http://www.dizist.com/izle/doctor-who-8-sezon-13-bolum/
26 Aralık 2014 Cuma
10 Kasım 2014 Pazartesi
AVM'de Tiyatro Mutsuzluğuna Profesyonel'ce bir Yanıt
Not düşeceğim.
Dün Cevahir'de tiyatroya gittik. Zor bilet bulunan bir oyundu, bu nedenle iki hafta öncesinden biletlerimiz hazırdı. Afişini yıllardır Gümüşsuyu'ndan Taksim'e çıkarken görürdüm ama biletini ben almamış, oyunu ben seçmemiştim. Yalnızca afişinden bile iyi olduğu izlenimi edinebildiğim oyunu göreceğim için çok mutluydum. Gel gör ki gölgeli bir mutluluktu en nihayetinde. Tüketimciliğin kaleleri olan AVM'lerde sinema, tiyatro gibi kültür sanat faaliyetlerini içime sindiremiyordum. (Yalan yanlış fiil zamanı kullanmayayım, sindirememe geniş zaman.) Kimisi buna -hiç hazzetmediğim o tabirle- beyaz türk refleksi teşhisi koyabilir. Aydınlanmacı Cumhuriyet eliti gibi davrandığım söylenebilir. Kentli, eğitimli orta sınıf davranışı deyip geçilmesi tercihimdir ama zannediyorum gerçeğe en yakını, Bourdieu'nün tanımladığı sermaye biçimlerinden en fazla sahip olduğum sermaye biçimini, kültürel sermayeyi, kim bilir belki tam da en çok ona sahip olmam nedeniyle en yukarıya koymamdır. Yoksa Emek neden bir AVM'nin tepesine kuş gibi kondurulmasın? Hatta boş verelim gitsin, AVM'ler bize "isteyebileceğimiz" her şeyi tek bir yerde sunarken ne gerek var ayrıca tiyatro, sinema salonuna?
Film Festivali'nde film seçerken City's sütununu görmezden gelen önyargılı bir kişi olarak (bir kez Ah Güzel İstanbul için, bir kez de Gerontophilia diye bir film için gitmişliğim var) hepten sevmediğim bir AVM olan Cevahir'de tiyatro fikri içimi epey sıktı. Hani neredeyse daha görmeden keyif almadım oyundan. Tiyatro salonunun AVM'nin "lunapark" kısmı içinde kalması da tuz biber ekti. Çocuklukları AVM köşelerinde heder olan çocukların adrenalinli çığlıkları salona, oyuna girecek diye endişe ettim. Yani bir türlü koyamadım işte, yakıştıramadım oraya. Abartılı gelecek ama çamura düşüp pislenmiş değerli bir maden imgesi belirdi aklımda. Hatta seyircilerin koltuklarına yerleşme konusunda gösterdikleri ağırkanlılık ve rahatlığı da AVM'ye bağladım.
Sonra salon karardı. Daktilo tuşlarının sesi duyulmaya başlandı. Daktilonun başında Yetkin Dikinciler'i gördük sonra. Onu tiyatro sahnesinde ilk ve son görüşüm Kaygusuz Abdal'dı, nereden baksan en az on yıl önce Taksim Sahnesi'nde izlemiştim. Sahnelere sığmayan o cüssesi, müşfik bakışları, başlı başına bir insan kadar söyleyecek şeyi olan karakterli sesiyle yeniden karşılaşınca içim ısındı. Bülent Emin Yarar'ı en son AKM'de Efrasiyab'ın Hikayeleri'nde izlemişim ama aklıma kazınacak olan oyunu bu gibi duruyor. İki saat soluksuz oynadılar. İki saat soluksuz izledik. Yüz ifadelerimizdeki ani değişimleri de ayrıca izlemek isterdim aslında. Ekseriyetle güldürürken, bazı anlarda tak diye aşağı çeken bir oyundu. Sonra yine kahkahalar. Konusundan bahsetmeyeceğim. Zaten alt tarafı not düşecektim, ne hale geldi.
Şunu diyecektim: Oyun bittiğinde "AVM'de tiyatro" başlığı altındaki fikirlerim bir bakıma yumuşamıştı. Hâlâ içime sinmiyor, o pek değişebilecek gibi durmuyor fakat kabul edilemez bulmuyorum. Gölgeli bir mutlulukla oyunu beklediğim günlerde "ben böyleysem oyuncular nasıl hissediyor" diye merak ediyordum. Dün bunun da cevabını aldım biraz, ya da kendimce bir cevap verdim onların ağzından. Sanırım oyunun ortasında "yaşasın tiyatro!" diye bağırdıkları anda gerçekleşti bu hayali soru cevap anı. Şuna benzer bir şeydi: Oyun, oyuncu, seyirci neredeyse sahne orası. Değil yaşam tarzımız, yaşam hakkımızın güle oynaya ihlal edildiği bu günlerde bildiğimiz anlamda kültür sanat da zor zamanlardan geçiyor. Bütün tiyatro salonlarımıza girildi, bütün sinemalarımız yıkıldı. Tarihi yapılar, yeşil alanlar ne varsa ırzına geçildi. Madem öyle, madem şartlar böyle evet, oyun izlemek için AVM'ye de gidilecek demektir. Şimdilik şartlar bunu gerektiriyorsa, şimdilik kabul edilebilir.
Kim bilir şimdilik falan değil, belki de hepten yerleşir bu iş. Opera için Zorlu'ya, sinema için City's'e, tiyatro için Cevahir'e gitmek kanıksanır. Yerlerine otel yapılınca toplumsal belleğimizden hızla silinecek olan Şinasi ve Akün sahneleri ya da şehrin merkezinde gerçekleşen kitap fuarının dahil olduğu eski kültür sanat hayatı da rakıyı boğazımıza dizen konu başlıklarından biri olarak yer bulur kendine. Niyeyse -uysa da olur uymasa da- Rhett Butler'ın Scarlet'la konuşan sesi çınlıyor kulaklarımda: "The South is sinking to its knees. It'll never rise again."
Dün Cevahir'de tiyatroya gittik. Zor bilet bulunan bir oyundu, bu nedenle iki hafta öncesinden biletlerimiz hazırdı. Afişini yıllardır Gümüşsuyu'ndan Taksim'e çıkarken görürdüm ama biletini ben almamış, oyunu ben seçmemiştim. Yalnızca afişinden bile iyi olduğu izlenimi edinebildiğim oyunu göreceğim için çok mutluydum. Gel gör ki gölgeli bir mutluluktu en nihayetinde. Tüketimciliğin kaleleri olan AVM'lerde sinema, tiyatro gibi kültür sanat faaliyetlerini içime sindiremiyordum. (Yalan yanlış fiil zamanı kullanmayayım, sindirememe geniş zaman.) Kimisi buna -hiç hazzetmediğim o tabirle- beyaz türk refleksi teşhisi koyabilir. Aydınlanmacı Cumhuriyet eliti gibi davrandığım söylenebilir. Kentli, eğitimli orta sınıf davranışı deyip geçilmesi tercihimdir ama zannediyorum gerçeğe en yakını, Bourdieu'nün tanımladığı sermaye biçimlerinden en fazla sahip olduğum sermaye biçimini, kültürel sermayeyi, kim bilir belki tam da en çok ona sahip olmam nedeniyle en yukarıya koymamdır. Yoksa Emek neden bir AVM'nin tepesine kuş gibi kondurulmasın? Hatta boş verelim gitsin, AVM'ler bize "isteyebileceğimiz" her şeyi tek bir yerde sunarken ne gerek var ayrıca tiyatro, sinema salonuna?
Film Festivali'nde film seçerken City's sütununu görmezden gelen önyargılı bir kişi olarak (bir kez Ah Güzel İstanbul için, bir kez de Gerontophilia diye bir film için gitmişliğim var) hepten sevmediğim bir AVM olan Cevahir'de tiyatro fikri içimi epey sıktı. Hani neredeyse daha görmeden keyif almadım oyundan. Tiyatro salonunun AVM'nin "lunapark" kısmı içinde kalması da tuz biber ekti. Çocuklukları AVM köşelerinde heder olan çocukların adrenalinli çığlıkları salona, oyuna girecek diye endişe ettim. Yani bir türlü koyamadım işte, yakıştıramadım oraya. Abartılı gelecek ama çamura düşüp pislenmiş değerli bir maden imgesi belirdi aklımda. Hatta seyircilerin koltuklarına yerleşme konusunda gösterdikleri ağırkanlılık ve rahatlığı da AVM'ye bağladım.
Sonra salon karardı. Daktilo tuşlarının sesi duyulmaya başlandı. Daktilonun başında Yetkin Dikinciler'i gördük sonra. Onu tiyatro sahnesinde ilk ve son görüşüm Kaygusuz Abdal'dı, nereden baksan en az on yıl önce Taksim Sahnesi'nde izlemiştim. Sahnelere sığmayan o cüssesi, müşfik bakışları, başlı başına bir insan kadar söyleyecek şeyi olan karakterli sesiyle yeniden karşılaşınca içim ısındı. Bülent Emin Yarar'ı en son AKM'de Efrasiyab'ın Hikayeleri'nde izlemişim ama aklıma kazınacak olan oyunu bu gibi duruyor. İki saat soluksuz oynadılar. İki saat soluksuz izledik. Yüz ifadelerimizdeki ani değişimleri de ayrıca izlemek isterdim aslında. Ekseriyetle güldürürken, bazı anlarda tak diye aşağı çeken bir oyundu. Sonra yine kahkahalar. Konusundan bahsetmeyeceğim. Zaten alt tarafı not düşecektim, ne hale geldi.
Şunu diyecektim: Oyun bittiğinde "AVM'de tiyatro" başlığı altındaki fikirlerim bir bakıma yumuşamıştı. Hâlâ içime sinmiyor, o pek değişebilecek gibi durmuyor fakat kabul edilemez bulmuyorum. Gölgeli bir mutlulukla oyunu beklediğim günlerde "ben böyleysem oyuncular nasıl hissediyor" diye merak ediyordum. Dün bunun da cevabını aldım biraz, ya da kendimce bir cevap verdim onların ağzından. Sanırım oyunun ortasında "yaşasın tiyatro!" diye bağırdıkları anda gerçekleşti bu hayali soru cevap anı. Şuna benzer bir şeydi: Oyun, oyuncu, seyirci neredeyse sahne orası. Değil yaşam tarzımız, yaşam hakkımızın güle oynaya ihlal edildiği bu günlerde bildiğimiz anlamda kültür sanat da zor zamanlardan geçiyor. Bütün tiyatro salonlarımıza girildi, bütün sinemalarımız yıkıldı. Tarihi yapılar, yeşil alanlar ne varsa ırzına geçildi. Madem öyle, madem şartlar böyle evet, oyun izlemek için AVM'ye de gidilecek demektir. Şimdilik şartlar bunu gerektiriyorsa, şimdilik kabul edilebilir.
Kim bilir şimdilik falan değil, belki de hepten yerleşir bu iş. Opera için Zorlu'ya, sinema için City's'e, tiyatro için Cevahir'e gitmek kanıksanır. Yerlerine otel yapılınca toplumsal belleğimizden hızla silinecek olan Şinasi ve Akün sahneleri ya da şehrin merkezinde gerçekleşen kitap fuarının dahil olduğu eski kültür sanat hayatı da rakıyı boğazımıza dizen konu başlıklarından biri olarak yer bulur kendine. Niyeyse -uysa da olur uymasa da- Rhett Butler'ın Scarlet'la konuşan sesi çınlıyor kulaklarımda: "The South is sinking to its knees. It'll never rise again."
16 Ekim 2014 Perşembe
Repeat
Disappointment feels like a deep dark well from time to time. You fall right into it. Terribly hurt yourself. Feels like -metaphor inside a metaphor if you permit- breaking every single bone you have in that mindless body of yours. But then again, it's all your- it's all my fault in the first place, isn't it? One never learns I guess. At least I never do. I let myself dream and end up in pitch black every time. Never really letting to hit rock bottom. That would be a dream killer, wouldn't it? What am I if I cease to dream? Do I dream the wrong dream? Are there right and wrong dreams? I bet society has something to say about this, like... yes. The hell with society. It's a simple loop. You dare to dream and you tumble about a disturbing, frustrating darkness. Particularly frustrating since you know it's not the last time you see it. Or not. You can't see darkness, technically. You sense it and this sounds even more frustrating. Are there really people who can dream the right dreams, having a huge tick mark on them and everything? I'm neither good with society nor with tick marks but this feeling gets a little suffocating sometimes. It gets so hard to breath that I want to sleep even harder so I can ignore, totally forget about the damn feeling. But there is no such sleep, no. Reality is a stalker. What is real anyway? What is it but our tristesse, despair and unfillable void that we strive to repress so feverishly? Never mind. It's in your job description. Dream on. Fall down. Hit the pitch black well ground. Soft enough to dream again, hard enough to hate it all for a while. And repeat.
3 Ekim 2014 Cuma
Zamansal ve Mekansal Vakum
Otuz yaşıma
geldim ve vardığım yaşta aklımı çıkaran yegâne şey zaman. Son birkaç yıldır,
akışını izlemek başımı döndürüyordu. Çocukluklarında tanıdığım insanlar üreyip,
kendileri gibi çocuklar üretmeye başlar oldular. Bir tencere satın almak için
kırk hesap yaptığımı düşününce çocuk üretimi fikri dehşet verici. Aksi gibi
otuz yaşındaki bir kadına fırlatılan en birinci beklenti de bu. Hadi şimdi sıra
sende. Sırayı bozma. Yap şunu. Yap.
Çamaşır makinesi
içinde dönen çamaşırları izleyen çocuklar gibiydim zamanı izlerken. Hayır,
öylesi bir döngüsellik azamet gerektirir. Daha çok, şehirlerarası otobüste cam
kenarı koltuğundan dışarıyı izleyen bir yolcu gibiydim. Her şey bir yol
üzerinde görece duruyor ama otobüs öyle hızlı ki yol üstündekileri takip etmeye
kalksam pin pon topu gibi sekip duracak kafam. Geçip gidiyorum ben de. Yorgunum
zaten.
Neden sonra bu
boşluklar, bu vakumlu alanlar belirip kaybolmaya başladı zihnimde. İsimleri,
yerleri, sözleri falan filan anımsayamamaya başladım. Söz aklımda ama kimin
dediği uçup gitmiş. Yüzünü çizebilirim ama ismi karanlık bir kuyunun dibini
boylamış sanki. Çok güzel bir yerdi ama neresiydi? Belki de çok içiyorum.
Beynim ayrı eve çıktı sonunda.
Sonra zaman
algıma sıçradı bu serbest bölgeler. Bazen, unutuyorum. Hangi yıldayız, hangi
mevsim, hangi ay, kaç yaşındayım? Yalnızca bir an sürüyor aslında ama hoşuma
gidiyor bazen, el yordamıyla uzatıyorum biraz daha. Birkaç saniye daha
hatırlamıyorum mesela. Yerçekimsiz alan gibi oluyor, ağırlıksız. Ürkütücü tabi,
olmaz mı? Korku, özgürlüğe içkin değil mi? Yerçekimsiz alanda süzülüyorum
saniyelerce ama belimden bir iple bağlıyım gerçekliğe. Ya o ip bir gün koparsa?
Ya geri dönemezsem?
İki bin… Bin
dokuz yüz… Mevsim? İnceden ürperdiğime göre yaz değil herhalde. Sevgilim var
mı? Mutlu muyum? Bir işim var mı? Sonra dev bir kazan çorbaya dönüşüyor zaman.
Gelmiş geçmiş gelecek tüm yıllar birbirine girmiş. Bir bakıyorsun 1300’le 3000
başlı kıçlı dönüyorlar dev kepçenin hareketiyle.
İş değil. Kim
bilir, belki de yaşlandıkça işime geliyor bedeni ruhtan, zihni bedenden ayırma
fikri. Nefes alıp verir gibi ölümü düşündüğüm bu yazın sonunda artık bir
bedenden fazlası olmamız gerektiğine inanmaya çalışıyorum. Dine hiç
savrulmadan, tinselliğe müstehzi mesafemi koruyarak ama bir çıkış arayışında. Beden
gidecek. Beden kırılgan ve dehşet derecede sonlu. O gidince biz de gitmiş mi
sayılacağız? Zaman ve mekanda yolculuk talep ediyorum ben. Özlediğim anlara
sarılıp uyumak istiyorum. Geçenlerde izlediğim bir Amerikan filmindeki adamın
vaat ettiğiyle de “yetinebilirim”.
