18 Nisan 2011 Pazartesi

Yüksek Yüksek Tepeler


Hafta sonu çok yakın bir arkadaşımın kına gecesine iştirak etmek için gittiğim İzmir’den bol bol kına muhabbetiyle döneceğimi zannederken hiç ilgisi olmayan bir mevzuu el bagajıma katıp getirdim. Apayrı bir bağlamda apayrı bir hikayeyi dinlerken buldum kendimi. Öyle bir hikaye ki içime işleyip İstanbul’a kadar takip etti beni. Bin bir zorlukla uyuttuğum bazı düşünceleri uyandırdı uykularından. Etik ya da basitçe saygı gereği bağlamı ifşa etmeden fakat hikayenin özünü her zamanki açık yürekliliğimle anlatmaya çalışmak istiyorum. Buraya yazdıklarım bir anlamda hayatımın kaydıysa bu da bir şekilde kayıtlara geçmeli. Ama üstü kapalı, ama değil.

Dinlediğim, dinlerken de içine çekildiğimi hissettiğim bu hikayenin beni bu kadar etkilemesinin sebebi, hayatımın –aslında hiçbir zaman tam olarak nasıl gelişeceğini öğrenemeyeceğim- alternatif senaryosu olduğunu düşünmem. Son dört yıldır hız kesmeden devam eden kanlı iç savaşımın seyrini değiştirecek kadar etkilendim hem de. İlk defa bir nefeslik ateşkes ilan eder gibi oldum. Fakat silahlara veda mı bu? Elbette değil.

19-20 yaşlarındayken büyükşehirlerden birinde, iyi bir üniversitede okurken tanışıp beraber olmaya başlayan bir çiftin hikayesi bu. Şimdi 30’larının başında olan bu çift okul biter bitmez evleniyor ve birkaç sene sonra da boşanıyorlar. Kadın, istediğinin henüz bu olmadığını anlıyor. Adam, birlikteliğini kurtarmak için ne kadar çabalasa da kafasında her şeyi bitirmiş bir kadını gerçekten ikna etmek çok zor. Ortada bir sevgi var ama her şeyin üstesinden gelmesi mümkün olmuyor. Sevmek yetmiyor.

İnsanların bu kadar erken yaşta aşkı bulması şans da olabilir şanssızlık da. Bana soracak olsalar büyük şanssızlık derdim; bir zamanlama faciası, bir trajedi. Aşktan kastım o birini bulmak. Bulunca da “tanıdım seni, o sensin” demek. Yeni tanışır ya da ilk defa karşılaşır gibi değil de, yirmi yıl önce ayrı düşüp yirmi yıl sonra yeniden bir araya gelmiş gibi hissetmek. Bilmek. “Geciktin, nerelerde kaldın, yolda mı oyalandın” diye bile sorar insan. Oysa zaman aksini kanıtlamak için akıyor.

Bir çok insan o birini ömrü boyunca bulamıyor. En güzel yıllar sonuç vermeyecek bir arayışla geçiyor. Sonra çok büyük ihtimalle birine ve bir hayata talim ediliyor. Mutlu olmak öğreniliyor. Rutinler sarıp sarmalıyor, göz açıp kapayıncaya kadar yaşlanıyor insan. Hangisi daha korkunç bilmiyorum ama uzun uzun dinlediğim bu hikayeden sonra kendiminki renk değiştirdi gözümde. Doğru bir karar yanlış uygulanırsa yanlış olur. Artıyla eksinin çarpımından artı çıkmaz. Öte yandan kararın kendi içindeki doğruluğu da değişmez. Uzun müddet kendimi irrasyonellikle itham ettikten sonra belki de bilakis, ekstrem bir rasyonaliteyle hareket etmiş olabileceğim düştü aklıma. Çocuksuluk, fevrilik, aptallık gibi görünen şeylerin altından ne istediğini bilmek çıkabileceğini düşünmemiştim açıkçası. Halen de ortada madalyalık bir durum olmamakla birlikte –dediğim gibi- rengi değişiyor.

Yirmili yaşlar aramakla geçmeli; hatalarla ya da henüz içindeyken hata gibi görünen seçimlerle. Daha aramaya başlamadan bulmamalı insan çünkü o zaman ne ne aradığını bilebilir ne de bulduğunu anlayabilir. Anlamak çözmeye yetmediği gibi bilmek de anlamaya yetmiyor. En iyi resmi çıkarana kadar bolca eskiz, en doğru çizgiyi çizene kadar bolca deneme çizgisi çizmek gerekiyor. Bazı insanların cevap anahtarıyla doğduklarından şüphelenmiyor değilim ama kimse şövalenin başına geçtiği gibi kusursuz bir çember ya da koşan atlar çizemez. Ben kabiliyetsizin teki olduğum için de pislik atıyor olabilirim.

