köklerinizin olduğu ve sizden çok daha eksi bir kültür ve devlet geleneğine sahip topluluk var.dolayısı ile şekli benzeşme ve yakınlaşmalar dışında İran bambaşka bir dünya.(Ama bize uzak ya da mesafeli bir dünya değil )
    Tek hayıflandığım, Persepolise gidecek zamanımın olmayışı idi.

    YanıtlaSil
  2. İnternette bakınırken utancım iyice artmıştı aslında, bugüne kadar nasıl izlememişim, nasıl ıskalamışım diye. Bal gibi de uzağına düşmüşüm diye üzüldüm. Öte yandan, yazdıklarınızı okuyunca...İran hakkında ne biliyoruz ki zaten? Birkaç İranlı tanıdık, romanlar, filmler, müzikler.. Gidip görmedikten sonra ancak bu kadar. O da eksik.
    Hiçbir zaman şu ülke olur muyuz, bu ülke olur muyuz tartışmalarına prim vermedim. Bu hususta bir "benzemez kimse sana" tutumu benimsiyorum.
    İran bizatihi tarih olmasıyla sahiden büyüleyici ve böyle sanat eserlerinden sonra insan ona daha da yaklaştığını ama daha da yakın olmak istediğini duyumsuyor.
    Gözlemlerinizi uzun uzun paylaştığınız için teşekkür ederim.

    YanıtlaSil