Şimdilik. Aklımla
oyunlar oynamakla yetiniyorum. Belimden bağlıyım şimdilik. Düşemiyorum.
27 Ağustos 2014 Çarşamba
gidesi
şu makale çevirisi ve kitap bölümü çevirisinden gelecek parayla televizyon alacağım. evdeki tüplü televizyon beni bırakalı baya oluyor. televizyon izleyeceğimden değil ama film izlemeye ihtiyacım var.
öte yandan... hiç yeni televizyon alasım falan yok. o parayla yakın da olsa bir yerlere gidilir. balkanlara belki, belki yine batum'a ne bileyim.
sonra altı ay içinde alabileceğimi umduğum yeni oturma grubu. evet, 90'lardan kalan evladiyelik (evlat ben oluyorum) koltuk ve kanepeler biraz haşat halde, gözüme batıyorlar. ama ne var, derin çizikler içindeki parke de gözüme batıyor ama yaşayabiliyorum.
bugün vasat kalitede bir oturma grubuna sayacağım parayla -bir yıl sonrası için de olsa- kısa bir hindistan veya nepal gezisi ayarlayabilirim. tamam, üzerine biraz daha koymam gerekebilir ve uzun vadeli bir seyahat planı yapmam gerekir ve yine de kısa tutmam gerekir ama bunlar pek önemli görünmüyor.
aslında yarın sabah uyandığımda yüzümü yıkadıktan sonra kahvaltı bile etmeden küçük bir sırt çantası toplayıp öylece evden çıkıp gidesim var. ne bileyim, en azından otogara gidip, hep istediğim gibi o anda kendime bir yer seçip son anda otobüse atlayasım... giresun, artvin, antep, mardin... sanırım en çok doğu karadeniz beni kendime getirir. ya da beni kendime götürür, işte her neyse.
eşyaya para harcamak çok anlamsız. çok daha az eşyayla -muhtemelen daha da mutlu- yaşayabilirim ama bu sabitlik beni öldürüyor.
oturma grubu versus seyahat. paranın akıbeti için ne hoş ikilem. yol parası bulup buluşturmak için evdeki eşyayı satıp savacak ışık var içimde var olmasına da bir tahtam hep fazla geliyor.
Pokhara, Nepal 2011 (bizzat çektim) |
20 Ağustos 2014 Çarşamba
19 Ağustos 2014 Salı
Serseri
Son zamanlarda adet edindim. Saatin gece yarısını çoktan geçip gittiği sıralarda gözüme eski bir film kestirip onu izliyorum internetten. Eski derken, 50 ve 60'lı yılların Yeşilçam filmleri. Neden? Boğuluyorum çünkü burada yaşamaktan. Filmleri izlemiyor, onlara kaçıyor, sığınıyorum. Biraz iyilik görmek için, mertlik görmek için izliyorum. Mesela Ahmet Tarık Tekçe izliyorum şifa niyetine. Gözlerim bayram etsin diye Orhan Günşiray'a dadanıyorum mesela. Biraz gülmek için Vahi Öz ve Mualla Sürer'e takılıyorum. Türkan Şoray'ın eksik kaldığım filmlerini izliyorum.
Bugün suaremde 1964 yapımı Serseri vardı. Nasıl izlememişim daha önce, olacak iş değil. Safa Önal'ın yazdığı senaryo çok tanıdık. Balıkçı kulübesinde bir başına yaşayan ve yalnızlığına toz kondurmayan Kazım bir gece kapısının önünde kör bir kız bulur. Sonrası aşk. Aşk da... Kazım rolünde Sadri Alışık ve gözleri görmeyen Zeynep rolünde Sema Özcan var. Bir de tabi asla yamuk yapmayan mert arkadaş rollerinin vazgeçilmezi Süleyman Turan. Bu anlamda Tekçe'yi anımsatıyor bana. Kötülük durmuyor iki adamın üzerinde de, akıp gidiyor.
Sema Özcan ismi herkese ilk anda bir şey ifade etmeyebilir. "Fotoğraftaki kadın" Sema Özcan. Müşfik Kenter'in Sevmek Zamanı'nda aşık olduğu fotoğraftaki kadın. Bu filmde daha değil, daha bir yıl var Meral olmasına. Ne yalan söyleyeyim hiç sevememişimdir Meral'i. Halil gibi ben de hep fotoğrafta kalmasını isterdim. Sema Özcan'a da hiçbir zaman kanım ısınmadı, hiç güzel veya cazibeli bulmadım. Ne Zeki Müren'in ne Ayhan Işık'ın yanına yakıştırabildim.
Fakat bu filmde... Kör olduğu halde eksik olmayan kuyruklu göz makyajı ve şekli asla bozulmayan, hep muntazaman taralı sarı saçlarına rağmen ilk defa bu filmde içimi ısıttı Sema Özcan. Güzel gibi değil de sıcak. Güzelden daha güzel yani. Ne mutlu ki yaşıyormuş hâlâ. Evlenince sinemayı bırakmış, göz önünden çekilmiş. 71 yaşında bir kadın şimdi.
Gelelim Sadri Alışık'a. Daha geçen gün andım. Yalnızlar Rıhtımı'nı izlediğim için değil, durduk yere. Ah Müjgan Ah'taki "seni anlamayan, müjganlığının farkına varmayan o herif" repliğini düştü aklıma. Çok, çok ağır bir replik bu. Ancak Sadri Alışık'ın taşıyabileceği cinsten. Bu filmde de inanılmaz replikleri var. Hepsini buraya yazabilmek isterdim. Ama ne saçma. İzlemek varken. Fakat filmin daha başlarında ölüm üzerine sarf ettiği şu sözler, sonra "yoksa ben kötü bir adam mıyım" bölümü, odasındaki eşyalarla ve tuttuğu balıklarla konuşması, insanlara nefret kustuğu satırlar, Süleyman Turan'la konuşurken yalnızlığa yaptığı güzelleme ve Zeynep'e söylediği sevgi sözcükleri. "Çikolatalı parlak kağıtlar" gibi değil deniz kokulu. Sevgisini ilan ederken burnumun direği sızladı iyottan be.
Bugün suaremde 1964 yapımı Serseri vardı. Nasıl izlememişim daha önce, olacak iş değil. Safa Önal'ın yazdığı senaryo çok tanıdık. Balıkçı kulübesinde bir başına yaşayan ve yalnızlığına toz kondurmayan Kazım bir gece kapısının önünde kör bir kız bulur. Sonrası aşk. Aşk da... Kazım rolünde Sadri Alışık ve gözleri görmeyen Zeynep rolünde Sema Özcan var. Bir de tabi asla yamuk yapmayan mert arkadaş rollerinin vazgeçilmezi Süleyman Turan. Bu anlamda Tekçe'yi anımsatıyor bana. Kötülük durmuyor iki adamın üzerinde de, akıp gidiyor.
Sema Özcan ismi herkese ilk anda bir şey ifade etmeyebilir. "Fotoğraftaki kadın" Sema Özcan. Müşfik Kenter'in Sevmek Zamanı'nda aşık olduğu fotoğraftaki kadın. Bu filmde daha değil, daha bir yıl var Meral olmasına. Ne yalan söyleyeyim hiç sevememişimdir Meral'i. Halil gibi ben de hep fotoğrafta kalmasını isterdim. Sema Özcan'a da hiçbir zaman kanım ısınmadı, hiç güzel veya cazibeli bulmadım. Ne Zeki Müren'in ne Ayhan Işık'ın yanına yakıştırabildim.
Fakat bu filmde... Kör olduğu halde eksik olmayan kuyruklu göz makyajı ve şekli asla bozulmayan, hep muntazaman taralı sarı saçlarına rağmen ilk defa bu filmde içimi ısıttı Sema Özcan. Güzel gibi değil de sıcak. Güzelden daha güzel yani. Ne mutlu ki yaşıyormuş hâlâ. Evlenince sinemayı bırakmış, göz önünden çekilmiş. 71 yaşında bir kadın şimdi.
Gelelim Sadri Alışık'a. Daha geçen gün andım. Yalnızlar Rıhtımı'nı izlediğim için değil, durduk yere. Ah Müjgan Ah'taki "seni anlamayan, müjganlığının farkına varmayan o herif" repliğini düştü aklıma. Çok, çok ağır bir replik bu. Ancak Sadri Alışık'ın taşıyabileceği cinsten. Bu filmde de inanılmaz replikleri var. Hepsini buraya yazabilmek isterdim. Ama ne saçma. İzlemek varken. Fakat filmin daha başlarında ölüm üzerine sarf ettiği şu sözler, sonra "yoksa ben kötü bir adam mıyım" bölümü, odasındaki eşyalarla ve tuttuğu balıklarla konuşması, insanlara nefret kustuğu satırlar, Süleyman Turan'la konuşurken yalnızlığa yaptığı güzelleme ve Zeynep'e söylediği sevgi sözcükleri. "Çikolatalı parlak kağıtlar" gibi değil deniz kokulu. Sevgisini ilan ederken burnumun direği sızladı iyottan be.
Tam tamına elli yıllık film. Sadri Alışık 39 yaşında. Süleyman Turan benden bir yaş küçük. Asuman Arsan'ı zor tanıdım. Aradan geçen elli yılda balıkçı-kulübesinin-önünde-kimsesiz-kör-bir-kız-bulup-ona-aşık-olan-yalnız-balıkçı senaryosu ziyadesiyle bayatlamış olabilir fakat Serseri öyle bir film ki olay örgüsünü zerre umursamıyor insan. Ağzını açsın da bir şey söylesin diye ağzının içine bakıyorsunuz Sadri Alışık'ın, Sema Özcan'ın sevgisinin ılıklığını duyabiliyorsunuz.
Bu da yetmezmiş gibi Sadri Alışık alıyor eline udu musiki söylüyor alçak. İçim titredi resmen. Velhasılı kelam, bu filmden iki yıl sonra çevireceği ve tekrar tekrar izlemekten bıkmayacağım Ah Güzel İstanbul'u nasıl seviyorsam bu filmi de öyle sevdim. Paylaşmak istedim. İzleyiniz efendim.
14 Ağustos 2014 Perşembe
Öyle bir Yağsın ki
Buradan uzak bir yerde şarkılarını çok sevdiğim bir kadın şarkılar söyleyecekti. Çok sevdiğim, şarkılar söyleyen kadından çok daha fazla sevdiğim bir kadın şarkılardan fal tutturdu. Falımda bu şarkı çıktı:
http://youtu.be/UpwaLgZ8QV8
Şarkılardan fal tuttuğum sırada semtimizin en yakışıklısı, en centilmeni henüz ölmemişti. Dünya biraz daha hırt şimdi.
http://youtu.be/UpwaLgZ8QV8
Şarkılardan fal tuttuğum sırada semtimizin en yakışıklısı, en centilmeni henüz ölmemişti. Dünya biraz daha hırt şimdi.
11 Ağustos 2014 Pazartesi
"Seçim"
Merhaba.
Dert edindiğim bir konu var ve hakkında kısa bir not düşmek istiyorum. Fakat ondan önce belirtmem gereken bazı noktalar olduğunu düşünüyorum.
Meslek itibarıyla sosyoloğum ("sorsan müslümanım" seviyesinde dindarlık gibi bir şey). Her geçen gün kendimi daha az sosyolog gibi hissediyorum. Şüphesiz ki bir süredir mesleğimi yapmamamın bunda payı vardır. Zaten, herkesin kendinden menkul sosyolog, siyaset bilimci vb olduğu Türkiye'de sosyologluğumun bir kıymeti yok. "Tahsil"in ve "tahsilli olma"nın eski prestijini yitirdiği bir dönemde sosyolojinin esamisi okunsa şaşarım. Tartışılan konu hakkında okumanın, araştırmanın tartışmaya ne katabileceğini görmezden gelenlere "en iyi siz bilirsiniz" demekten başka bir şey yapmaya -esefle itiraf ediyorum ki enerjim yok.
Dahası, on binlerce sayfadan, onlarca araştırmadan, pasif veya aktif parçası olunan onca akademik tartışmadan sonra kendimi affedersiniz tabula rasa gibi hissettiğim oluyor. Aldığım sosyoloji eğitiminden geriye, "söyle bakalım alican" diye sorulduğunda sıralayabileceğim türden bir bilgi birikimi kalmadı fakat senelerin süzgecinden süzülüp gelen ve yanıma kâr kalan bir sağduyudan bahsedebilirim. Keşke bunu sağduyudan daha iyi karşılayan bir sözcüğümüz olsaydı. Korkarım ki bir iddia barındıran her olguya içkin biraz kibir oluyor. Bazen "ben bunun okulunu okudum be kardeşim, bırak da senden biraz daha fazlasını bileyim" diye isyan edesiniz geliyor. Bizim mahallenin manavının dediği gibi "herkes kendi bildiği işi yapsın ablacım".
Yok yok, beklentim o kadar yüksek değil. Kendim de, beşeri bilimlerin doğa bilimlerinden ayrılan doğası gereği, "doğru şudur, yanlış budur, tek şeritli sebep-sonuç haritası da budur" minvalinde bir lakırdı ederek beklentiyi karşılayamam zaten. Peki ne yapabilirim ben, ne gelir elimden? "Gene en iyisini siz bilin kardeşim ama belki ben de olayın farklı veçhelerine farklı bakış açıları getirebilirim"* diyebilirim.
Mesela bunca hengame içinde benim dert edinmek zorunda kaldığım konu oy kullanmayanların ağır stigmatizasyonu oldu. İktidarın muhalefeti değil, muhalefetin kendi kendisini damgalayıp çarmıha germesinden bahsediyorum. İktidarın dilinin muhalefetin diline başarıyla sızdığını ve kendini "muhalif" diye tanımlayanlar tarafından da iştahla benimsendiğini gözlemliyorum ve bu tüylerimi diken diken ediyor. Yazacaklarımın anafikir özeti budur.
Kronolojik gideyim. Anımsayabildiğim kadarıyla son dönem sol muhalefetin bu kendi içinde cepheleşmesi 2010 referandumuyla başladı. AKP'nin bir demokrasi savunucusu olduğunu düşünen ve 12 Eylül ile hesaplaşacağı umudunu taşıyan yetmez-ama-evetçiler liboş, kör, naif, satılmış vb şeklinde stigmatize edildi. Yetmez-ama-evetçiler de boş durmayıp hayırcı dostlarını kemalistlik, faşistlik, statükoculuk vb ile suçladılar. 68'i 78'i omuz omuza yaşayan nice dost birbirini bir kalemde sildi, dostlukların üzeri çizildi, iletişim kanalları topyekun koptu (bu da dert edindiğim konuya dair).
Sonuçlarının 2010 kadar dramatik olmayacağını düşündüğüm 30 Mart 2014 yerel seçimi geldi çattı. Ana muhalefet partisinin çareyi cemaatte ve milliyetçi harekette aradığı bu seçimde, istese de istemese de chp'ye oy verenler vatanperver, hdp'ye oy verenler vatan haini ilan edildi. "Tatava" sözcüğü sözlüklerin tozlu sayfalarından çıkarılıp tekrar dolaşıma sokuldu ve matematik yerine politika yapmakla eş tutuldu. Tek adamdan kurtulmanın yakın vadede en hayati adım olduğuna inanan ve dolayısıyla istemeye istemeye ya da zamanla kendini istediğine inandırarak chp'ye oy veren sol kitle ile hdp'ye oy verecek olan kürt olmayan sol seçmen birbirine her fırsatta, her mecrada solculuk dersi verdi. Yakın tarihimizde sola ve "doğru" solculuğa dair bu denli yoğun ahkam kesildiğini hatırlamıyorum. Naçizane ben dahi, "vatan hainliği" söylemini benimsemememiz gerektiğini belirttiğim için hiç tanımadığım insanlar tarafından üç saniye içinde "vatan haini" ilan edildim, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. 30 Mart sürecinde sol içindeki ipler daha da gerildi. Sonuç? Son derece yüksek bir katılım oranı sağlandı, seçim sonuçlarının adaletini seçmen kendi ellerine aldı ve tabiri caizse bir seferberlik yaşandı fakat maalesef trafolara kedi girdi. Sonuç, aptal yerine konularak, göz göre göre yaşanan bir yenilgiydi.
