11 Aralık 2010 Cumartesi

Much ado about nothing #10

12 Aralık Pazar için Kara Kış Fırtınası diyor Ece. İstanbul-Ankara yolu kapanmış bile. Ah be Ece, ne olurdu şu haftanın günlerinden birinin altında Jüri de yazsaydı. Bu insanı yıpratan sürünceme bir bitseydi. "Olmuş" deselerdi ya da "olmamış". İkisine de razıyım artık. Yeter ki bitsin. Hocam rahat, uzatmanın son tarihi olarak görünen 17 Aralık'ın pratikte pek de bir bağlayıcılığı olmadığını biliyor. Ben de biliyorum ama stres seviyemi azaltmıyor, arttırıyor bu. Anlatamıyorum bir türlü. "Tutuştun değil mi" diye gülüyor telefonda, "tutuşmadım" diyemiyorum. Telefonda dediğim, en son iki hafta önce konuştuk. Ulaşamıyorum. 


Baştan okuyorum tezimi. Hem gözüme çarpan küçük hataları düzeltiyorum hem de çalışmış oluyorum. Öyle ya savunacağım meredi. Türkçe mi İngilizce mi onu bile bilmiyorum, switch language ayşec. Eyvallah, switch language de yasa biraz zorluyor, hukuk mukuk. Yoksa evelallah, aslanım kaplanım. Ne aslanı yaa, kükreyen minik fare


Geçen sene bu aralar sahaya çıkmaya hazırlanıyordum. Saha dediğim Nevizade. Nevizade deyip geçmemek lazım. İçmesi keyifli, çalışması zor. Bir senedir gitmeye yüzüm yok, tanıyan çalışanlar "bitmedi mi hala" diyorlardı. Gerçi şimdi gitsem çoktan unutmuşlardır herhalde. "Sigara çalışan küçük bir kız vardı" diye geçmişimdir sokağın kısa tarihine. Halbuki o küçük kız yazdı o sokağın tarihini. O yüzden ne kadar berbat bir tez yazmış olursam olayım, oradan birkaç referans verilir diye düşünüyorum. Berbat da değil ayrıca, gül gibi tez. 


Hastayım...ilk kar düştü İstanbul'a. Biraz toparlanıp çıkmalı ve tatlı niyetine son dakikaya bıraktığım yeni Ece ajandamı almalıyım Kabalcı'dan. Karar da veremedim ki...en az yarım saat dikileceğim gene o rafların önünde. İlla ki alacağım, Ece'siz olmaz. Cemrelerin düşmesini yazmasıyla tavlamıştı beni ilk. Sonra baktım 21 Ağustos yaprakların sararması, 6 Nisan kırlangıç fırtınası, 4 Nisan kuşların ötme zamanı, 2 Mart soğukların kırılması... isterse yalan olsun hepsi, cemrelerin düşmesini müjdeleyen ajandam var be daha ne olacak! "Dördüncü cemre yüreğime" diye not aldığım zamanları bilir Ece. Hey gidi...nereden baksan altı yıldır birlikteyiz. Babıâli Yokuşu'ndan çıkarken dükkanı gördüğümde nasıl sevinmiştim. İçeri girip bütün çalışanları öpmek ve sizi çok seviyorum demek gelmişti içimden. Günlük tutmaktan bahsediyorduk o sırada. Hatırladım şimdi.


Nasıl da haddinden fazla tabulaştı şu "seni seviyorum". Onu deyince bir şey oluyor, çok acayip bir şey "seni seviyorum" demek. Yoo değil. Ben herkesi seviyorum. Asıl "sevmiyorum" dersem bir acayip olur, kolay kolay da diyemem zaten. Kasiyer, şoför, kapıcı, sevgili, hoca, arkadaş, garson...seviyorum. Esirgenecek bir şey değil ki bu. Esirgenecek olan ya da bir kişiden hariç herkesten kendiliğinden esirgenen şey kelimelerle ifade edilebilir, edilmesi gereken bir şey değil zaten. Onu söylemek, söylememek ya da tam aksini söylemek hiçbir şeyi değiştirmez. Alt tarafı bir söz, her söz gibi yalan olma ihtimali bir yana içi boş ve anlamsız bir söz. Hani diyor ya adam "sözde değil gözlerinden bellidir" diye, o hesap. Birine gözlerim gülümseyerek sıkıca sarılırsam, bir de "seni seviyorum" demeye ne hacet. 


Evinden çıkmış asansör beklerken bir an durmuş ve az önce çıktığım evinin kapısında bizi uğurlamak için bekleyen o dağ gibi adamın yanına koşup önünde durmuş "biraz eğilir misiniz?" demiştim. Epeyce eğilmesi sayesinde şappadanak öpmüştüm tonton yanağından. Hiçbir şey söylememe gerek yoktu, Oğuz Aral biliyordu işte onu nasıl sevdiğimi. Sonra Nurhayat...artık görüşemesek de umarım biliyordur onu ne çok sevmiş olduğumu. Kendi annemden sonra en çok sevdiğim anneydi. Bunu ona hiç söylemedim, belki de söylemeliydim bilmiyorum...ama pek doğru bir zaman değildi. Biz ve beklediğimiz geniş zamanlar... Bazen de söylemek lazım belki, bilmiyorum. Zaman kimseyi beklemiyor.


