İki film birden yaptım bugün. Öğle seansında Black Swan, suarede The Social Network. Uzun zamandır sinemaya gitmediğimi biliyordum (Inception'dan beri?) ama belki daha da uzun zamandır film alıp izlemediğimi fark etmemiştim. Tez sürecinde bunlar sadece lüks değil, aynı zamanda anlamsızdı. Gündelik hayatta direnişten, tütünden ya da Nevizade'den başka bir şey düşünemiyordum. İki saatliğine bile olsa dışına çıkamayacak kadar hapsolmuştum kendi küçük gerçekliğime. İçmeye çıktığım oluyordu ama dans ederken bile tek düşündüğüm tezdi. Üretmek için çırpındığım şey beni yutmuş gibiydi.
Spoiler vermeyeceğim ama Black Swan'ın daha önce bir çok kez işlenmiş bir teması ve The Social Network'le benzeşen bir yanı var. İkisinin ortak yönü hırs. Ve hikayenin gerisine eklenen bir "gönül ilişkisi". İlkin çok zorlama geliyor ama değil mi ki anlatmaya değer her hikayede aşk gayriihtiyari de olsa vardır. Neyse ki ikisinde de melodrama dönüşmüyor bu. Yani en azından bu dönüşmüyor.
Filmin adı The Social Network olur da içinde blogging geçmez mi? Belki bu vesileyle itiraf (?!) edebilirim artık: Blog yazma fikrini aklıma (bkz. eşşeğin aklı-karpuz kabuğu) ilk sokan webmaster (doğru mu dedim?) bir arkadaşımdı. İkincisi...House'u hiçbir zaman düzenli izlemedim. Zaten herhangi bir bölümün ilk yarısı yetiyor Dr. House'a hasta olmaya. Gene rastgele izlediğim bir bölümünde blogger bir kadın hasta vardı. Öyle böyle değil her şeyi blogunda yazıyordu ve baya interaktif bir hal almıştı. "Sizce bu ameliyatı olmalı mıyım" sorusuna okuyucularının (izleyici?) vereceği cevaba göre hareket edecekti filan.
Yanılmıyorsam bu bölümü izledikten sonra açtım blogu. O sırada sonu gelmeyen kendi küçük aşk hikayemle boğduğum arkadaşlarım için gerçekten üzülmeye başlamıştım. Ama kendim için üzülmeyi de bir türlü bırakamıyordum. Bundan tam tamına bir sene önce biten son ilişkim ise her şeyi daha da kötüleştirdi. Kendimce "delikanlılık" saydığım her hareketim gibi bedeli boyumu fersah fersah aşıyordu. Gene de kendime bu son kazığı atmaktan geri durmadım...ve böylece en başa, başladığım yere döndüm. Başladığım yer, gün ağarmadan hemen önceki en karanlık saat gibi bir şeydi. Orada artık ne yetersiz bir psikiyatriste tahammülüm ne de arkadaşlarıma aynı şeyleri bininci kez anlatacak yüzüm vardı. Anladım ki istesem de başa dönemezdim artık, sonuna gelmiştim ve yolun geri kalanını tek başıma gitmeliydim. Ne bir sevgili, ne bir psikiyatrist. Tek başıma. Böylece blog yazmaya başladım.Aşağı yukarı 50 izleyicim olduğunu ve yazdıklarımın günde ortalama 50 kere okunduğunu düşünürsek "tek başıma" olduğumu söyleyemem.
"İnsan, blog yazmak için gerçekten çok yalnız olmalı" cümlesi sürekli aklımın ardında dolanıp duruyor. Öyle olduğuna inanmak istemesem de öyle düşündüğüme eminim. Bazen dürüstçe, "hayatımda biri olsa gene de bu kadar çok yazar mıydım" diye soruyorum kendime. Emin olamıyorum. Oysa yalnız değilim, bunu da biliyorum. Belki yalnızlık sadece tetikliyor, devam etmek için daha fazlası lazım. Söyleyecek şeylerim azaldıkça daha çok şey mi söyler oluyorum? Bunu da ara sıra soruyorum kendime. Mesleki deformasyon mu dersiniz yoksa kişilik bozukluğu mu bilmem ama sürekli bir şeyler soruyorum kendime. İrdeliyorum, köşeye sıkıştırıyorum, üzüp ağlatıyorum sonra da bundan garip bir keyif alıyorum neredeyse. Biraz acımasızım. Ah evet, bazen çok ama çok acımasızım. Bu boydan ve bu surattan kimsenin beklemeyeceği kadar. Beklenmediği için daha da çok keyif alıyorum. İçimde küçük bir psikopat mı besliyorum? Herkesten fazla değil, hem de hiç değil.