Ve şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimleri... 10 Ağustos 2014. Bahisler kapanmadan herkes aceleyle son bahislerini oynadı çünkü siyasetin tadı at yarışı gibi çıkar. Neyse ki bu defa "oy bölme" söz konusu değildi, yani ekmel bey'e veya demirtaş'a oy verenler birbirlerine vatanperverlik dersi veremeyecekti fakat tahlilin olmadığı yerde bize düşman lazım. Aranan düşman çok geçmeden bulundu: Oy kullanmayanlar, seçmenin %30'u, diğer bir deyişle 13 milyon kişi. Vatan hainliği ihalesi bu defa da bu kitleye kaldı. 11 Ağustos 2014 itibarıyla bizi bekleyen karanlık geleceğin sorumluluğu tamamen bu kitlenin omuzlarında. Kim bunlar? Tatilciler ve boykotçular olarak kabaca iki kategoriye ayırabiliriz.
Peki ama kim bu yeni Türkiye'nin yeni "vatan hainleri"? Henüz elimizde sağlıklı bir veri yok. "En iyisini bilen" geniş vizyonlu anti-Erdoğan seçmenin kendinden menkul verilerine göre oy kullanmayanların çoğu chp seçmeni. Bu elbette ihtimaller dahilinde. Bu ihtimalin geçerli olması durumunda, ilerleyen zamanlarda rejimden şikayet edecek olurlarsa kendilerine, seçimin ikinci tura kalmamasında payları olduğu kibarca hatırlatılabilir. Şu an için ise kendilerine beddua etmenin, galiz küfürler savurmanın hiçbir anlamı yok. Farklı analizler okumaya, bunları birbiriyle tartıştırmaya (ana akım medyada izin verilen tartışma programlarından bahsetmiyorum) ve bu verileri kendi aklımızdan süzerek bir analize varmaya, yani emek vermeye ve analitik düşünmeye üşendiğimiz için kolaya kaçarak bir düşman yaratmak ve tüm enerjimizle o düşmana saldırmak, her şeyi onun omuzlarına yıkıp kurtulmaya çalışmak bize bir şey kazandırmaz. Belki biraz vicdanımızı aklar, "vatani görevini" yerine getirenlerin bu "asil" davranışları ile gurur duymasını sağlar ama uzun vadede muhalefeti iyice bölüp etkisizleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Politika, iki tane yetersizin birbirine laf sokmasından fazlasıdır. İlkokul matematiğinden, bahis oynamaktan kesinlikle çok daha fazladır. En basitinden, bir yaşam tahayyülü ve o tahayyül doğrultusunda dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Emek ister. Hele ki emeğin yüceliğini esas alan bir yaşam tahayyülünüz varsa daha da çok emek ister. O yüzden üşenmeyip, kolaya kaçmayıp düşünmemiz gerekiyor. Haziran 2013 ile Ağustos 2014 arasında ne değişti? Buraya nasıl geldik? Sandığa gitmeyenler kim? Demografik özellikleri, sosyoekonomik statüleri, oy verme davranışları ve 10 Ağustos günü sandığa gitmeme saikleri nedir? Anlamadan yargılamanın çok eğlenceli olduğuna eminim ama anlayıp dinlemek, anlamlandırmaya çalışmak da pek sıkıcı sayılmaz.
Dahası da var. Madem ki geçen sene topluca bir yaz gecesi rüyası görmedik ve Gezi'yi yaşadık, öyleyse sandığı fetişize etmeyi artık bırakmamalı mıyız? Değiştirmeye çalıştığımız, yıkmaya çalıştığımız ve korumaya çalıştığımız ne(ler)? T.C. devleti nedir, hangi yollardan geçmiştir? Her bir sözcüğü teker teker tartışmaya açılmalıdır: Türkiye ne kadar Türktür, ne kadar cumhuriyettir, T.C. nasıl bir devlettir? Terör nedir, şiddet kimin tekelindedir? Bugün iktidardaki zihniyet bir anda yerden mi bitmiştir? Mevcut durumu tek bir adamın/bir tek adamın psikopatolojisine indirgeyip beşeri dinamikleri ve tarihsel gelişimi hiçe sayarak açıklayabilir miyiz? Bir biz akıllıyız, başka herkes mal diye düşünerek rahatlamayı seçmeyeceksek ülkenin yarısı hangi saiklerle oy vermektedir? Ve tekrar başa: Oy vermeyenlerin oy vermeme hareketine yol açan ne olmuştur?
Sorular en az cevaplar kadar değerlidir. Kendi başına cevap sayılamayacak bir fikrim var: 30 Mart yerel seçimlerinin oy kullanma davranışımızda iz bırakan ciddi post-travmatik etkileri olduğu kanaatindeyim. Muhalefet etmekten aciz ana muhalefet, yersiz şekilde bir çatı aday çıkarmasının yanı sıra bu travmanın yaralarını sarmak ve bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair güvence vermek gibi adımlar da atmadı. Hatta, 10 Ağustos'ta oy kullanmayanların içinde Türkiye'nin en uzun seçimi 30 Mart'ı izleyen günlerde oylara sahip çıkmak için canhıraş şekilde uğraşan insanlar olduğunu seziyorum ve bu insanlarla konuşmak, hayal kırıklığını ilk ağızdan dinlemek isterdim.
10 yıllık seçmenlik tarihimde boykot hakkımı hiç kullanmadım. Ortada bir seçim olduğu yanılsamasını beslemeye devam etmeyi seçtim. Ben, kimi zaman matematiğin, kimi zaman da çözümsüzlüğün ve çaresizliğin esiri olarak, özgür irademle o perdelerin arkasına geçtim, o mühürleri bastım ve o zarfları o sandıkların içine bırakıverdim. Bazı insanlar da aynı özgür iradeyle, muhtemelen benimkinden daha özgür bir iradeyle oy kullanmamayı seçerler. En baştan başlayalım, adı üstünde bu bir "seçim". İster oy veririm, ister vermem. Oy vermemek de bir seçimdir ve elbette her seçim gibi belli bir sorumluluk içerir, fakat koca bir tarihin yükü ile pespaye siyasetçilerin pespaye siyasetlerinin sorumluluğu seçmenlerin omzuna yüklenemez. Boykot haktır. Boykotu yargılamadan önce boykota neden olan şartların, dinamiklerin anlaşılması gerekir. Bir zahmet.
Gelelim tatilcilere. Yani senelik izninin tarihini seçime göre ayarla(ya)mayanlara ve tatil yapacağı yerde oy kullanmak için başvuruda bulun(a)mayanlara. Bu davranışlarının nedeni 30 Mart'ın post-travmatik sonucu olan inançsızlık da olabilir, tamamen keyifleri de. Hani şu "kahyası mısın?" diye sorulan. Dediğim gibi, oy vermeyen kitle hakkında araştırma raporları yakında düşmeye başlar. O zaman daha sağlıklı tahliller yapabiliriz.
Şimdi, benim tek dileğim... kendi gerçekliğimizi inkar etmeden kafalarımızı kendi küçük dünyalarımızdan çıkarıp etrafa bir de öyle bakabilmemiz. Her seçimi ölüm kalım meselesi, her seçim sonucunu dünyanın sonu ilan ediyoruz ama her seferinde de hayat devam ediyor. Ne kadar düşman kesilirsek kesilelim birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Yaşayamayacağımız günler gelecektir belki ama yarın yine yüz yüze bakacağız. Demek istediğim, birbirimizin yüzüne tükürmeden önce belki birbirimizin yüzüne iyice bakmalıyız. Neresine tükürsem diye değil, anlamak için. Ancak anlarsak değiştirebiliriz. İktidardaki zihniyeti öfke ve nefret nesnesi haline getirmekten olabildiğince kaçınıp, o zihniyetin beşeri temellerini kavrayabilirsek hem o zihniyete etki edebilir, hem de kendimize çekidüzen verebiliriz. Her ne kadar sığ sularda çimmek eğlenceli olsa da anlamak, insanın çevresini olduğu kadar kendisini de dönüştürmesini, geliştirmesini sağlar.
İndirgemeciliğin nasıl geri teptiğini görmeye çalışabiliriz mesela. Bir tahayyülden, alternatif bir politikadan yoksun ve tüm siyasi duruşunu Erdoğan karşıtlığına indirgemiş olan "muhalif" kitlenin (ör."hele bir gitsin de gerisi hallolur")istisnasız her kötülüğü tek adamla açıklamaya çalışması, o tek adamın da kendisine karşıtlık ortak noktasında buluşan bu kitleleri Pensilvanya, geziciler, darbeciler, faiz lobisi vb şekilde yaftalayarak tek bir potada toplaması ve tabiri caizse "torba düşman"a indirgemesi ile sonuçlanıyor. Torba düşman, torba düşmana karşı. Böyle bir noktadan hareketle herhangi bir şeyi doğru düzgün anlamlandırabilmek imkansız.
Mevcut durumda, bizi daha iyi zamanların beklemediği aşikar. Bu zamanlarda yine dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan güç alacağız. Birbirimizi anlayıp destek olduğumuz, iletişim kanallarını tıkamadığımız ve birbirimizi sevmeyi başardığımız sürece yeni bir yaşam tahayyül etmeye değer olacak. Vatanperverliği, vatan hainliğini bir kenara bırakalım. Bu söylemlerin varoluş amacı düşman yaratmaktan başka bir şey değil. Oysa vatan biziz, hepimiziz. Vatan; sohbetine doyamadığımız insanlar, su verdiğimiz sokak hayvanları, gidince keyiflendiğimiz yerler, aklımıza gelince gülümsediğimiz anılar... uğruna mücadele edilen, edilmesi gereken "vatan" bundan başka bir şey değil. Asıl bunları kaybedersek vatansız kalırız.
Kısaca, düşmanca söylemleri iştahla benimsemeyi bir kenara bırakıp birbirimizi anlamaya, dinlemeye çalışalım diyorum. Bunun için emek verelim ki uğruna mücadele edilecek bir vatanımız, tahayyül edebileceğimiz bir istikbalimiz kalsın.
Sevgiler,
Leyla
*Tek bir evrensel doğru olduğuna inananlara kıtaların hızlandırılmış hareketini izletmek isterdim. Bize göre hareketsizler ama aslında fıldır fıldır dönüyorlar. Algımız varlığımızla sınırlı, eyvallah ama bu tarihsel sınırlılığın bilincinde olmak mühim.
Dert edindiğim bir konu var ve hakkında kısa bir not düşmek istiyorum. Fakat ondan önce belirtmem gereken bazı noktalar olduğunu düşünüyorum.
Meslek itibarıyla sosyoloğum ("sorsan müslümanım" seviyesinde dindarlık gibi bir şey). Her geçen gün kendimi daha az sosyolog gibi hissediyorum. Şüphesiz ki bir süredir mesleğimi yapmamamın bunda payı vardır. Zaten, herkesin kendinden menkul sosyolog, siyaset bilimci vb olduğu Türkiye'de sosyologluğumun bir kıymeti yok. "Tahsil"in ve "tahsilli olma"nın eski prestijini yitirdiği bir dönemde sosyolojinin esamisi okunsa şaşarım. Tartışılan konu hakkında okumanın, araştırmanın tartışmaya ne katabileceğini görmezden gelenlere "en iyi siz bilirsiniz" demekten başka bir şey yapmaya -esefle itiraf ediyorum ki enerjim yok.
Dahası, on binlerce sayfadan, onlarca araştırmadan, pasif veya aktif parçası olunan onca akademik tartışmadan sonra kendimi affedersiniz tabula rasa gibi hissettiğim oluyor. Aldığım sosyoloji eğitiminden geriye, "söyle bakalım alican" diye sorulduğunda sıralayabileceğim türden bir bilgi birikimi kalmadı fakat senelerin süzgecinden süzülüp gelen ve yanıma kâr kalan bir sağduyudan bahsedebilirim. Keşke bunu sağduyudan daha iyi karşılayan bir sözcüğümüz olsaydı. Korkarım ki bir iddia barındıran her olguya içkin biraz kibir oluyor. Bazen "ben bunun okulunu okudum be kardeşim, bırak da senden biraz daha fazlasını bileyim" diye isyan edesiniz geliyor. Bizim mahallenin manavının dediği gibi "herkes kendi bildiği işi yapsın ablacım".
Yok yok, beklentim o kadar yüksek değil. Kendim de, beşeri bilimlerin doğa bilimlerinden ayrılan doğası gereği, "doğru şudur, yanlış budur, tek şeritli sebep-sonuç haritası da budur" minvalinde bir lakırdı ederek beklentiyi karşılayamam zaten. Peki ne yapabilirim ben, ne gelir elimden? "Gene en iyisini siz bilin kardeşim ama belki ben de olayın farklı veçhelerine farklı bakış açıları getirebilirim"* diyebilirim.
Mesela bunca hengame içinde benim dert edinmek zorunda kaldığım konu oy kullanmayanların ağır stigmatizasyonu oldu. İktidarın muhalefeti değil, muhalefetin kendi kendisini damgalayıp çarmıha germesinden bahsediyorum. İktidarın dilinin muhalefetin diline başarıyla sızdığını ve kendini "muhalif" diye tanımlayanlar tarafından da iştahla benimsendiğini gözlemliyorum ve bu tüylerimi diken diken ediyor. Yazacaklarımın anafikir özeti budur.
Kronolojik gideyim. Anımsayabildiğim kadarıyla son dönem sol muhalefetin bu kendi içinde cepheleşmesi 2010 referandumuyla başladı. AKP'nin bir demokrasi savunucusu olduğunu düşünen ve 12 Eylül ile hesaplaşacağı umudunu taşıyan yetmez-ama-evetçiler liboş, kör, naif, satılmış vb şeklinde stigmatize edildi. Yetmez-ama-evetçiler de boş durmayıp hayırcı dostlarını kemalistlik, faşistlik, statükoculuk vb ile suçladılar. 68'i 78'i omuz omuza yaşayan nice dost birbirini bir kalemde sildi, dostlukların üzeri çizildi, iletişim kanalları topyekun koptu (bu da dert edindiğim konuya dair).
Sonuçlarının 2010 kadar dramatik olmayacağını düşündüğüm 30 Mart 2014 yerel seçimi geldi çattı. Ana muhalefet partisinin çareyi cemaatte ve milliyetçi harekette aradığı bu seçimde, istese de istemese de chp'ye oy verenler vatanperver, hdp'ye oy verenler vatan haini ilan edildi. "Tatava" sözcüğü sözlüklerin tozlu sayfalarından çıkarılıp tekrar dolaşıma sokuldu ve matematik yerine politika yapmakla eş tutuldu. Tek adamdan kurtulmanın yakın vadede en hayati adım olduğuna inanan ve dolayısıyla istemeye istemeye ya da zamanla kendini istediğine inandırarak chp'ye oy veren sol kitle ile hdp'ye oy verecek olan kürt olmayan sol seçmen birbirine her fırsatta, her mecrada solculuk dersi verdi. Yakın tarihimizde sola ve "doğru" solculuğa dair bu denli yoğun ahkam kesildiğini hatırlamıyorum. Naçizane ben dahi, "vatan hainliği" söylemini benimsemememiz gerektiğini belirttiğim için hiç tanımadığım insanlar tarafından üç saniye içinde "vatan haini" ilan edildim, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. 30 Mart sürecinde sol içindeki ipler daha da gerildi. Sonuç? Son derece yüksek bir katılım oranı sağlandı, seçim sonuçlarının adaletini seçmen kendi ellerine aldı ve tabiri caizse bir seferberlik yaşandı fakat maalesef trafolara kedi girdi. Sonuç, aptal yerine konularak, göz göre göre yaşanan bir yenilgiydi.
Ve şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimleri... 10 Ağustos 2014. Bahisler kapanmadan herkes aceleyle son bahislerini oynadı çünkü siyasetin tadı at yarışı gibi çıkar. Neyse ki bu defa "oy bölme" söz konusu değildi, yani ekmel bey'e veya demirtaş'a oy verenler birbirlerine vatanperverlik dersi veremeyecekti fakat tahlilin olmadığı yerde bize düşman lazım. Aranan düşman çok geçmeden bulundu: Oy kullanmayanlar, seçmenin %30'u, diğer bir deyişle 13 milyon kişi. Vatan hainliği ihalesi bu defa da bu kitleye kaldı. 11 Ağustos 2014 itibarıyla bizi bekleyen karanlık geleceğin sorumluluğu tamamen bu kitlenin omuzlarında. Kim bunlar? Tatilciler ve boykotçular olarak kabaca iki kategoriye ayırabiliriz.
