30 Ağustos 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #5

Noktayı koydum. Angaryası kaldı. Referanslar, format vesaire. Noktayı koydum ama koyduğum her noktadan sonra olduğu gibi içim huzursuz. Sürekli değiştiresim var, öyle değil de böyle yazasım. Onun yerine bir bira açtım. Ne var biliyor musun, insanın mutlu olası varsa rakının ilk yudumuna gerek yok. Biranın ilk yudumu bile kâfi. İnsanın içinde olacak hocam.

Yarın tezi bu haliyle de olsa göndermek suretiyle topu tez hocama atacağım. Bir sürü düzeltme yapmamı isteyecek. Çok vakit alabilir. Jüri üyelerini toplayamayacağım belki de. İşimiz var diyebilirler ya da kısa olmasına rağmen bunu bu kadar sürede okuyamayız. Her şey olabilir. Ama hocam gene teorik tutarsızlık var derse bu sefer gerçekten ayaklarımı göstereceğim.

Otuz beş numara diye hep dalga geçerler ayaklarımla. Amuda mı yürüyorsun sen filan diye. Ya da mesela bir şeyi beceremediğinde ayaklarını göster diyorlar, "bunlarla mı" gibisinden. Bu sefer sahiden yapılabilir. Ayağımı masaya kaldırıp, "hocam bakın benim bu kadarcık ayağım var! Bu kadar ayakla post-yapısal teori ancak bu kadar uygulanabiliyor sahaya". Zaten boyumdan büyük işe kalkıştım. Boyumdan büyük herhangi bir şey bulmak zormuş gibi! Neyse..

Geceler serinledi resmen, buna ne diyeceksiniz bakalım. Kaçınılmaz hüzün mevsimi kapıda. Hele bir de tezde ciddi bir sorun çıkarsa sen artık seyreyle hüznü. Biter de boşluğa düşersem gene seyreyle. Halbuki artık değişsin istiyorum bir şeyler. Çok uzun zamandır böyleyim çünkü. İçim sevmeye, yüzüm gülmeye teşnedir halbuki. Bazen yolda yürürken bile gülümseyen, şarkı mırıldanan bir insanım ben.

Üç yıl, bir buçuk aydır böyleyim lakin. Nedenini söylememe gerek var mı? Her yazıda pul pul dökülüyor zaten. Dökülmese bile hep aynı hikaye. Burada her hikayenin kötüsü benim yalnız, yanlış olmasın sonra. Akça pakça olduğuma bakılıp sütten çıktım sanılmasın. İçerisi doluydu, yer bulamadım. O yüzden şarap fıçısına düştüm ben de. Dedim ki bütün kötülüklerin anası da olsa, cennet anaların ayakları altındadır (Tamam ben demedim, Ali Amca dedi ama haklı).

Bu kış değişiyordu her şey. Meydan okuyordum kendime. Mutlu olacağım diyordum, daha doğru olamaz hiçbir şey. Her şey sahiden de doğruydu, ben yanlıştım. Gerisin geri, sil baştan. Başladığım yere döndüm. Buraya yazmaya da öyle başladım zaten. Kendimi olmaktan korktuğum yerde bulduğum zaman. Güya kimseye söylemeyecektim adresi de. Bir ara utanıp kapadım, sonra yeniden açtım. Yazdıklarımı zaman zaman siliyorum hala.

Tanıdıklarım arasından kimlerin okuduğunu az çok biliyorum. Birçok şeyi yazmaktan alıkoyuyor bu beni. Şahsi ağlama duvarım olacaktı halbuki burası. Kendi oyun alanım dedim sonra. Çok geçmeden deneme özentisi şeyler yazmaya başlarsam şaşırmayın. Bu durumda hangisi suya sabuna dokunmak tartışılır yani. Siz gene de okuyun lütfen, benim gizli neyim var ki. Başkalarının sırları hariç neyi saklayabilmişim bugüne kadar. Çok sevdim, çok üzdüm, çok üzüldüm. Hepsi bu işte. Karşınızda böyle dururken neyi saklayabilirim ki.

Eylül'de Ankara'da olacak olmanın huysuzluğu bastı şimdiden. Eylül ve Ankara birbirleri için yaratılmış bir ay ve bir şehir sanki. Kimse ve hiçbir şey birbirleri için yaratılmaz halbuki. Bunu kendime söylüyorum. (Yağmur sesi duyar gibi oldum, ihtimal vermedim. Ne zaman ki bulvardan gene bir kaza sesi yükseldi, dışarı çıktım çünkü kaza olduğuna göre yol kayganlaşmış olmalı, yani yağmış sahiden. Ilık havayı kokladım, enfes kokuyor. Ciddi bir şeyleri yoktur umarım.)

Her neyse işte... şu tez bitsin her şey çok acayip olacak. Tam ne olacak henüz bilmiyorum ama olmalı. Tezden bir cacık olursa eğer, oraya buraya gönderirim belki. İş ararım. Akademide kalmam zarar ziyan olur çünkü. İlk iş sahilde yürümeye başlarım tekrar. Belki o zaman bu dana yavrusu imajımı da kırarım gene. Daha da önemlisi, huzur be. Aşiyan'daki o parka oturup denize bakarak elma yerim gene. Aşiyan Parkı olsun adı, öyleydi herhalde. Oraya kadar yürümüşken üstada da uğrarım, ne zamandır aklımda. Vallahi bir suçum günahım yok diyeceğim. O anlar beni. Erkek de olsa ölü neticede. İyiden iyiye bir olgunluk gelmiş olmalı. Yanında yatmakta olan eşi inceden bir huysuzlanır muhakkak. Münasip bir dille teskin ederim kendisini. "Gençlik hanımefendiciğim, gençlik işte" derim, kendini cıkcıklayan bir ses tonuyla.

Önümüzdeki haftalarda ve aylarda gerçekleşmesi beklenen ölümler ve doğumlar var, beklenmeyenlere ek olarak yani. Her mevsim gibi bir mevsim, her zamanki gibi bir zaman. Öyleyse ne yazar ki insan? Her şey her zamanki gibiyse ne söylenir? Sanırım biliyorum...

"It was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of Light, it was the season of Darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct the other way - in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good or for evil, in the superlative degree of comparison only." (A Tale of Two Cities, Charles Dickens)

2 yorum:

  1. Ayaklarini gosterdigin anda ben de orda olmak istiyorum! Dinleyici olarak girebiliyor muyuz acaba? Psikolojide falan oluyomus oyle.
    Bu arada, Dickens sevmem ama bu kitabinki gelmis gecmis en super ilk cumledir.

    YanıtlaSil
  2. ne akla hizmetse daha vitaminken almışım kitabı ama katiyen okumadım. arada dönderip dönderip bu ilk cümleyi okurdum bir tek.

    ben size anlatırım merak etme, ciddi imajı vermeye çalışıyoruz diye bağıran kıyafetim, makyajım ve ayakkabılarımdan utanmadan oturduğum yerden nasıl ayağımı masaya kaldırıp elimle göstererek feveran ettiğimi :)

    YanıtlaSil