Tezimi düşünüyorum. Şimdi nasıl da bir şey ifade etmediğini. Yanlış bir şey yapmışım gibi utanıyorum neredeyse. Oysa dönüp bakmalı ve bir makale çıkarmalıyım ondan. Akademiden iyice koptum gene. İş arıyorum. Doktora arıyorum. İstanbul'da kalmaya karar verince seçenekler epey daraldı, n=1 kadar. Ortaokulda hayalini kurduğum üniversiteyle en nihayet doktorada vuslata ereceğim belki de. Beni alırlarsa. Almazlarsa denedim deyip işe odaklanırım belki.
Ne yapmak istediğini bilmek bir erdem gibi öğretildi bize. Asla aklıma yatmadı, hala yatmıyor. Her şeyi yapabileceğimiz söylendikten sonra ne yapmak istediğimizi bilmemizin beklenmesi haksızlık gibi gelirdi hep. Canım sürekli aynı şeyi yapmak istemiyor. Her sabah sosyolog olarak uyanmıyorum. Elbette hayat canımın ne istediğiyle ya da keyfimin kahyasıyla yüz göz olmuyor. Dünya öyle bir yer değil. Bazıları için, bir yerlerde öyle olduğunu biliyorum ama benim için ve burada değil. Üstüne üstlük kendimizi suçlu hissediyoruz. Az buz değil. Başarısızlık kabus gibi çöküyor üstümüze. Hissini, ihtimalini bile kaldıramıyoruz. Aklımız çıkıyor altından kalkamayacağız diye. Dünyamız bu olunca dünyanın başımıza yıkılması da an meselesi oluyor. Tıpkı bütün bir hayatı bir adamın üstüne kurmak ve adam denklemden çekilince her şeyin çökmesi ve enkaz altında kalmamız gibi. Bir şeyin içine çok fazla girince hayat ondan ibaret olageliyor. Hariçten bir gazel "içki ve seks" diyor. İş geliyor benim aklıma. Tez de olabilir, artık rüşdünü neyle ispat edeceksen. İspat mühim. Bizim bilmemiz yetmiyor. Cümle alem görmeli, imzalar atılmalı. Ciltlenmeli, öpülüp koklanmalı.
Bu böyle bir şey değil. Hayat böyle bir şey değil. Seziyorum ama söylemesi zor. Kelimeler uzak. Böyle olmamalı. Oysa bundan çok daha zor olacak. Hiç bundan genç olmayacağım ve her şey çok daha zor olacak. Ne olur aradaki evreyi atlayıp domates yetiştirsem babamla? Rakımıza kavun, salataya roka. Sepetle balık tutma işini geliştiririz belki, daha iyi dalmayı öğrenebilirim. Elbiselerimi kendim diker (sosyolog olmasam bunu yapıyor olacaktım), beş yılda bir pabuç alırım. Ekonomideki varlığım belli belirsiz olur. İçki tüketimimle ayırt edilirim ancak. Olmaz mı?
Sorun şu ki, nasıl mutlu bir evlilik hayal edemiyorsam mutlu bir iş hayatı da canlandıramıyorum gözümde. Vasat hayatımı yarılamak üzere olduğumun bilinci de hiç yardımcı olmuyor. Öyle kolay mutlu oluyorum ki aslında (bir gramofon, mavi-beyaz ekoseli masa örtüleri ve eski ahşap kokusu) mutlu olmak üstüne bu kadar düşünmem garip, hatta saçma. Much ado about nothing'in hakkını veriyorum işte. Bu arada kuru gürültü manasında Much ado about nothing deyip duruyorum ama filmini daha çok sevmiştim ben onun.
Bir de David Tennant'ı çok özlüyorum. Resmen özlüyorum herifi. Muhtemelen Doctor Who'daki rolünü sadece ama olsun. İlk görüşte "daha tipsiz bir İngiliz bulamadınız mı" diye çemkirmiştim kendi içimde, şimdi bağrıma basmaya taş seçemiyorum. Ah sonic screwdriver'ım olaydı da diziye geri ışınlayaydım. Oyy David oyy, bıraktın gittin elin ruhsuz köşeli suratıyla. Amy Pond desen güzel ama ebleh biraz. Nerede bir Martha Jones, bir Rose Tyler, bir Donna Noble zekası...oyyyy. (Cnbc-e'de eski sezonu görünce depreşti, sıkıntı yok, bu da geçer.)
Bu fotoğrafta pardösüsü ve converse'leri görünüyor sadece. Tanısanız çok seversiniz aslında. Zeytin zeytin gözleri var böyle, gülünce onlar da gülüyor. Yüzü aydınlanan, insanın yüzünü aydınlatan insanlardan yani. Yakışıklı olmadığına göre yetenek böyle bir şey demek ki. Özellikle araştırdım, gay de değil. Bari gay olsa ama değil. Ara ara fotoğraflarına bakıyorum internetten. Ulan eski sevgilim misin be allahın İngiliz'i, bu ne sevgi bu ne ıstırap?!