Peki ama kim bu yeni Türkiye'nin yeni "vatan hainleri"? Henüz elimizde sağlıklı bir veri yok. "En iyisini bilen" geniş vizyonlu anti-Erdoğan seçmenin kendinden menkul verilerine göre oy kullanmayanların çoğu chp seçmeni. Bu elbette ihtimaller dahilinde. Bu ihtimalin geçerli olması durumunda, ilerleyen zamanlarda rejimden şikayet edecek olurlarsa kendilerine, seçimin ikinci tura kalmamasında payları olduğu kibarca hatırlatılabilir. Şu an için ise kendilerine beddua etmenin, galiz küfürler savurmanın hiçbir anlamı yok. Farklı analizler okumaya, bunları birbiriyle tartıştırmaya (ana akım medyada izin verilen tartışma programlarından bahsetmiyorum) ve bu verileri kendi aklımızdan süzerek bir analize varmaya, yani emek vermeye ve analitik düşünmeye üşendiğimiz için kolaya kaçarak bir düşman yaratmak ve tüm enerjimizle o düşmana saldırmak, her şeyi onun omuzlarına yıkıp kurtulmaya çalışmak bize bir şey kazandırmaz. Belki biraz vicdanımızı aklar, "vatani görevini" yerine getirenlerin bu "asil" davranışları ile gurur duymasını sağlar ama uzun vadede muhalefeti iyice bölüp etkisizleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Politika, iki tane yetersizin birbirine laf sokmasından fazlasıdır. İlkokul matematiğinden, bahis oynamaktan kesinlikle çok daha fazladır. En basitinden, bir yaşam tahayyülü ve o tahayyül doğrultusunda dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Emek ister. Hele ki emeğin yüceliğini esas alan bir yaşam tahayyülünüz varsa daha da çok emek ister. O yüzden üşenmeyip, kolaya kaçmayıp düşünmemiz gerekiyor. Haziran 2013 ile Ağustos 2014 arasında ne değişti? Buraya nasıl geldik? Sandığa gitmeyenler kim? Demografik özellikleri, sosyoekonomik statüleri, oy verme davranışları ve 10 Ağustos günü sandığa gitmeme saikleri nedir? Anlamadan yargılamanın çok eğlenceli olduğuna eminim ama anlayıp dinlemek, anlamlandırmaya çalışmak da pek sıkıcı sayılmaz.
Dahası da var. Madem ki geçen sene topluca bir yaz gecesi rüyası görmedik ve Gezi'yi yaşadık, öyleyse sandığı fetişize etmeyi artık bırakmamalı mıyız? Değiştirmeye çalıştığımız, yıkmaya çalıştığımız ve korumaya çalıştığımız ne(ler)? T.C. devleti nedir, hangi yollardan geçmiştir? Her bir sözcüğü teker teker tartışmaya açılmalıdır: Türkiye ne kadar Türktür, ne kadar cumhuriyettir, T.C. nasıl bir devlettir? Terör nedir, şiddet kimin tekelindedir? Bugün iktidardaki zihniyet bir anda yerden mi bitmiştir? Mevcut durumu tek bir adamın/bir tek adamın psikopatolojisine indirgeyip beşeri dinamikleri ve tarihsel gelişimi hiçe sayarak açıklayabilir miyiz? Bir biz akıllıyız, başka herkes mal diye düşünerek rahatlamayı seçmeyeceksek ülkenin yarısı hangi saiklerle oy vermektedir? Ve tekrar başa: Oy vermeyenlerin oy vermeme hareketine yol açan ne olmuştur?
Sorular en az cevaplar kadar değerlidir. Kendi başına cevap sayılamayacak bir fikrim var: 30 Mart yerel seçimlerinin oy kullanma davranışımızda iz bırakan ciddi post-travmatik etkileri olduğu kanaatindeyim. Muhalefet etmekten aciz ana muhalefet, yersiz şekilde bir çatı aday çıkarmasının yanı sıra bu travmanın yaralarını sarmak ve bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair güvence vermek gibi adımlar da atmadı. Hatta, 10 Ağustos'ta oy kullanmayanların içinde Türkiye'nin en uzun seçimi 30 Mart'ı izleyen günlerde oylara sahip çıkmak için canhıraş şekilde uğraşan insanlar olduğunu seziyorum ve bu insanlarla konuşmak, hayal kırıklığını ilk ağızdan dinlemek isterdim.
10 yıllık seçmenlik tarihimde boykot hakkımı hiç kullanmadım. Ortada bir seçim olduğu yanılsamasını beslemeye devam etmeyi seçtim. Ben, kimi zaman matematiğin, kimi zaman da çözümsüzlüğün ve çaresizliğin esiri olarak, özgür irademle o perdelerin arkasına geçtim, o mühürleri bastım ve o zarfları o sandıkların içine bırakıverdim. Bazı insanlar da aynı özgür iradeyle, muhtemelen benimkinden daha özgür bir iradeyle oy kullanmamayı seçerler. En baştan başlayalım, adı üstünde bu bir "seçim". İster oy veririm, ister vermem. Oy vermemek de bir seçimdir ve elbette her seçim gibi belli bir sorumluluk içerir, fakat koca bir tarihin yükü ile pespaye siyasetçilerin pespaye siyasetlerinin sorumluluğu seçmenlerin omzuna yüklenemez. Boykot haktır. Boykotu yargılamadan önce boykota neden olan şartların, dinamiklerin anlaşılması gerekir. Bir zahmet.
Gelelim tatilcilere. Yani senelik izninin tarihini seçime göre ayarla(ya)mayanlara ve tatil yapacağı yerde oy kullanmak için başvuruda bulun(a)mayanlara. Bu davranışlarının nedeni 30 Mart'ın post-travmatik sonucu olan inançsızlık da olabilir, tamamen keyifleri de. Hani şu "kahyası mısın?" diye sorulan. Dediğim gibi, oy vermeyen kitle hakkında araştırma raporları yakında düşmeye başlar. O zaman daha sağlıklı tahliller yapabiliriz.
Şimdi, benim tek dileğim... kendi gerçekliğimizi inkar etmeden kafalarımızı kendi küçük dünyalarımızdan çıkarıp etrafa bir de öyle bakabilmemiz. Her seçimi ölüm kalım meselesi, her seçim sonucunu dünyanın sonu ilan ediyoruz ama her seferinde de hayat devam ediyor. Ne kadar düşman kesilirsek kesilelim birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Yaşayamayacağımız günler gelecektir belki ama yarın yine yüz yüze bakacağız. Demek istediğim, birbirimizin yüzüne tükürmeden önce belki birbirimizin yüzüne iyice bakmalıyız. Neresine tükürsem diye değil, anlamak için. Ancak anlarsak değiştirebiliriz. İktidardaki zihniyeti öfke ve nefret nesnesi haline getirmekten olabildiğince kaçınıp, o zihniyetin beşeri temellerini kavrayabilirsek hem o zihniyete etki edebilir, hem de kendimize çekidüzen verebiliriz. Her ne kadar sığ sularda çimmek eğlenceli olsa da anlamak, insanın çevresini olduğu kadar kendisini de dönüştürmesini, geliştirmesini sağlar.
İndirgemeciliğin nasıl geri teptiğini görmeye çalışabiliriz mesela. Bir tahayyülden, alternatif bir politikadan yoksun ve tüm siyasi duruşunu Erdoğan karşıtlığına indirgemiş olan "muhalif" kitlenin (ör."hele bir gitsin de gerisi hallolur")istisnasız her kötülüğü tek adamla açıklamaya çalışması, o tek adamın da kendisine karşıtlık ortak noktasında buluşan bu kitleleri Pensilvanya, geziciler, darbeciler, faiz lobisi vb şekilde yaftalayarak tek bir potada toplaması ve tabiri caizse "torba düşman"a indirgemesi ile sonuçlanıyor. Torba düşman, torba düşmana karşı. Böyle bir noktadan hareketle herhangi bir şeyi doğru düzgün anlamlandırabilmek imkansız.
Mevcut durumda, bizi daha iyi zamanların beklemediği aşikar. Bu zamanlarda yine dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan güç alacağız. Birbirimizi anlayıp destek olduğumuz, iletişim kanallarını tıkamadığımız ve birbirimizi sevmeyi başardığımız sürece yeni bir yaşam tahayyül etmeye değer olacak. Vatanperverliği, vatan hainliğini bir kenara bırakalım. Bu söylemlerin varoluş amacı düşman yaratmaktan başka bir şey değil. Oysa vatan biziz, hepimiziz. Vatan; sohbetine doyamadığımız insanlar, su verdiğimiz sokak hayvanları, gidince keyiflendiğimiz yerler, aklımıza gelince gülümsediğimiz anılar... uğruna mücadele edilen, edilmesi gereken "vatan" bundan başka bir şey değil. Asıl bunları kaybedersek vatansız kalırız.
Kısaca, düşmanca söylemleri iştahla benimsemeyi bir kenara bırakıp birbirimizi anlamaya, dinlemeye çalışalım diyorum. Bunun için emek verelim ki uğruna mücadele edilecek bir vatanımız, tahayyül edebileceğimiz bir istikbalimiz kalsın.
Sevgiler,
Leyla
*Tek bir evrensel doğru olduğuna inananlara kıtaların hızlandırılmış hareketini izletmek isterdim. Bize göre hareketsizler ama aslında fıldır fıldır dönüyorlar. Algımız varlığımızla sınırlı, eyvallah ama bu tarihsel sınırlılığın bilincinde olmak mühim.
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Dün Gibi
Az önce 45'lik dinlerken bu şarkı çıktı karşıma. Son yıllardaki hikayesi ise galiba şu:
"Çağan Irmak'ın yönettiği 'Issız Adam'ın sırrını filmin müzik danışmanı Hakan Eren 'Orada Neler Oluyor'da açıkladı. Hakan Eren "Aslında Çağan Irmak ve ben Ayla Dikmen'in 'Anlamazdın' şarkısını seçmemiştik. Gün Yüksel'in 'Her Şey Dün Gibi' şarkısına karar verilmişti. Ancak tüm aramalarımıza rağmen Gün Hanım'ı bulamadık. Bunun üzerine Ayla Dikmen'e karar verildi."
11 Temmuz 2014 Cuma
Kimse Ölmemiş Gibi
Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten.
Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok.
Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte.
Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.
O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden.
Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım.
Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce.
İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim.
Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz.
Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum.
Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses.
Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız.
Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur!
Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok.
Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte.
Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.
O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden.
Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım.
Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce.
İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim.
Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz.
Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum.
Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses.
Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız.
Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur!
7 Temmuz 2014 Pazartesi
3 Temmuz 2014 Perşembe
30 Haziran 2014 Pazartesi
temenni
yaşlanmak, yaşlandıkça yeni anlamlar kazanıyor. senden genç insanların fazlalaşması mesela ya da gittikçe daha fazla ölü insan tanımak.
sanırım artık, karşılıklı keyifle rakı içmiş olduğum insanların geride farklı bir boşluk, bir yara bırakarak gittiklerini söyleyebilecek kadar çok insan kaybettim. bugün, az önce aldığım boktan ve hiç beklenmedik bir haberle bunu fark ettim.
yirmi beş yıldır tanıdığım bir abimi kaybettim. hiç gideceği olmayan güzel bir insan.
karşılıklı rakı içtiğimiz akşamlar geldi aklıma. "iyi içiyorsun" derdi, iyi de içerdik. o yaz tek kalıyordum, annemler yoktu. yalnız, belki meşrebince "sahipsiz" bırakmazdı beni. o bana eşlik ederdi, ben de ona.
bazı yazlar -hep beraberiz o zaman- yine rakı içmişiz, güzeliz, "hadi yan koya geçelim motorla, yakamoza gidelim" derdim. giderdik. yakamozu esirgemezdi hiç.
kınamı mazı'da yapacakmışız. tamam derdim. kına ne ola ki?
bir kadeh rakı koydum ardından. ne yapacağımı bilemedim, bir kadeh rakı koydum. ağlayıp ağlayıp yudumladım.
iş beklesin dedim bir saat. ömür... ömür geçiyor. işi gücü dert edemeyecek kadar kısa ömür. her akşam sevdiklerimizle rakı içmemizi gerektirecek kadar kısa.
ama ne güzel şey ardından kadeh kaldırılan insan olmak. gülen gözlerle, yakamozla hatırlanmak. o gün geldiğinde benim de ardımdan kadehler kalkar umarım.
çocukluğum, ilk gençliğim, ilk rakım ve her rakım ve tüm yakamozlar için teşekkür ederim.
"mazı'nın gülü"/"çıplak ayaklı kontes"
sanırım artık, karşılıklı keyifle rakı içmiş olduğum insanların geride farklı bir boşluk, bir yara bırakarak gittiklerini söyleyebilecek kadar çok insan kaybettim. bugün, az önce aldığım boktan ve hiç beklenmedik bir haberle bunu fark ettim.
yirmi beş yıldır tanıdığım bir abimi kaybettim. hiç gideceği olmayan güzel bir insan.
karşılıklı rakı içtiğimiz akşamlar geldi aklıma. "iyi içiyorsun" derdi, iyi de içerdik. o yaz tek kalıyordum, annemler yoktu. yalnız, belki meşrebince "sahipsiz" bırakmazdı beni. o bana eşlik ederdi, ben de ona.
bazı yazlar -hep beraberiz o zaman- yine rakı içmişiz, güzeliz, "hadi yan koya geçelim motorla, yakamoza gidelim" derdim. giderdik. yakamozu esirgemezdi hiç.
kınamı mazı'da yapacakmışız. tamam derdim. kına ne ola ki?
bir kadeh rakı koydum ardından. ne yapacağımı bilemedim, bir kadeh rakı koydum. ağlayıp ağlayıp yudumladım.
iş beklesin dedim bir saat. ömür... ömür geçiyor. işi gücü dert edemeyecek kadar kısa ömür. her akşam sevdiklerimizle rakı içmemizi gerektirecek kadar kısa.
ama ne güzel şey ardından kadeh kaldırılan insan olmak. gülen gözlerle, yakamozla hatırlanmak. o gün geldiğinde benim de ardımdan kadehler kalkar umarım.
çocukluğum, ilk gençliğim, ilk rakım ve her rakım ve tüm yakamozlar için teşekkür ederim.
"mazı'nın gülü"/"çıplak ayaklı kontes"
24 Haziran 2014 Salı
16 Mayıs 2014 Cuma
29 Nisan 2014 Salı
Bungun ile Mağmum
Sema Kaygusuz olsa "bungun", Adalet Ağaoğlu olsa "mağmum" derdi. Ben ise tamamen hıyarlığımdan "hava kapalıydı" demekle yetineceğim. Hava kapalıydı, hatta kapalı bir gündü. Yani gün olduğu gibi içine kapanmıştı sanki. Bebek İskelesinden Anadolu Hisarı'na gitmek üzere motora binmiştik. Denizin ortasına geldiğimizde köprü tam karşımızda, az uzağımızdaydı. Durduğumuz noktadan -aslında durmamıştık, benim kafam durmuştu yalnız- köprüye ve ayaklarına baktığımda, bir gömlek yakası ile o yakalara yapışmış iki el gördüm. Eller sıkıca kavradıkları iki yakayı bir araya getiriyorlardı ama iyi anlamda değil. Yakasına yapışılmış boynun gerisini görebilseydim ayaklarının zaman zaman yerden, yer yer zamandan ayrıldığını görürdüm muhtemelen.
Göksu Deresinin kıyısına oturduk sonra. Gün iyice kapandığından yolun bundan sonrasına siyah beyaz devam edecektik. Ceketim siyah, rakım beyazdı mesela. Dere ilkten biraz kötü koksa da insan nelere alışmıyor, akşam oluyordu. Kör bir insan için akşam ne kadar akşamsa kapalı gün de o kadar akşama dönüyordu işte. Dereye takıldı gözüm, kara kara kuşlar yüzüyorlardı. Uçuyor olsalar yalpalıyorlar derdim, onlar ağaç dalları ve yapraklarıyla birlikte hafifçe dalgalanıyorlardı. Dereye neden Göksu dendiğini anladım o zaman. Anlamak için biraz dalgalanmam gerekiyordu. Durulmak isteğe tabi.
26 Nisan 2014 Cumartesi
Gündüz Düşü
Şehirler arası otobüs Hereke'den geçerken neden bilmiyorum, kitaptan kafamı kaldırıp pencereden dışarı baktım. Akşamüstü güneşiyle ışıldayan bir deniz ve kıyısındaki iki üç katlı evleri görünce... size de olur mu bilmiyorum, saniyelik bir düşünce geçti aklımdan. Düşünce demek doğru değil belki, bir hayal, anlık bir gündüz düşü.