Tipi başladı. Kuşlar zorlanıyor uçmakta, savrulup duruyorlar. Balkon kapısının üflemeli müzik aletine dönüşümü başarıyla tamamlandı, demin bir fa verdi yanlış atmıyorsam. İstanbul-Ankara yolu kapandı. Antibiyotiğe verdim gene kendimi. Dün gece uyumadan önce iyi bir düşünce bulup düşünmek istedim, hiçbir şey gelmedi aklıma. Peter Pan'da vardı hani, güzel bir düşünce düşünebilirse havalanıp uçuyordu. Rüyalarımda sık sık uçtuğumu görürdüm ben de. Uçmaktan geçtim, tek istediğim iyi, güzel bir düşünce. Aklıma yeni aldığım ayakkabılar geldi sadece. Onları düşünüp mutlu oldum, öyle uyudum. 


Bu gece bitirsem şu tezi okumayı...Bir sunum hazırlasam yarın...Hocam arayıp "tamam" dese, "gönder diğer jüri üyelerine de"...Göndersem, jüri için bir tarih belirlesek, sonra toplanıp gitsem ben Ankara'ya...Onlar da "tamam" deseler, "olmuş bu"...Çaksalar imzaları, basımıydı boku püsürüydü uğraşıp halletsem, bir an evvel dönsem Ankara'dan...Ama tabi ODTÜ kimliğimi almasalar, ilişiğimi kesmeseler. Neyse, bunu sonra düşüneceğim. 


(savrulmak, sürüklenmeyi çağrıştırıp da zeki müren linki verince bir diğer şarkı izledi onu: http://fizy.com/#s/1aj5pj . çağrışımlarım hiç hayra alamet değil ya bu akşam, hadi bakalım...)


Hasta nazım çekilmiş gibi ferahladım yazınca.

7 yorum:

  1. sen uzulme, kimlik hakkinda bisey yapmaya calisirim..

    YanıtlaSil
  2. oha gerçekten mi? :) ya mezunlar derneği kartım var aslında ama ne bileyim işte.

    YanıtlaSil
  3. Ben hiç kimlik almadım demiştim. Daha doğrusu ilişik keserken yanımdaki arkadaş o durumdaydı hep mezun kartıyla girip çıktım dedi. Ben de bütün yancılığımla yanında "sizin de mi öyle?" sorularına kafa sallayarak cevap vererek kimliğimi kurtarmıştım. Denenebilir. Kaybettimdense hiç almadım demek daha iyi galiba.

    İmza: Anonim

    YanıtlaSil
  4. Kafa sallayabilirim sanırım ama biraz üstelerlerse "haa burdaymış yaa" derim direkt. Ya bilmiyorum aslında, bırakacağım sanırım. Zor geliyor çünkü alelade bir kimlik kartından ziyade en aşkla tutunduğum toplumsal kimliğim o benim. Artık ODTÜ öğrencisi değil ODTÜ mezunu olduğum gerçeğini kabullenmeliyim sanki.

    Lisans sonunda kimliğimi teslim ettiğim zaman -daha kabul de almamıştım master'dan- öyle koymuştu ki gidip bölümün bahçesinden bir taş alıp atmıştım çantama. Hani bir daha bir parçası olamazsam bölümün bir parçası yanımda olsun gibi. Hala masamda duruyor. Arada kağıt için ağırlık olarak kullanıyorum ya da tıkandığım vakit oynuyorum filan. Bu sefer n'apıcam bilmiyorum...

    Bu arada sayfanın aşağısındaki ront. kısmısında kabak gibi Tampa, Florida çıktığını biliyorsun değil mi anonim arkadaşım? :)

    YanıtlaSil
  5. Yok vallahi eymire falan girerken işe yarıyor. Sırf eymire girmek için vermemiş bile olabilirim.

    Bende bir adet bilgisayar labı kapısı yazısı, bir adet tümsek kenarı ışığı bir adet de kırmızılı beyazlı huni var okuldan. Barbar karakterim düşünülünce çok da abartı değil aslında.

    Ne alakası var kim ki o?

    YanıtlaSil
  6. Kimse değil, kimse değil. Barbar bir arkadaşımla karıştırmış olmalıyım sizi.

    Yalnız tek okul şovenisti duygusal olmadığımı bilmek biraz rahatlattı. Gerçi tabi benim duygusallığım senin barbarlığın ağır basıyor olabilir :)

    Bir Eymir vardı hakikaten değil mi yaa..

    YanıtlaSil
  7. Hafif oluyor ya duygusallık da arada. Dün kar yağışı heyecanıyla fotoğraf bakarken sözlüğün birinde okulun fotoğraflarını gördüm duygulandım yeminlen. (Yazar, barbar görünüşümün altında duygusal bir ayı yatıyor mesajı vermek istemiş bu satırlarda)

    Eymir var ya. Anılarla dolu hatta bende. Donmuş halinde üstünde yürüyemedim hiç ona yanarım bir tek.

    YanıtlaSil