O yaşta ciddi bir bağlılığa hazır olmadığım gerçeğiyle yüzleşmek, henüz olgunlaşmadığımın kabulü anlamına geliyordu. Yanlış eylem planı doğru kararı öyle gölgelemişti ki böyle bir farkındalığa sahip olmanın olgunluk göstergesi sayılabileceğini düşünmemiştim. Ne istediğimi de kimseyi kandırmak istemediğimi de biliyordum, hepsi bu. Birini istese de kandıramayacak kadar aptal bir insanım zaten. Doğruya doğru şimdi. Bundandır ki ancak kendimi kandırabilmişimdir bugüne kadar. O alanda da uzmanlaştım denebilir.

Gene de yalan söylemeyi anlayabiliyorum. Onaylamasam da anlıyorum. Kurulu bir düzeni bozmanın dehşet vericiliği, bunun için toplanması gereken cesaret, göze alınması gereken onca acı ve tek başına yüklenilecek sorumluluk bir araya gelince bir meşruiyet zemini filan oluşturuyor değil fakat bu tip korkunç aldatmacaları biraz daha idrak edilebilir kılıyor. Alternatif senaryodaki bu aldatmacayı görmek sarstı beni. İnsan sevdiğine nasıl yapar bunu? Oysa ne yaparsa sevdiğine yapıyor insan, değil mi? Yalnız kalmaktan ziyade onsuz kalmaktan korkuyor. “Vazgeçilmezim” diye bir hitap var, ziyadesiyle manasız geliyor bana. Hayat öğretiyor ki kimse vazgeçilmez değil. Hatta kimi zaman, sevdiğinden onca sevdiği için vazgeçmek zorunda kalabiliyor insan. Olabiliyor bu.

Ne kimse kimseyi ne de zaman kimseyi bekliyor. Her şey ve herkes değişirken kimse aynı şekilde ya da beklentiler doğrultusunda değişmiyor. Birbirine çarpıp kesişen yollar aksi istikametlere savruluyor. Bir demiryolunun iki rayı bile her ne kadar ayrılmaz olsa da makaslar giriyor araya, hele ki bir son istasyon hep oluyor. Daha da önemlisi, ihtiyaç fazlası rasyonellik dışarı atılıyor. Favori çiftim, ne istediğimi bilmediğimi söylüyorlardı. Dün “ne istediğimi bildiğim için yalnızım” döküldü dudaklarımdan. Durup kendi kurduğum cümleye baktım, hoşuma gitti, şık durdu. Daha da garibi doğru olduğunu fark ettim. Ne istediğimi de istemediğimi de gayet iyi biliyorum ve istemediğim unsurları hayatıma dahil etme zorunluluğum yok. Yalnız kalabiliyorum; aşık olmadan ve aşık olunmadan da yaşayabiliyorum. Göz göre göre hata yapmaktansa yalnız kalmaya harcıyorum gücümü. Bir şekilde hayatta kalıyorum, herkesin yaptığı bundan başka bir şey mi sanki?

İş buldum. İlan filan vermedikleri halde gidip başvurduğum bir firmadan iki ay sonra döndüler. Bu firmayı çok istediğim için bu iki ay çok da gönüllü iş aramadım, görüşmelere filan gitmedim ama bunlardan ümidi de kesmiştim. İki ay sonunda tam istediğim gibi bir iş teklifiyle geldiler. Proje bazlı bir antropoloji işi. Varsın piyasa araştırması olsun. Farklı bir deneyim olacak benim için. Üstüne para da verecekler. Üç kuruş paradan yola çıkarak bir hayal bile kurdum geçen gün. Olacak iş değil ya neden olmasın dedim. Nedense uçakla seyahat ederken her şey daha mümkün görünüyor gözüme. Paris’e gitsem dedim, bir tek hafta sonu için bile olsa, tek başıma. Ucuzundan bilet bulup gitsem. Sokaklarında caddelerinde yürüsem de yürüsem, Seine Nehri kıyısındaki kahvelerden birine girip dinlensem, anlarmış gibi Fnac’ta kitap baksam, Rodin Müzesi’ni tavaf etsem gene, akşam da paramın yettiği kadar iyi bir yemek ve şarapla keyiflensem (yetmiyorsa yemeği es geçebilirim). Tek istediğim, kulağıma çalınanın Fransızca olduğunu kanıksayana kadar yürümek. Sokakta yürürken sokağın ucunda aniden Eiffel belirince salakça da olsa gülümserim gene. Sacre Coeur’e de çıkarım muhakkak. Ne bileyim işte yaparım bir şeyler. Hiçbir şey yapamasam kaybolurum. Ellerim ceplerimde buna pek de esef etmeden. Güzel olmaz mı? Bence harika olurdu.