Yanıma bin lira, üç beş de eşya alıp otogara gitsem. Dört bir yanda yazan yer isimlerine iştahla baksam, az sonra kalkacak otobüslerine müşteri arayan çığırtkanları müzik gibi dinlesem yine. Ama bu defa izleyip kulak kabartmakla kalmasam da, tamamen öylesine yanaşsam bir firmanın bankosuna ve "bir bilet" desem. "Tek bayan, tek gidiş". Firma öylesine ama istikamet az çok belli: Doğu Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de küçük bir sahil kasabası.
Otobüsün koltukları alabildiğine sert ve rahatsız, biliyorum. Kesif bir kokunun gitmemek üzere çökmüş olduğunu da biliyorum ama koku, insanın en zahmetsiz alıştığı şey belki de. Yanımda oturan kadın yedi yaşındaki çocuğu için ikinci bir bilet almamış, almayacaktır, biliyorum. Olsun, çocuğu aramıza oturtur, gerekirse kucağımızda uyuturuz, ne var.
Sabaha inerim otobüsten. O birkaç merdivenden inip de yere ayak bastığım anki duygumu daha düşlerken bile duyabiliyorum. Önce bir içime çekerim havayı. Denize doğru yürürüm sonra, vuslatın bir tadına varırım. Sonra arkama dönüp dağlarının sisini, yeşilini öperim. Bir yerinden illa ki berrak bir su çağlıyordur, o suyu arar gözlerim. Gözlerim hep suyu arar zaten.
Karnım acıkmıştır biliyorum. Kasaba ya, vardır kadınların gidip oturabildiği bir iki yeri. Belki biraz yürürüm ama illa ki bulurum bir pastane bir şey. En kötü bir poğaça alır kumsalda yerim. En kötü ihtimale bak. Ama sanmıyorum ki çaysız kosunlar. Çaysız olmaz.
Açlığımı bastırınca dükkanlara bakmaya başlarım. Bir çeyiz dükkanı bulacağım. Çeyizci teyzeler oldum olası severler beni. Gidip iş istesem o teyzeden. Böyle böyle desem, ben geldim, benden daha güler yüzlü tezgahtar bulamazsın. Çok çalışırım, hiç yorulmam, çok da para istemem. Kiralık bir ev bulup tutmam iki günden fazla sürmez. Denize bakan eski bir Rum evi olsun diye inat edersem üç dört gün de sürebilir ama bulurum. Bin liramın en fazla yarısı kiraya gider. Geri kalanıyla ilk ay üç beş bir şeyler alırım eve. Öteberi, birkaç eşya.
Çok değil iki hafta sonra görebiliyorum kendimi: Başımda yemeni, elimde kına. Akşamları çayımı demleyip içiyorum. Ayağımda patikler. Olmazsa olmazlarım yok bu hayalde, ne kitaplarım ne rakım. Kurduğum en basit hayal, gerçekten en uzağı belki. Doğu Karadeniz'in sisli yeşil dağlarının tepesinden çağlayan sular, falezlerinde patlayan dalgalar misali bir hayal işte. Güçlü, yalın, anlık bir şey.
Bir an sürdü gerçekten. Sonra gerçekler belirdi ellerinde baltalarıyla. Bırakmazlar, biliyorum, evlendirmeye çalışırlar. Ben ayak diredikçe de laf söz olur, adım çıkar, yaşatmazlar. Nerede yaşatıyorlar ki zaten. Hayal burada bitiyor. Hereke'yi de geçtik zaten.
Yanıma bin lira, üç beş de eşya alıp otogara gitsem. Dört bir yanda yazan yer isimlerine iştahla baksam, az sonra kalkacak otobüslerine müşteri arayan çığırtkanları müzik gibi dinlesem yine. Ama bu defa izleyip kulak kabartmakla kalmasam da, tamamen öylesine yanaşsam bir firmanın bankosuna ve "bir bilet" desem. "Tek bayan, tek gidiş". Firma öylesine ama istikamet az çok belli: Doğu Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de küçük bir sahil kasabası.
Otobüsün koltukları alabildiğine sert ve rahatsız, biliyorum. Kesif bir kokunun gitmemek üzere çökmüş olduğunu da biliyorum ama koku, insanın en zahmetsiz alıştığı şey belki de. Yanımda oturan kadın yedi yaşındaki çocuğu için ikinci bir bilet almamış, almayacaktır, biliyorum. Olsun, çocuğu aramıza oturtur, gerekirse kucağımızda uyuturuz, ne var.
Sabaha inerim otobüsten. O birkaç merdivenden inip de yere ayak bastığım anki duygumu daha düşlerken bile duyabiliyorum. Önce bir içime çekerim havayı. Denize doğru yürürüm sonra, vuslatın bir tadına varırım. Sonra arkama dönüp dağlarının sisini, yeşilini öperim. Bir yerinden illa ki berrak bir su çağlıyordur, o suyu arar gözlerim. Gözlerim hep suyu arar zaten.
Karnım acıkmıştır biliyorum. Kasaba ya, vardır kadınların gidip oturabildiği bir iki yeri. Belki biraz yürürüm ama illa ki bulurum bir pastane bir şey. En kötü bir poğaça alır kumsalda yerim. En kötü ihtimale bak. Ama sanmıyorum ki çaysız kosunlar. Çaysız olmaz.
Açlığımı bastırınca dükkanlara bakmaya başlarım. Bir çeyiz dükkanı bulacağım. Çeyizci teyzeler oldum olası severler beni. Gidip iş istesem o teyzeden. Böyle böyle desem, ben geldim, benden daha güler yüzlü tezgahtar bulamazsın. Çok çalışırım, hiç yorulmam, çok da para istemem. Kiralık bir ev bulup tutmam iki günden fazla sürmez. Denize bakan eski bir Rum evi olsun diye inat edersem üç dört gün de sürebilir ama bulurum. Bin liramın en fazla yarısı kiraya gider. Geri kalanıyla ilk ay üç beş bir şeyler alırım eve. Öteberi, birkaç eşya.
Çok değil iki hafta sonra görebiliyorum kendimi: Başımda yemeni, elimde kına. Akşamları çayımı demleyip içiyorum. Ayağımda patikler. Olmazsa olmazlarım yok bu hayalde, ne kitaplarım ne rakım. Kurduğum en basit hayal, gerçekten en uzağı belki. Doğu Karadeniz'in sisli yeşil dağlarının tepesinden çağlayan sular, falezlerinde patlayan dalgalar misali bir hayal işte. Güçlü, yalın, anlık bir şey.
Bir an sürdü gerçekten. Sonra gerçekler belirdi ellerinde baltalarıyla. Bırakmazlar, biliyorum, evlendirmeye çalışırlar. Ben ayak diredikçe de laf söz olur, adım çıkar, yaşatmazlar. Nerede yaşatıyorlar ki zaten. Hayal burada bitiyor. Hereke'yi de geçtik zaten.
21 Nisan 2014 Pazartesi
Nergis Hanım
33. İstanbul Film Festivali'nin sonunda Altın Lale Ulusal Yarışma ödüllerinden Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü "Nergis Hanım" filmiyle Görkem Şarkan aldı.
Daha önce Görkem'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı iki oyun izleme fırsatım olmuştu: "Yok Oğlum Biz Evdeyiz" ve "Çatı". Aynı adamın, hayatla olan derdini alıp sinema diline de tercüme edebilmiş olmasını açıkçası etkileyici buldum. Kendisinin ilk gösterimden hemen önce dediği gibi "baya baya film olmuş bu". Hatta ironi aromalı tabirle "sanat filmi" olmuş baya baya.
Bundan sonra ister tiyatro yapsın, isterse sinema filmi çeksin, Görkem'in işlerini başkalarının işlerinden artık ayırt edebileceğimi düşünüyorum ve bu, 29 yaşında bir adam için ciddi bir başarı sayılmalı. Gişeye oynayan işlerin aksine onun işleri, seyircisinin sırtını sıvazlayıp göndermiyor. "Aferin çok iyi gidiyorsun, aynen böyle devam" demiyor. Rahatsız ediyor. Görkem genelde gözümüzün önünde olduğu halde görmediğimiz, görmek istemediğimiz şeyleri gözümüze sokuyor. Hikayeleri genelde dört duvar arasında, mahremde yaşanıyor fakat derdi, dört duvar arasına sığacak gibi değil. Esasen Şarkan'ın olayı, gündelik hayattan bir kesit alıp çıkararak onun üzerinden toplumsal kurumları ve normları tartışmaya açması.
Nergis Hanım filminde de bu dertle uğraşmaya devam ediyor. Üstelik bu defa, belki de daha önce hiç yapmadığı kadar kendi hayatından yola çıkarak bunu yapıyor. Kendi anneannesinin rahatsızlığından yola çıkıp, yine anneannesinin oturduğu evin odalarında dolaştırıyor izleyiciyi. Bazen de odaya sokmayıp buzlu camın ardından gösteriyor olan biteni.
Filme adını veren Nergis Hanım alzheimer hastası yaşlı bir kadın ve orta yaşlı oğlu Ekrem'le birlikte yaşıyor. Hemen herkesin hayatında alzheimer hastası bir aile büyüğü olduğu için hemen herkes benzer tepkiler veriyor "benim anneannem/babaannem de...". Öte yandan çoğumuz, bu durumu, bu iki kişilik dünyayı kırk yılın başı ziyarete gelen torunların konforlu mesafesinden izliyoruz. Oysa Ekrem'in yaşadığı hayat düpedüz bir kabus, kırılıp yen içinde kalan kol gibi bir hayat.
Nergis Hanım, kendisine bakan oğlu Ekrem de dahil kimseyi tanımıyor. Ekrem'in kendine ait bir hayatı yok, bir emekli maaşı haricinde bir geliri de yok. Bilincini yitirmiş dört duvar arasında ana-oğul baş başa ve kıt kanaat geçiniyorlar. Nergis Hanım her şeyden bihaber, ara sıra attığı gülümseyen bakışlarla izleyicinin yüreğini eritiyor. O nasıl Ekrem'i tanıyamıyorsa, Ekrem de artık bu yaşlı kadını tanımakta zorlanıyor. Nergis Hanım hâlâ annesi mi, gerçekten yaşıyor mu? Ekrem'in, merhamet ve kin duyguları arasında salınmasını izliyoruz. Settar Tanrıöğen, Ekrem'in bu salınımını ve bıkkınlığını aktarırken Settar Tanrıöğenliğini konuşturuyor. Normal bir ana-oğul ilişkisi olmaktan çıkıp karşılıklı hayatta kalma -ama hangi hayatta, nasıl kalma- hikayesine dönüşmüş bir ilişkiyi kanepede Ekrem'in yanına oturup izliyoruz. Anacığını hâlâ çok seven ama içten içe onu suçlayıp, zaman zaman da ölmesini isteyen aynı kişi, bizim de çok yakınlarımızdan, tanıdığımız birileri.
Ekrem, hastalıkla birlikte kimliği aşınan annesine bakarken kendi kimliği de dönüşedursun biz, en küçük torunu canlandıran Begüm Akkaya'nın, anneannesinin kendisini tanımaması karşısında attığı şaşkın bakışlarda kendi suretimizi apaçık görebiliyoruz. Fakat kanımca filmi sırtlayıp götüren Zerrin Sümer olmuş. İnsanda şapka çıkarma isteği uyandırıyor. Salonda gülüşmelere neden olan sahnelerde bile ağladı-ağlayacak ifademi yüzümde bırakan, kendisinin devleşen oyunculuğu olsa gerek.
Velhasılı kelam, Nergis Hanım'ı izleyiniz. Görkem Şarkan'ı da takipte kalınız. Hayatla, yaşadığı toplumla bir derdi olan insanların anlattıklarına kulak kabartmakta her zaman fayda vardır efendim.
Daha önce Görkem'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı iki oyun izleme fırsatım olmuştu: "Yok Oğlum Biz Evdeyiz" ve "Çatı". Aynı adamın, hayatla olan derdini alıp sinema diline de tercüme edebilmiş olmasını açıkçası etkileyici buldum. Kendisinin ilk gösterimden hemen önce dediği gibi "baya baya film olmuş bu". Hatta ironi aromalı tabirle "sanat filmi" olmuş baya baya.
Bundan sonra ister tiyatro yapsın, isterse sinema filmi çeksin, Görkem'in işlerini başkalarının işlerinden artık ayırt edebileceğimi düşünüyorum ve bu, 29 yaşında bir adam için ciddi bir başarı sayılmalı. Gişeye oynayan işlerin aksine onun işleri, seyircisinin sırtını sıvazlayıp göndermiyor. "Aferin çok iyi gidiyorsun, aynen böyle devam" demiyor. Rahatsız ediyor. Görkem genelde gözümüzün önünde olduğu halde görmediğimiz, görmek istemediğimiz şeyleri gözümüze sokuyor. Hikayeleri genelde dört duvar arasında, mahremde yaşanıyor fakat derdi, dört duvar arasına sığacak gibi değil. Esasen Şarkan'ın olayı, gündelik hayattan bir kesit alıp çıkararak onun üzerinden toplumsal kurumları ve normları tartışmaya açması.
Nergis Hanım filminde de bu dertle uğraşmaya devam ediyor. Üstelik bu defa, belki de daha önce hiç yapmadığı kadar kendi hayatından yola çıkarak bunu yapıyor. Kendi anneannesinin rahatsızlığından yola çıkıp, yine anneannesinin oturduğu evin odalarında dolaştırıyor izleyiciyi. Bazen de odaya sokmayıp buzlu camın ardından gösteriyor olan biteni.
Filme adını veren Nergis Hanım alzheimer hastası yaşlı bir kadın ve orta yaşlı oğlu Ekrem'le birlikte yaşıyor. Hemen herkesin hayatında alzheimer hastası bir aile büyüğü olduğu için hemen herkes benzer tepkiler veriyor "benim anneannem/babaannem de...". Öte yandan çoğumuz, bu durumu, bu iki kişilik dünyayı kırk yılın başı ziyarete gelen torunların konforlu mesafesinden izliyoruz. Oysa Ekrem'in yaşadığı hayat düpedüz bir kabus, kırılıp yen içinde kalan kol gibi bir hayat.
Nergis Hanım, kendisine bakan oğlu Ekrem de dahil kimseyi tanımıyor. Ekrem'in kendine ait bir hayatı yok, bir emekli maaşı haricinde bir geliri de yok. Bilincini yitirmiş dört duvar arasında ana-oğul baş başa ve kıt kanaat geçiniyorlar. Nergis Hanım her şeyden bihaber, ara sıra attığı gülümseyen bakışlarla izleyicinin yüreğini eritiyor. O nasıl Ekrem'i tanıyamıyorsa, Ekrem de artık bu yaşlı kadını tanımakta zorlanıyor. Nergis Hanım hâlâ annesi mi, gerçekten yaşıyor mu? Ekrem'in, merhamet ve kin duyguları arasında salınmasını izliyoruz. Settar Tanrıöğen, Ekrem'in bu salınımını ve bıkkınlığını aktarırken Settar Tanrıöğenliğini konuşturuyor. Normal bir ana-oğul ilişkisi olmaktan çıkıp karşılıklı hayatta kalma -ama hangi hayatta, nasıl kalma- hikayesine dönüşmüş bir ilişkiyi kanepede Ekrem'in yanına oturup izliyoruz. Anacığını hâlâ çok seven ama içten içe onu suçlayıp, zaman zaman da ölmesini isteyen aynı kişi, bizim de çok yakınlarımızdan, tanıdığımız birileri.
Ekrem, hastalıkla birlikte kimliği aşınan annesine bakarken kendi kimliği de dönüşedursun biz, en küçük torunu canlandıran Begüm Akkaya'nın, anneannesinin kendisini tanımaması karşısında attığı şaşkın bakışlarda kendi suretimizi apaçık görebiliyoruz. Fakat kanımca filmi sırtlayıp götüren Zerrin Sümer olmuş. İnsanda şapka çıkarma isteği uyandırıyor. Salonda gülüşmelere neden olan sahnelerde bile ağladı-ağlayacak ifademi yüzümde bırakan, kendisinin devleşen oyunculuğu olsa gerek.
Velhasılı kelam, Nergis Hanım'ı izleyiniz. Görkem Şarkan'ı da takipte kalınız. Hayatla, yaşadığı toplumla bir derdi olan insanların anlattıklarına kulak kabartmakta her zaman fayda vardır efendim.
18 Nisan 2014 Cuma
Buz
"...Aureliano içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olayları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için birkaç sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü el yazmalarında, Aureliano Buendia şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) şehrinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olmazdı."
Babamla annemin kütüphanelerinde bulmuş olmalıyım. Değirmendere'deki sahaftan aldığım "Sevgili Arsız Ölüm" olmalı, yoksa onu da mı kütüphanede bulmuştum? İki büyülü gerçek birbirine karışıyor.
Sander Yayınları. İkinci baskı, Temmuz 1981. Ben daha yokum. Seçkin Teyze çevirmiş kitabı. Kapağın sarı tonu hikayenin coğrafyasından mı, yoksa yılların sarısı mı ayırt etmek güç. Saman sayfalar desen iyice sararmış. Ardına kadar açmadan, incitmek istemeyen, dokunmalara kıyamayan bir özenle çevirdiğimi hatırlıyorum sayfaları. Normalde kurşun kalemle işaretler bırakırım kitaplar üzerinde. Buna kıyamamış, tek bir nokta bile koymamışım. O yüzden de beni en çok etkileyen pasajını ya da cümlesini bulamadım kitabın. Ben de tuttum, son paragrafından bir bölüm iliştirdim buraya.
Bana gerçekliğin büyülü olabileceğini göstererek beni büyüleyen adama minnetle.
Babamla annemin kütüphanelerinde bulmuş olmalıyım. Değirmendere'deki sahaftan aldığım "Sevgili Arsız Ölüm" olmalı, yoksa onu da mı kütüphanede bulmuştum? İki büyülü gerçek birbirine karışıyor.
Sander Yayınları. İkinci baskı, Temmuz 1981. Ben daha yokum. Seçkin Teyze çevirmiş kitabı. Kapağın sarı tonu hikayenin coğrafyasından mı, yoksa yılların sarısı mı ayırt etmek güç. Saman sayfalar desen iyice sararmış. Ardına kadar açmadan, incitmek istemeyen, dokunmalara kıyamayan bir özenle çevirdiğimi hatırlıyorum sayfaları. Normalde kurşun kalemle işaretler bırakırım kitaplar üzerinde. Buna kıyamamış, tek bir nokta bile koymamışım. O yüzden de beni en çok etkileyen pasajını ya da cümlesini bulamadım kitabın. Ben de tuttum, son paragrafından bir bölüm iliştirdim buraya.
Bana gerçekliğin büyülü olabileceğini göstererek beni büyüleyen adama minnetle.
16 Nisan 2014 Çarşamba
Telaş
Sarahaten söyleyeceğim. Zaten bu saatlerde, uyku tutmayıp da yatağımdan kalkıp yazdığım yazılardaki hakikat oranı oldum olası fazladır.
Bu aralar, evdeki aynalardan birine denk geldiğimde susmuyorum yalnızca. "Hayat geçiyor, naber?" deyiveriyorum. Acımasızca alaycı bir ses tonum ve yüz ifadem oluyor. Zaten kendimle sert konuşurum oldum olası.
Bu sabah evden çıkarken portmantonun aynasında kendimi fark ettim. 10 yıl öncesinden pek farkım yoktu. Converseler, başımda eşarp, bir tişört, bir kot, bir koca yüzük ve bir sırt çantası. "Ben şimdi 30 yaşında mıyım? Ama 10 yıl önce de böyle görünüyordum." Yüzüme dokundum. Hayır, bir başkalık var. Kimi kandırıyorum?
Korkuyorum. Ama hep sandığım gibi ölmekten değil, yaşamamaktan, yaşamadan ölmekten korkuyorum. Daha ölmeden kurumaktan, kuruyarak ölmekten. Her gün aynı insan olmaktan korkuyorum. Yeni bir dehliz daha keşfetmeden, bir metrecik olsun daha derine inmeden, bu sabah nasıl uyandıysam yarın sabah da aynı kişi olarak uyanmak fikri dehşete düşürüyor beni.
Okumuyorum. Hiçbir şey okumaz oldum. Kafayı yiyeceğim. Her gün manyak gibi yeni bilgi, kültür, sanat üretiliyor. Hepsi uzağımdan bir yerden geçip gidiyor. Üretilene yetişemediğim gibi kendim de bir şey üretmiyorum. İçimdeki, doğduğumdan beri benimle olan o yaratıcı dürtünün her nasılsa beni hâlâ terk etmediğini hissettiğim halde ne bir şey çiziyor, ne bir şey yazıyorum. Yeni bir dil öğrenmeye bile kalkışmaz oldum. Her gün su verdiğim çiçeklerim var benim ama kendim, susuz, el kadar bir menekşeye döndüm.
Yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başlıyoruz ve ben hızla ölüyorum. Neydi bunun panzehiri? Tabi ya, tutkulu aşk. Ama kendi payıma düşeni aldım ondan. Serseri de oldum, sevdalı da. "Hayatı dibine kadar içmek" yalnız bu anlama gelmiyor artık. Ben artık fondip yapmak değil, keyifli bir rakı sofrasında sevdiklerimle uzun saatler geçirmek istiyorum. Türk sanat müziği de istiyorum ve bu konuda hiç mütereddit değilim. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "ne güzel yaşadım be" diye geçiyor içimden.
Bugün Gezi Parkı'ndaki o çiçekli ağacın ve Nisan güneşinin altında uzanmış yatarken, çiçekler pat pat yüzüme, saçlarıma, kucağıma düşerken yaşadığımı hissettim. Geçen sene bu zamanlar, elektrik gidince karanlığa gömülen Tirebolu'da, sahilde Karadeniz'in deli dalgalarıyla eyleşirken de hissetmiştim yaşadığımı. Var oluşumu dibine kadar duyumsamıştım. Her bir hücremi hisseder ve her birine ayrı ayrı müteşekkir olur gibi.
Yanaklarıma her gün küçük pembe çiçekler düşmez belki, ya da bir martının kanat çırpışıyla çiçekler dökülmez saçlarımdan... daha çok okuyabilirim ama, yazabilirim, çizebilirim, gezebilirim, doğru düzgün bir sinema ve tiyatro izleyicisi olabilirim yeniden, hiçbir şey yapmasam her gün iyi bir film alıp izleyebilirim en azından. Hepsi bana yeni şeyler söyleyebilir, farklı şeyler gösterebilirler. Başka bir insan olurum böylece. Öyle çok şey var ki yapacak. O da olmasa güneşten, havadan ve sudan bana düşen payı alabilirim her gün. Hem onlar bedava.
Para kazanamıyorum diye dertlenmeye öyle daldım ki en başta neden para kazanmak istediğimi, nasıl yaşamak istediğimi unuttum. Ne sonsuza kadar yaşamak, ne de gelecekte başıma gelecekleri öğrenmek isterim. Tek istediğim, gece yatarken, sabah uyandığım kişi olmamak. Çoğalmış, artmış, beslenmiş, bir gün daha öyle veya böyle yaşadığımı hissetmiş olarak uykuya dalmak.
Atla deveden bahsetmiyorum. Yaşamaktan bahsediyorum. Sadece ve gerçekten yaşamaktan. Aragon'un bir mısrası, uyandırdığı dehşetle birlikte aklıma kazınmış -okuduklarımı hatırladığım ve deliler gibi okuduğum dönemlerde okuduğum şiirlerinden biri olsa gerek- "işer gibi yaşamak". Öyle mi oldum şimdi ben? Tüylerim ürperiyor.
Az evvel dalında rüzgarla kıpırdaşan çiçeklerin düşüp düşüp yanağımda bıraktıkları hissi anımsamalıyım. Güzel bir şarabın ilk yudumunu, iyi bir filmin son sahnesini, bitmesin diye alabildiğine yavaş okuduğum kitapları ve heyecandan bir çırpıda bitirdiklerimi, yazdıklarıyla konuşabildiğim yazarları, bir piyano solosunu, bir yasemen kokusunu, Karadeniz'in dalgalarını, Erzurum'un soğuğunu, Pokhara'nın sükunetini, Gökova'nın güneşini, sevilen insanla paylaşılan rakıyı, demli çayı, çok sevildiğimi, çok sevdiğimi, daha çok seveceğimi anımsamalıyım. Karamsarlığın lüzumu yok ama bu lüzumlu bir telaş. Çünkü hayat geçiyor, naber?
Bu aralar, evdeki aynalardan birine denk geldiğimde susmuyorum yalnızca. "Hayat geçiyor, naber?" deyiveriyorum. Acımasızca alaycı bir ses tonum ve yüz ifadem oluyor. Zaten kendimle sert konuşurum oldum olası.
Bu sabah evden çıkarken portmantonun aynasında kendimi fark ettim. 10 yıl öncesinden pek farkım yoktu. Converseler, başımda eşarp, bir tişört, bir kot, bir koca yüzük ve bir sırt çantası. "Ben şimdi 30 yaşında mıyım? Ama 10 yıl önce de böyle görünüyordum." Yüzüme dokundum. Hayır, bir başkalık var. Kimi kandırıyorum?
Korkuyorum. Ama hep sandığım gibi ölmekten değil, yaşamamaktan, yaşamadan ölmekten korkuyorum. Daha ölmeden kurumaktan, kuruyarak ölmekten. Her gün aynı insan olmaktan korkuyorum. Yeni bir dehliz daha keşfetmeden, bir metrecik olsun daha derine inmeden, bu sabah nasıl uyandıysam yarın sabah da aynı kişi olarak uyanmak fikri dehşete düşürüyor beni.
Okumuyorum. Hiçbir şey okumaz oldum. Kafayı yiyeceğim. Her gün manyak gibi yeni bilgi, kültür, sanat üretiliyor. Hepsi uzağımdan bir yerden geçip gidiyor. Üretilene yetişemediğim gibi kendim de bir şey üretmiyorum. İçimdeki, doğduğumdan beri benimle olan o yaratıcı dürtünün her nasılsa beni hâlâ terk etmediğini hissettiğim halde ne bir şey çiziyor, ne bir şey yazıyorum. Yeni bir dil öğrenmeye bile kalkışmaz oldum. Her gün su verdiğim çiçeklerim var benim ama kendim, susuz, el kadar bir menekşeye döndüm.
Yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başlıyoruz ve ben hızla ölüyorum. Neydi bunun panzehiri? Tabi ya, tutkulu aşk. Ama kendi payıma düşeni aldım ondan. Serseri de oldum, sevdalı da. "Hayatı dibine kadar içmek" yalnız bu anlama gelmiyor artık. Ben artık fondip yapmak değil, keyifli bir rakı sofrasında sevdiklerimle uzun saatler geçirmek istiyorum. Türk sanat müziği de istiyorum ve bu konuda hiç mütereddit değilim. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "ne güzel yaşadım be" diye geçiyor içimden.
Bugün Gezi Parkı'ndaki o çiçekli ağacın ve Nisan güneşinin altında uzanmış yatarken, çiçekler pat pat yüzüme, saçlarıma, kucağıma düşerken yaşadığımı hissettim. Geçen sene bu zamanlar, elektrik gidince karanlığa gömülen Tirebolu'da, sahilde Karadeniz'in deli dalgalarıyla eyleşirken de hissetmiştim yaşadığımı. Var oluşumu dibine kadar duyumsamıştım. Her bir hücremi hisseder ve her birine ayrı ayrı müteşekkir olur gibi.
Yanaklarıma her gün küçük pembe çiçekler düşmez belki, ya da bir martının kanat çırpışıyla çiçekler dökülmez saçlarımdan... daha çok okuyabilirim ama, yazabilirim, çizebilirim, gezebilirim, doğru düzgün bir sinema ve tiyatro izleyicisi olabilirim yeniden, hiçbir şey yapmasam her gün iyi bir film alıp izleyebilirim en azından. Hepsi bana yeni şeyler söyleyebilir, farklı şeyler gösterebilirler. Başka bir insan olurum böylece. Öyle çok şey var ki yapacak. O da olmasa güneşten, havadan ve sudan bana düşen payı alabilirim her gün. Hem onlar bedava.
Para kazanamıyorum diye dertlenmeye öyle daldım ki en başta neden para kazanmak istediğimi, nasıl yaşamak istediğimi unuttum. Ne sonsuza kadar yaşamak, ne de gelecekte başıma gelecekleri öğrenmek isterim. Tek istediğim, gece yatarken, sabah uyandığım kişi olmamak. Çoğalmış, artmış, beslenmiş, bir gün daha öyle veya böyle yaşadığımı hissetmiş olarak uykuya dalmak.
Atla deveden bahsetmiyorum. Yaşamaktan bahsediyorum. Sadece ve gerçekten yaşamaktan. Aragon'un bir mısrası, uyandırdığı dehşetle birlikte aklıma kazınmış -okuduklarımı hatırladığım ve deliler gibi okuduğum dönemlerde okuduğum şiirlerinden biri olsa gerek- "işer gibi yaşamak". Öyle mi oldum şimdi ben? Tüylerim ürperiyor.
Az evvel dalında rüzgarla kıpırdaşan çiçeklerin düşüp düşüp yanağımda bıraktıkları hissi anımsamalıyım. Güzel bir şarabın ilk yudumunu, iyi bir filmin son sahnesini, bitmesin diye alabildiğine yavaş okuduğum kitapları ve heyecandan bir çırpıda bitirdiklerimi, yazdıklarıyla konuşabildiğim yazarları, bir piyano solosunu, bir yasemen kokusunu, Karadeniz'in dalgalarını, Erzurum'un soğuğunu, Pokhara'nın sükunetini, Gökova'nın güneşini, sevilen insanla paylaşılan rakıyı, demli çayı, çok sevildiğimi, çok sevdiğimi, daha çok seveceğimi anımsamalıyım. Karamsarlığın lüzumu yok ama bu lüzumlu bir telaş. Çünkü hayat geçiyor, naber?
15 Nisan 2014 Salı
Mutluluğun Sıradanlığı
Çeviri işine başlayalı beri –hani çok da değil üç dört
aydır- iyice eve kapandım. İki hafta evden çıkmadığım oluyor. Hava almak için
burnumu balkona uzatıyorum ama yalnızca burnumu, çünkü daha çıplak ayakla
balkon yıkayacak kadar ısınmadı hava. Velhasıl gün ışığına, temiz havaya hasret
kaldım.
Film Festivali uyandırdı beni. Daha doğrusu annem. Hatun üç
günlüğüne İstanbul’a geldi, bir elinde bastonu her gün fıttırı fıttırı film
peşindeydi. “Lan” dedim “ben n’apıyorum? Artık ofis çalışanı değilim. Evinden
çalışan, bağımsız çevirmen-olası bir insanım. İlk kitabım bitti. Sonraki işler
için deneme çevirilerimi de yolladım. E daha ne bok yemeye oturuyorum evde?”
Bu festival benim için Muhsin Bey’in galasıyla başladı. ’65 yapımı
Türkan Şoray-Ekrem Bora-Cüneyt Arkın filmi Sürtük’le devam etti. Ahh Türkan, ahh…
Gelelim bu güne, bu mükemmel güne. Sabah 11:00’da Beyoğlu
Sineması’nda Küçük Hanımın Şoförü’nü izledim. Malum ’62 yapımı Ayhan
Işık-Belgin Doruk-Sadri Alışık. Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, en
çok siyah beyaz Türk filmlerini sinemada izleyebildiğim için seviyorum şu film
festivalini. Ah Güzel İstanbul’u sinema perdesinde izlerken kalbim yerinden
çıkacaktı be.
Küçük Hanımın Şoförü’nün verdiği sınıfsal mesajlar içimdeki
küçük sosyologu homurdandırıyordu ki son sahnede kurlaşan Sadri Alışık ile Çolpan
İlhan’ı görünce kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamıma geri döndüm.
Filmden çıkınca meydana yöneldim. Sevdiğim bir sandviççiden
sevdiğim sandviçi aldım. Gezi Parkı’na döndüm yüzümü. Tam girecekken “ah” dedim “Birgün
de alsaydım, okurdum”. Sonra parktaki havayı görür görmez vazgeçtim. Bir
güncük, bu güncük olsun katil suratı görmek istemiyordum.