Kına, düğün, ALES, doktora başvurusu, iş, Hindistan ve Hindistan’dan çok daha uzaktaki Paris… Otobüs gibi. Sen içinde kıpırtısız durduğunu düşünsen de o ilerledikçe sen de kalamıyorsun olduğun yerde. Tek istediğin durmak olsa da sürükleniyorsun, kendini içinde buluyorsun. En iyisi olsun, en doğrusunu yapayım diye yırtınırken “en iyisi” ve “en doğrusu”na olan inancın azalıyor. Neresindeyim hayatın? Bilmem, söyledikleri kadar sonunda değil sanırım. İzmir’in havası suyu yaramış olacak. 


4 yorum:

  1. öyle bir kafa ile okudum ki önce yazını ( hoş niye bu kafa ile okumaya kalktım onu da bilmiyorum, sanırım biraz dağıtmak için) önce anlamadım. İKnci bölümü doğrudan es geçtim bu yüzden. Sonra, içimdeki mikroptan kurtulunca ( burada mikrop ikiz kardeşim oluyor; içimizdeki ikinci biz/ben) yeniden okudum ve sanırım anladım:
    1- Aşk tek kişiliktir ve biter...Bitmeyen aşk yoktur.Filmlerin senaryoları ve kitaplar hariç bulamazsın.
    2- Erken yaşta ilk kez tanışmak o duygu ile.Aradığını sandığın (ya da yaşadığını ) insana ulaştığını düşünmek ve sonrasındaki yıkıntı için erken yaş iyidir. Bizim gibi ortalamışsan herşeyi ve daha yeni tanışmışsan yandığının resmidir. İnsan ne yapacağını şaşırır o ayrılığı yaşadığında. Dağılır, toparlanması zordur.
    3- Yalnızlık iyidir. Toz bulutu gibi gezmek...Acı yok, koku yok, ses yok...Kimse uğraşamaz, bulaşamaz.Sana laf söyleyenler kendilerine baksın...

    4- İş bulduğun iyi olmuş.
    5- Çıplak ayak gezebildin mi Alsancak'ta?

    YanıtlaSil
  2. Laf söyleyenden ziyade bir endüstri kurulu bu diskur üstüne: "Otuzuna varmadan başarmış ol". Mutlu bir evlilik, başarılı bir kariyer... Biri ya da birileri söylese verirsin ağzının payını ama bütün bir sistem bunu dayatınca boş bulunup kendi de inanmaya başlıyor insan. İzmir'de o kırıldı biraz ama çok geçmeden arayı kapatır, "başaramadım başaramadım" diye kaldığım yerden devam ederim endişelenmeye.

    İş bulduğuma ben de çok sevindim. Böylece daha az boş lakırdı duyacaksınız benden. Laf-ı güzafa vaktim kalmayacak diye umuyorum.

    Hiç gezemedim ki. Cumartesi öğlen harikaydı aslında hava. Akşam da çok güzeldi ama gelmemle gitmem bir olduğu için fırsat bulamadım. Yaz başında hem İzmir'i gezmek hem de Mordoğan'da huzura ermek için bir geri döneceğim belki. O zaman kurtulurum ayakkabılardan.

    YanıtlaSil
  3. diyen eksik demiş sana : 30 una gelmeden evlen, 40 ından önce boşan olacak-tı o cümle.İlk söyleyeni bulursam fena benzeteceğim o tuzağa ben de düştüm.:)
    "Başarmayı reddetmek te bir haktır"

    Mordoğan'dan ziyade, Karaburun...Hele bir yerler buldum ki bu yaz...Yeni Değirmen köyünün oralarda...TAlep olursa, para ile satarım."Ölmeye yatmak" istemiştim..Biraz kavun ve bolca rakı eşliğinde...
    Bugünkü kafa ile bile okuyabildiysem o " boş lakırdılar"a ilişikin itirazım yok demektir.

    YanıtlaSil
  4. Ah siz bayanlar ahhh ahahahah :)) Keyifli bir cumartesi yazısı oldu bana valla!

    YanıtlaSil