Bütün parkı tavaf ettikten sonra döndüm, girişteki pembe
çiçekli ağacın altına kuruldum. Çıkardım sandviçimi yedim. Çay satan çocuktan
çay aldım. Oh, hem de demlik poşeti atmış içine. Karnım doyunca elim çantama
gitti. Kitabımı almak için uzanmıştım ki elim yanmış gibi çektim
elimi. Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı okuyordum ama şu an, şimdi, şurada
Nazi Almanyası’na gitmek istemiyordum. Ne bugünün ne de dünün katillerinin
suratlarını görmek istemiyordum.
Park yaşıyordu. Bankların hepsi insanla doluydu, hani çimler
de boş değildi banklara karşı. Kuş cıvıltıları dolduruyordu havayı. Özellikle
çocuk parkının yamacına kurulmuştum. Çocukların sesleri de kuşlarınkine
karışıyordu. Ağacın gölgesinde uzandım biraz. Ne bir şey okudum, ne gözlerimi
yumdum. Durup göğe baktım. Pembe çiçekli dalların arasından görünen
mavi parçalara daldım.
İki serçenin didişmesini izledim tepemdeki dallarda. Yerler
pesbembeydi zaten, bir de onlar çiçek döktüler. Onlar gitti, bu defa rüzgâr.
Pat pat pat… Pat pat… Pat pat pat… Sürekli çiçek yağdı başımdan aşağı. Fişek
değil çiçek. Yüzüme, saçlarıma, kucağıma. Yüzüme isabet ettikçe kikirdedim
biraz. Kıkırdamadım, kikirdedim.
Şimdi bir sene sonra Gezi’nin içinden Gezi’ye bakıyorum da…
Ne kadar haklı bir mücadeleymiş. İnsanları izlerken daha iyi görüyorum
bunu. Ağaçların altında uyuyanları, köfte ekmek alanları, köpeklerle koşturup
eğlenen çocukları, sevgilileri, işsizleri, yaşlıları… Biz, şu an burada Gezi
Parkı’nda bulunanlar, nefes alıyoruz. Şehrin kıstırdığı insanlar olarak kaçıp
buraya sığınmış gibiyiz. Beton yok, gürültü yok, egzoz yok. Bir nefeslik huzur
bu ve mücadeleye kesinlikle değer.
Gölge biraz serin olunca az ileri, güneşin koynuna attım
kendimi. Küçük bir kız geldi yanıma. 6 yaşında yoktu. Temiz giyimli, güzel
suratlı bir şey. Elinde şeffaf bir poşet, içinde üç tane küçük su şişesi. Bir
tane aldım, iki lira verdim. Yere bıraktı suyu. Giderken döndü “abla bak oraya
bıraktım” dedi. Ne güzel dedi onu o öyle.
Aldım suyu kenara koydum. Uzanıp girdim güneşin koynuna. Çok
sonra biri dürttü omzumu. Döndüm baktım, dört tane kirloş oğlan. Kızla aynı yaşlarda.
Yanıma çömelmişler, para istiyorlar. Ne dediklerini anlamayınca Suriyeli
olduklarını tahmin ettim. Yine de boş bulunup “para yok, suyu alın” dedim.
Anlamasalar da alıp gittiler suyu. Bir tanesi inatçı. İkinci kere yüzümü
döndüğümde gözümden güneş gözlüğümü alıp kaçıverdi. Az öteye gidip taktı gözlüğü. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Az aşağımda yatan adam “ben de
size göz kulak oluyordum” deyip (?!) çocuktan gözlüğümü geri aldı. “Suyunuzu da aldılar”. “Alsınlar”.
Film programını çıkardım çantamdan. 19:00 Negri ile İstanbul’da.
Bilet kalmamıştı ama ya bulursam? Kalktım yerimden, vurdum yine İstiklal’e.
Öyle ılınmış ki hava, deri ceketi de çıkarıp tişörtle yürüdüm. Atlas,
ergenliğimde en sevdiğim ikinci pasaj. İlki Aznavur’du. Ne filme bilet
bulabildim, ne de on beş yıl önceki pasajı.
Çıkıp yürümeye başladım ben de. Ama neden, ama nereye?
Bilmem. Robinson Crusoe’ya girdim. İki Sema Kaygusuz, bir Hannah Arendt alıp çıktım.
Bunu bir külah dondurmayla mı kutlasam derken uzaktan bir darbuka sesi çalındı
kulağıma. Baktım az ileride bir kalabalık. Ses yaklaştıkça kavrıyor insanı.
Nasıl akıcı, nasıl kıvrak bir ritim. Bir de baktım el kadar bir oğlan. Biraz
ona takıldım, sonra devam ettim. Az ileride genç bir adam keman çalıyordu tek
başına. Önünden geçtim, sonra dönüp para attım kutusuna. Her şeyi daha da güzel
kılıyor bu ses.
Asmalı’ya gelince Takıl’a baktım, yerinde yok. Tam “buradan
da taşınmışlar” diye surat sarkıtacaktım ki tam arkamdaki dükkana taşınmışlar şimdilik. İçeri girip,
kendimi bildim bileli beni büyüleyen gümüş takıları, yarı değerli taşları,
tasarım güzellerini izledim. Fiyat etiketlerindeki sıfırlar da göz göz olmuş bana
bakıyorlardı. Bakıştık. Sahibi geldi sonra, onla lafladık biraz. En az on beş
yıldır tanışıyoruz galiba. Ne güzel.
Onla beraber çıktım dükkândan. Ne yapacağım? Durasım yok,
dönesim de yok. Vurdum aşağı doğru, Galata’nın yanından Karaköy’e indim.
Balıkçıların arasından Akın Balık’a doğru seyirttim. Bir tek rakı atsam? Hayır,
canım çay istiyor. Denizin dibindeki balıkçıya gittim. Hiç aklımda yokken, sırf
sevdiğimden bir mezgit tava söyledim. Tek başıma da yemedim ha, martılar eşlik
etti. Kâh masanın ucuna geldiler kedi gibi, kâh tam tepemden uçup saçlarımı
havalandırdılar. Bir martının kanat çırpışıyla pembe çiçekler döküldü saçımdan.
Aklıma gelmemiş üzerimdeki çiçekleri temizlemek. O da ne demekse zaten.
Çayımı içerken bir akordeon sesi çalındı kulağıma. La vie en
rose. Sonra da sevişmek ah ne hoştur, yıldızların altında. “Gel” dedim “gel,
bir de sen deli et beni”. Çıka çıka ufacık bir oğlan çıktı yine. Kalan
bozukluklar da akordeonuna iliştirdiği karton bardağa.
Akordeon sesi uzaklaşırken akşam güneşi iyice ısıtıyordu
yüzümü. Bu defa yumdum gözlerimi, havayı içime çektim. Mutluydum. “Şu an her
şey yetiyor” diye geçti içimden. Oysa para yetmez, zaman yetmez, sevgi yetmez. O
kadim boşluk, o varoluşsal eksiklik hep oradadır, hiç gitmez. Şu an ise bir
esans gibi uçup gitti üzerimden. Mutluluk kokmuş olmalıyım. Her şeyin yettiği
bir andı. Mükemmel bir gün ve her şeyin yettiği bir an.
P.S.: Günden artan kalan birkaç fotoğrafı instagram’a
yükledim. Linki sağda.
3 Nisan 2014 Perşembe
2 Nisan 2014 Çarşamba
Bir Karamsarlık, Bir İyimserlik, Bir Nisan
Hiçbir şey yazasım yok (deyip başlıyorum yazmaya). Sayfalarca yazasım da var ama derli toplu çıkmıyorlar yazınca, hepsi bir yerlere dağılıyor. Kendi yazdıklarımdan soğuyup bırakıyorum ben de. Bunları yazmak istemiyordum ki ben. Dikey ve yatay mutsuzluktan söz etmek istiyordum. Olmuyor işte, bir bırakmıyorlar ki.
Hiç bu kadar, aynı anda karamsar ve iyimser olmamıştım. Birbirlerini nötralize etmeleri ve hayatıma devam etmem gerekiyor sanırım. Gezi erken başladı bu yıl. Devamı gelecek. Nasıl ki 80'in etkileri on yıllar içinde belirginleşiyorsa Gezi'nin etkileri yavaş yavaş belirecek. Tek gerçek muhalefet var şu anda, o da toplum. Doğum sancıları çeken bir toplumsal muhalefete tanıklık ediyoruz. Bırak stratejisini net bir tanımı, sınırları, içeriği yok. İçerisi dışarısı daha belli değil. Gönül istiyor ki bu hükümetten sonra da bir başkaldırı olarak kalsın bu devlet geleneğine.
Artık hiçbir şey aynı olmayacak, evet. Güzel günler falan göreceğimiz yok, hayır. Şu yaşadığımız günlerden iyisini görmeyeceğiz. Dün gece sabaha karşı dandik bir Amerikan filminde oğluna diyordu kadın: "Hükümetler insanları kurtarmaz, insanlar birbirini kurtarır". Son üç gün içinde buna kesinlikle inandım. Hükümetlere, devletlere, partilere zerrece güvendiğimden değil, insanlığa inancım arttı.
Bir karamsarlık, bir iyimserlik... Öyle bir Nisan ayı işte. Hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden. Evden çıkmak gelmiyor. Bir şey yapmak geliyor. Yok, bir şey var. Avazım çıktığı kadar bağırasım var aslında. Filmlerde tren geçmesini beklerler bunu yapmak için, duyulmasın hesabına. Öyle de değil. Alfabenin ilk harfini, açık ve net duyulacak şekilde, nefesimin yettiği kadar bağırmak istiyorum. İçimden gelen budur. Başka da bir şey yoktur.
Hiç bu kadar, aynı anda karamsar ve iyimser olmamıştım. Birbirlerini nötralize etmeleri ve hayatıma devam etmem gerekiyor sanırım. Gezi erken başladı bu yıl. Devamı gelecek. Nasıl ki 80'in etkileri on yıllar içinde belirginleşiyorsa Gezi'nin etkileri yavaş yavaş belirecek. Tek gerçek muhalefet var şu anda, o da toplum. Doğum sancıları çeken bir toplumsal muhalefete tanıklık ediyoruz. Bırak stratejisini net bir tanımı, sınırları, içeriği yok. İçerisi dışarısı daha belli değil. Gönül istiyor ki bu hükümetten sonra da bir başkaldırı olarak kalsın bu devlet geleneğine.
Artık hiçbir şey aynı olmayacak, evet. Güzel günler falan göreceğimiz yok, hayır. Şu yaşadığımız günlerden iyisini görmeyeceğiz. Dün gece sabaha karşı dandik bir Amerikan filminde oğluna diyordu kadın: "Hükümetler insanları kurtarmaz, insanlar birbirini kurtarır". Son üç gün içinde buna kesinlikle inandım. Hükümetlere, devletlere, partilere zerrece güvendiğimden değil, insanlığa inancım arttı.
Bir karamsarlık, bir iyimserlik... Öyle bir Nisan ayı işte. Hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden. Evden çıkmak gelmiyor. Bir şey yapmak geliyor. Yok, bir şey var. Avazım çıktığı kadar bağırasım var aslında. Filmlerde tren geçmesini beklerler bunu yapmak için, duyulmasın hesabına. Öyle de değil. Alfabenin ilk harfini, açık ve net duyulacak şekilde, nefesimin yettiği kadar bağırmak istiyorum. İçimden gelen budur. Başka da bir şey yoktur.
28 Mart 2014 Cuma
27 Mart 2014 Perşembe
Kalan Kayışları da Kopardığımız Gün
gene bir şeyler yazacaktım da... amaaan sittiret.... ooh yandan yandan.
24 Mart 2014 Pazartesi
"Tatava"
Tatava: isim Çok fazla söz. (TDK)
"Tatava yapma, bas geç" sloganı hayatımda duyduğum en itici, en çirkin ve en aşağılayıcı slogan. Ters tepmesi için üretilmiş gibi. CHP'nin alacağı oyu eksiltmenin "solu bölmek" olarak nitelendirildiği şu günlerde solu bölmek isteyen sağ mihrakların işine benziyor. Aynı saygısız üslup.
Biçim ve içerik birbirinden bağımsız olmaz ama üslubu bir kenara koyalım. İçerik net: Bu bir yerel seçim değil. Hatta bir genel seçim bile değil. 30 Mart bir referandum. Basit bir evet-hayır sorusu, bir varoluş meselesi. Bu soruya vereceğimiz cevabın "yetmez"i "ama"sı yok. Koca bir "hayır"da birleşiyoruz. "Evet"in şerri gün gibi ortada ama "hayır"ın hayrı konusunda şüphelerimiz var. Oysa dedim ya, "ama" kaldıracak bir bağlamda değiliz. Ortaya saçılmış olan şer öylesine eşi benzeri görülmemiş nitelik ve nicelikte ki AKP'nin karşısındaki en güçlü aday Darth Vader olsa ona oy vereceğiz.
Tarihin içinde bulunduğumuz noktasını aldık ve onu biz kendimiz -bunu, Carl Schmitt'in kemiklerini büyük bir zevkle sızlatarak söyleyeceğim- bir "istisna durumu" (state of exception) ilan ettik. 12 yıllık Nazi rejiminin önde gelen ideologlarından biri olan Schmitt, egemenin, devletin bekası için gerekli gördüğü takdirde hukuku askıya alabileceğini söyler. Nitekim -Erdoğan'ın benzetilmekten pek hazzetmediği- Hitler iktidara geldikten sonra kişisel özgürlükleri askıya alır. Esasen iktidarı bu "istisna durumu"na bağlıdır. Dolayısıyla istisna, aslında istisna filan değil düpedüz kuraldır.
Her ne kadar bodoslama bir paralellik kurulamayacağını düşünsem de iki rejim arasındaki ilgi çekici benzerlikler bununla sınırlı değil. Örneğin, Erdoğan'ın yerel seçimi "İstiklal Savaşı" olarak kurgulaması Hitler'in, savaşı "Alman halkının kader savaşı" diye lanse edişini anımsatıyor. Kötü bir benzetme mi? Belki de. Biri en azından gerçekten de bir savaş, bir dünya savaşı. Diğer "savaş" ise esasında bir yerel seçim. İkisinin ortak özelliği, halkı mobilize etmek amacıyla aynı yöntemi benimsemeleri. Arendt "Alman halkının tamamı üstünde en çok etkili olan yalan" olarak nitelendirdiği ve telif hakkı Hitler veya Goebbels'de olan bu sloganın insanın kendini aldatmasını üç açıdan kolaylaştırdığını söylüyordu ve bana kalırsa en önemlisi üçüncüsüydü: Bu bir ölüm kalım meselesi, ya düşmanı yok ederiz ya da biz yok oluruz. Nitekim İstiklal Savaşı'nın şiarı da "ya İstiklal ya ölüm" değil mi?
Bu yerel seçimi bir varoluş meselesi haline getiren, Erdoğan'ın onu İstiklal Savaşı ilan etmesi olabilir ama bizim için, bu yönetim altında yaşamaya devam edip etmemenin bir varoluş meselesi niteliği kazanması Gezi Direnişi'nde oldu. Daha doğrusu o zaman orada somutlaştı, ete kemiğe büründü, dile geldi.
Bu denli kritik bir nitelik kazanmış olduğu için de bazı non-AKP seçmenleri diğer non-AKP seçmenlerinin ideolojilerini "askıya alıp" OHAL koşullarına uygun hareket etmelerini, yani oylarını CHP'ye vermelerini istiyor. Bir kısım, CHP'yi halihazırda kurtuluş gibi algılarken bir kısım da CHP'yi sıçrama tahtası olarak düşünüyor. "Erdoğan rejimi son bulup da CHP iktidar olursa güllük gülistanlık olmayacak ama en azından askıya alınan hukuk geri tesis edilecek ve gerisi bir şekilde gelecek. Baraj düşene kadar ana muhalefet partisi dışında bir partiye oy vermek en kibar tabiriyle 'lüks'". Diğer bir deyişle tatava, yani "çok fazla söz". Yani düşünce ve ifade özgürlüğü, yani uğruna mücadele verdiğimiz özgürlüklerin en önemlilerinden biri. Bütün mücadelemiz, en basit ifadeyle "doğru bildiğimiz biçimde yaşayabilmek" olmasına rağmen bu yolda "doğru bildiğimiz biçimde" hareket etmemiz yasak ve bu yasağı dayatan da devlet değil, yine biziz.
İşte benim dikkat çekmek istediğim tartışma, çok sevdiğim bir hocamın deyimiyle "sabahlara kadar tartışabileceğimiz" (tartışıyoruz da, başka konumuz kalmadı zaten) konular değil: CHP ne halt yiyor? Pazarlama yaklaşımının dibine vurup stratejik davranacağım diye milliyetçi hareket ve cemaat ile girdiği işbirliği uzun vadede ona zarar vermeyecek mi, çizgisini iyice sağa çekmeyecek mi? (Gökçek faktörü OHAL algısını katmerlemekle birlikte) "parti rozetini çıkarıp belediyecilik yapacak" olmakla övünen; ideolojinin kötü ve sıyrılınması gereken ve dahi sıyrılınabilir bir şey olduğunu varsayan yerleşik sağ zihniyete sahip bir adam ile "ben de sizden biriyim" diyecek kadar kibirli, bir sonraki "tek adam" olma potansiyeli yüksek bir adama mı vereceğiz İstanbul ve Ankara'yı? İlkeli siyasetten bahseden Sırrı'nın cemaatle işbirliğine sıcak bakması tam olarak hangi ilkeye uygun düşüyor? Ya da bir başka "tek adam"ın ağzına bakması ne kadar güven veriyor?
Bu uzun tartışmalar zaten haftalardır, aylardır sürüyor. Ben başka bir noktaya, beni oldukça endişelendiren bir noktaya dikkat çekmek, işin doğrusu endişemi paylaşmak istiyorum. Dedim ya haftalardır, aylardır bunları tartışıyoruz. Tek konumuz bu, kimi yakalarsak bu konuları açıyoruz. Bazen sosyal medya üzerinden, bazen biralarımızı yudumlarken ama sürekli bunları konuşuyoruz. Biz bunları konuşurken BB'nin şahsi menfaati doğrultusunda yükselen siyasi gerilim bu sonu gelmeyen tartışmalara da sirayet ediyor. Her gün anamızdan babamızdan, kardeşimizden, sevgilimizden eşimizden çok BB'nin yüzünü görüyoruz. Her gün bir yerlerde kin ve nefret saçıyor. Ve ben, derin bir üzüntüyle, saçtığı bu kin ve nefretin bulaşıcı olduğunu gözlemliyorum.
30 Mart sabahı bıraksalar oy vermek yerine birbirimizi boğazlayacak hale geldik. İç savaş beklendiği ve istendiği üzere AKP seçmeni ile non-AKP seçmeni arasında değil Sarıcılarla Sırrıcılar arasında çıkacak. Her iki cenah da Gezi'deydi ("ulan hepiniz oradaydınız be!"?) yani düşlediği, özlemini kurduğu yaşam asgari müştereklerde buluşamayacak türden değil ama puanlar gidişattan kırılıyor. Biz birbirimizi gidişattan kırıyoruz. Hem de çatır çatır, birbirimizin gözünün yaşına bakmadan kırıyoruz. Millet birbirini siler oldu bu yüzden. Arkadaşlıklar, ilişkiler çatırdıyor. İş mi bu yaptığımız?
Hani Berkin'in ardından söylenen bazı şeyler kanımızı dondurdu ya, hani bir çocuğun cenazesi bir vicdan sınavına dönüştü ve ummadığımız kadar insanı bu sınavda bıraktık ya... bizim şu an içinde bulunduğumuz delilik hali ne peki? Bu yerel seçim de bizim sınavımız mı? Az çok benzer bir sistemi, bir kenti, bir yaşamı düşlediğini bildiğimiz insanları, sevdiğimiz insanları, bizden farklı düşündükleri için körlükle, aptallıkla, "fazla konuşmakla", yanlış yapmakla (çünkü elbette en iyi biz biliriz ve biz haklıyız, rasyonalite tektir ve o da bizimkidir) itham ederken, yüzümüzü buruşturup boka bakar gibi bakarken, alay ederken, kırarken, üstünü bir kalemde çizerken, silip atarken çok mu vicdanlı davranıyoruz?
Birbirimiz üzerinde tahakküm kurarak özgür bir dünyada buluşacağımızı mı sanıyoruz? Birbirimizden nefret eder hale gelerek sevgi barış filan?
Durum açık. Durum kritik. Bu bir yerel seçim olmaktan çıktı. Yaşam hakkımızı oyluyoruz. İstediğimiz yaşam aşağı yukarı aynı. Doğru gidiş yönteminin ne olduğu da çok açık. Onun dışındakilerin hepsi hatalı. Her kim neden benimsemiş olursa olsun hatalı ve bu hata bizim yaşam hakkımıza mal olacak. Bu nedenle de bu "kader savaşı"nı, bu "İstiklal Savaşı"nı artık AKP seçmeninden ziyade bizim gibi düşünmeyen non-AKP seçmenine karşı veriyoruz. Bu kategorik karşıtlıkta ele alabileceğimiz seçmenin dünya görüşleri hiçbir zaman birbirinin aynı olmadı. Zaten bütün mesele de tüm bu dünya görüşlerinin bir arada var olabilmesiydi. Annem bu şekil düşünür, sevgilim şu şekil düşünür, dostum arkadaşım o şekil. Katılmazsak tartışırdık, silip atmazdık. Bu seçim bir turnusol olduysa, bu bakımdan oldu.
Durum kritik, evet. Bıçak kemiğe dayandı. Neredeyse cezai ehliyetini yitirmiş bir "tek adam"ın iki dudağı arasından yönetiliyoruz. Fakat bu seçim de geçecek, bu iktidar da devrilip gidecek. Ezen-ezilen mücadelesi farklı suretlerde devam edecek. O zaman yanımızda kim olacak, kim kalacak? Hiçbir siyasi mücadeleyi bir çocuğun saçının teline değişmeyecek kadar aklıselim sahibi ve vicdanlı olan bizler için sevdiklerimiz bu kadar mı vazgeçilebilirdi? Bunu bir düşünelim derim.
Not: Oyumu Şafak Başgan'a vereceğim, sonra da herkese Sarıgül'e oy verdiğimi söyleyeceğim. Oldu mu?
"Tatava yapma, bas geç" sloganı hayatımda duyduğum en itici, en çirkin ve en aşağılayıcı slogan. Ters tepmesi için üretilmiş gibi. CHP'nin alacağı oyu eksiltmenin "solu bölmek" olarak nitelendirildiği şu günlerde solu bölmek isteyen sağ mihrakların işine benziyor. Aynı saygısız üslup.
Biçim ve içerik birbirinden bağımsız olmaz ama üslubu bir kenara koyalım. İçerik net: Bu bir yerel seçim değil. Hatta bir genel seçim bile değil. 30 Mart bir referandum. Basit bir evet-hayır sorusu, bir varoluş meselesi. Bu soruya vereceğimiz cevabın "yetmez"i "ama"sı yok. Koca bir "hayır"da birleşiyoruz. "Evet"in şerri gün gibi ortada ama "hayır"ın hayrı konusunda şüphelerimiz var. Oysa dedim ya, "ama" kaldıracak bir bağlamda değiliz. Ortaya saçılmış olan şer öylesine eşi benzeri görülmemiş nitelik ve nicelikte ki AKP'nin karşısındaki en güçlü aday Darth Vader olsa ona oy vereceğiz.
Tarihin içinde bulunduğumuz noktasını aldık ve onu biz kendimiz -bunu, Carl Schmitt'in kemiklerini büyük bir zevkle sızlatarak söyleyeceğim- bir "istisna durumu" (state of exception) ilan ettik. 12 yıllık Nazi rejiminin önde gelen ideologlarından biri olan Schmitt, egemenin, devletin bekası için gerekli gördüğü takdirde hukuku askıya alabileceğini söyler. Nitekim -Erdoğan'ın benzetilmekten pek hazzetmediği- Hitler iktidara geldikten sonra kişisel özgürlükleri askıya alır. Esasen iktidarı bu "istisna durumu"na bağlıdır. Dolayısıyla istisna, aslında istisna filan değil düpedüz kuraldır.
Her ne kadar bodoslama bir paralellik kurulamayacağını düşünsem de iki rejim arasındaki ilgi çekici benzerlikler bununla sınırlı değil. Örneğin, Erdoğan'ın yerel seçimi "İstiklal Savaşı" olarak kurgulaması Hitler'in, savaşı "Alman halkının kader savaşı" diye lanse edişini anımsatıyor. Kötü bir benzetme mi? Belki de. Biri en azından gerçekten de bir savaş, bir dünya savaşı. Diğer "savaş" ise esasında bir yerel seçim. İkisinin ortak özelliği, halkı mobilize etmek amacıyla aynı yöntemi benimsemeleri. Arendt "Alman halkının tamamı üstünde en çok etkili olan yalan" olarak nitelendirdiği ve telif hakkı Hitler veya Goebbels'de olan bu sloganın insanın kendini aldatmasını üç açıdan kolaylaştırdığını söylüyordu ve bana kalırsa en önemlisi üçüncüsüydü: Bu bir ölüm kalım meselesi, ya düşmanı yok ederiz ya da biz yok oluruz. Nitekim İstiklal Savaşı'nın şiarı da "ya İstiklal ya ölüm" değil mi?
Bu yerel seçimi bir varoluş meselesi haline getiren, Erdoğan'ın onu İstiklal Savaşı ilan etmesi olabilir ama bizim için, bu yönetim altında yaşamaya devam edip etmemenin bir varoluş meselesi niteliği kazanması Gezi Direnişi'nde oldu. Daha doğrusu o zaman orada somutlaştı, ete kemiğe büründü, dile geldi.
Bu denli kritik bir nitelik kazanmış olduğu için de bazı non-AKP seçmenleri diğer non-AKP seçmenlerinin ideolojilerini "askıya alıp" OHAL koşullarına uygun hareket etmelerini, yani oylarını CHP'ye vermelerini istiyor. Bir kısım, CHP'yi halihazırda kurtuluş gibi algılarken bir kısım da CHP'yi sıçrama tahtası olarak düşünüyor. "Erdoğan rejimi son bulup da CHP iktidar olursa güllük gülistanlık olmayacak ama en azından askıya alınan hukuk geri tesis edilecek ve gerisi bir şekilde gelecek. Baraj düşene kadar ana muhalefet partisi dışında bir partiye oy vermek en kibar tabiriyle 'lüks'". Diğer bir deyişle tatava, yani "çok fazla söz". Yani düşünce ve ifade özgürlüğü, yani uğruna mücadele verdiğimiz özgürlüklerin en önemlilerinden biri. Bütün mücadelemiz, en basit ifadeyle "doğru bildiğimiz biçimde yaşayabilmek" olmasına rağmen bu yolda "doğru bildiğimiz biçimde" hareket etmemiz yasak ve bu yasağı dayatan da devlet değil, yine biziz.
İşte benim dikkat çekmek istediğim tartışma, çok sevdiğim bir hocamın deyimiyle "sabahlara kadar tartışabileceğimiz" (tartışıyoruz da, başka konumuz kalmadı zaten) konular değil: CHP ne halt yiyor? Pazarlama yaklaşımının dibine vurup stratejik davranacağım diye milliyetçi hareket ve cemaat ile girdiği işbirliği uzun vadede ona zarar vermeyecek mi, çizgisini iyice sağa çekmeyecek mi? (Gökçek faktörü OHAL algısını katmerlemekle birlikte) "parti rozetini çıkarıp belediyecilik yapacak" olmakla övünen; ideolojinin kötü ve sıyrılınması gereken ve dahi sıyrılınabilir bir şey olduğunu varsayan yerleşik sağ zihniyete sahip bir adam ile "ben de sizden biriyim" diyecek kadar kibirli, bir sonraki "tek adam" olma potansiyeli yüksek bir adama mı vereceğiz İstanbul ve Ankara'yı? İlkeli siyasetten bahseden Sırrı'nın cemaatle işbirliğine sıcak bakması tam olarak hangi ilkeye uygun düşüyor? Ya da bir başka "tek adam"ın ağzına bakması ne kadar güven veriyor?
Bu uzun tartışmalar zaten haftalardır, aylardır sürüyor. Ben başka bir noktaya, beni oldukça endişelendiren bir noktaya dikkat çekmek, işin doğrusu endişemi paylaşmak istiyorum. Dedim ya haftalardır, aylardır bunları tartışıyoruz. Tek konumuz bu, kimi yakalarsak bu konuları açıyoruz. Bazen sosyal medya üzerinden, bazen biralarımızı yudumlarken ama sürekli bunları konuşuyoruz. Biz bunları konuşurken BB'nin şahsi menfaati doğrultusunda yükselen siyasi gerilim bu sonu gelmeyen tartışmalara da sirayet ediyor. Her gün anamızdan babamızdan, kardeşimizden, sevgilimizden eşimizden çok BB'nin yüzünü görüyoruz. Her gün bir yerlerde kin ve nefret saçıyor. Ve ben, derin bir üzüntüyle, saçtığı bu kin ve nefretin bulaşıcı olduğunu gözlemliyorum.
30 Mart sabahı bıraksalar oy vermek yerine birbirimizi boğazlayacak hale geldik. İç savaş beklendiği ve istendiği üzere AKP seçmeni ile non-AKP seçmeni arasında değil Sarıcılarla Sırrıcılar arasında çıkacak. Her iki cenah da Gezi'deydi ("ulan hepiniz oradaydınız be!"?) yani düşlediği, özlemini kurduğu yaşam asgari müştereklerde buluşamayacak türden değil ama puanlar gidişattan kırılıyor. Biz birbirimizi gidişattan kırıyoruz. Hem de çatır çatır, birbirimizin gözünün yaşına bakmadan kırıyoruz. Millet birbirini siler oldu bu yüzden. Arkadaşlıklar, ilişkiler çatırdıyor. İş mi bu yaptığımız?
Hani Berkin'in ardından söylenen bazı şeyler kanımızı dondurdu ya, hani bir çocuğun cenazesi bir vicdan sınavına dönüştü ve ummadığımız kadar insanı bu sınavda bıraktık ya... bizim şu an içinde bulunduğumuz delilik hali ne peki? Bu yerel seçim de bizim sınavımız mı? Az çok benzer bir sistemi, bir kenti, bir yaşamı düşlediğini bildiğimiz insanları, sevdiğimiz insanları, bizden farklı düşündükleri için körlükle, aptallıkla, "fazla konuşmakla", yanlış yapmakla (çünkü elbette en iyi biz biliriz ve biz haklıyız, rasyonalite tektir ve o da bizimkidir) itham ederken, yüzümüzü buruşturup boka bakar gibi bakarken, alay ederken, kırarken, üstünü bir kalemde çizerken, silip atarken çok mu vicdanlı davranıyoruz?
Birbirimiz üzerinde tahakküm kurarak özgür bir dünyada buluşacağımızı mı sanıyoruz? Birbirimizden nefret eder hale gelerek sevgi barış filan?
Durum açık. Durum kritik. Bu bir yerel seçim olmaktan çıktı. Yaşam hakkımızı oyluyoruz. İstediğimiz yaşam aşağı yukarı aynı. Doğru gidiş yönteminin ne olduğu da çok açık. Onun dışındakilerin hepsi hatalı. Her kim neden benimsemiş olursa olsun hatalı ve bu hata bizim yaşam hakkımıza mal olacak. Bu nedenle de bu "kader savaşı"nı, bu "İstiklal Savaşı"nı artık AKP seçmeninden ziyade bizim gibi düşünmeyen non-AKP seçmenine karşı veriyoruz. Bu kategorik karşıtlıkta ele alabileceğimiz seçmenin dünya görüşleri hiçbir zaman birbirinin aynı olmadı. Zaten bütün mesele de tüm bu dünya görüşlerinin bir arada var olabilmesiydi. Annem bu şekil düşünür, sevgilim şu şekil düşünür, dostum arkadaşım o şekil. Katılmazsak tartışırdık, silip atmazdık. Bu seçim bir turnusol olduysa, bu bakımdan oldu.
Durum kritik, evet. Bıçak kemiğe dayandı. Neredeyse cezai ehliyetini yitirmiş bir "tek adam"ın iki dudağı arasından yönetiliyoruz. Fakat bu seçim de geçecek, bu iktidar da devrilip gidecek. Ezen-ezilen mücadelesi farklı suretlerde devam edecek. O zaman yanımızda kim olacak, kim kalacak? Hiçbir siyasi mücadeleyi bir çocuğun saçının teline değişmeyecek kadar aklıselim sahibi ve vicdanlı olan bizler için sevdiklerimiz bu kadar mı vazgeçilebilirdi? Bunu bir düşünelim derim.
Not: Oyumu Şafak Başgan'a vereceğim, sonra da herkese Sarıgül'e oy verdiğimi söyleyeceğim. Oldu mu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)