Spoiler vermeyeceğim ama Black Swan'ın daha önce bir çok kez işlenmiş bir teması ve The Social Network'le benzeşen bir yanı var. İkisinin ortak yönü hırs. Ve hikayenin gerisine eklenen bir "gönül ilişkisi". İlkin çok zorlama geliyor ama değil mi ki anlatmaya değer her hikayede aşk gayriihtiyari de olsa vardır. Neyse ki ikisinde de melodrama dönüşmüyor bu. Yani en azından bu dönüşmüyor.
Filmin adı The Social Network olur da içinde blogging geçmez mi? Belki bu vesileyle itiraf (?!) edebilirim artık: Blog yazma fikrini aklıma (bkz. eşşeğin aklı-karpuz kabuğu) ilk sokan webmaster (doğru mu dedim?) bir arkadaşımdı. İkincisi...House'u hiçbir zaman düzenli izlemedim. Zaten herhangi bir bölümün ilk yarısı yetiyor Dr. House'a hasta olmaya. Gene rastgele izlediğim bir bölümünde blogger bir kadın hasta vardı. Öyle böyle değil her şeyi blogunda yazıyordu ve baya interaktif bir hal almıştı. "Sizce bu ameliyatı olmalı mıyım" sorusuna okuyucularının (izleyici?) vereceği cevaba göre hareket edecekti filan.
Yanılmıyorsam bu bölümü izledikten sonra açtım blogu. O sırada sonu gelmeyen kendi küçük aşk hikayemle boğduğum arkadaşlarım için gerçekten üzülmeye başlamıştım. Ama kendim için üzülmeyi de bir türlü bırakamıyordum. Bundan tam tamına bir sene önce biten son ilişkim ise her şeyi daha da kötüleştirdi. Kendimce "delikanlılık" saydığım her hareketim gibi bedeli boyumu fersah fersah aşıyordu. Gene de kendime bu son kazığı atmaktan geri durmadım...ve böylece en başa, başladığım yere döndüm. Başladığım yer, gün ağarmadan hemen önceki en karanlık saat gibi bir şeydi. Orada artık ne yetersiz bir psikiyatriste tahammülüm ne de arkadaşlarıma aynı şeyleri bininci kez anlatacak yüzüm vardı. Anladım ki istesem de başa dönemezdim artık, sonuna gelmiştim ve yolun geri kalanını tek başıma gitmeliydim. Ne bir sevgili, ne bir psikiyatrist. Tek başıma. Böylece blog yazmaya başladım.Aşağı yukarı 50 izleyicim olduğunu ve yazdıklarımın günde ortalama 50 kere okunduğunu düşünürsek "tek başıma" olduğumu söyleyemem.
"İnsan, blog yazmak için gerçekten çok yalnız olmalı" cümlesi sürekli aklımın ardında dolanıp duruyor. Öyle olduğuna inanmak istemesem de öyle düşündüğüme eminim. Bazen dürüstçe, "hayatımda biri olsa gene de bu kadar çok yazar mıydım" diye soruyorum kendime. Emin olamıyorum. Oysa yalnız değilim, bunu da biliyorum. Belki yalnızlık sadece tetikliyor, devam etmek için daha fazlası lazım. Söyleyecek şeylerim azaldıkça daha çok şey mi söyler oluyorum? Bunu da ara sıra soruyorum kendime. Mesleki deformasyon mu dersiniz yoksa kişilik bozukluğu mu bilmem ama sürekli bir şeyler soruyorum kendime. İrdeliyorum, köşeye sıkıştırıyorum, üzüp ağlatıyorum sonra da bundan garip bir keyif alıyorum neredeyse. Biraz acımasızım. Ah evet, bazen çok ama çok acımasızım. Bu boydan ve bu surattan kimsenin beklemeyeceği kadar. Beklenmediği için daha da çok keyif alıyorum. İçimde küçük bir psikopat mı besliyorum? Herkesten fazla değil, hem de hiç değil.
Tezimi düşünüyorum. Şimdi nasıl da bir şey ifade etmediğini. Yanlış bir şey yapmışım gibi utanıyorum neredeyse. Oysa dönüp bakmalı ve bir makale çıkarmalıyım ondan. Akademiden iyice koptum gene. İş arıyorum. Doktora arıyorum. İstanbul'da kalmaya karar verince seçenekler epey daraldı, n=1 kadar. Ortaokulda hayalini kurduğum üniversiteyle en nihayet doktorada vuslata ereceğim belki de. Beni alırlarsa. Almazlarsa denedim deyip işe odaklanırım belki.
Ne yapmak istediğini bilmek bir erdem gibi öğretildi bize. Asla aklıma yatmadı, hala yatmıyor. Her şeyi yapabileceğimiz söylendikten sonra ne yapmak istediğimizi bilmemizin beklenmesi haksızlık gibi gelirdi hep. Canım sürekli aynı şeyi yapmak istemiyor. Her sabah sosyolog olarak uyanmıyorum. Elbette hayat canımın ne istediğiyle ya da keyfimin kahyasıyla yüz göz olmuyor. Dünya öyle bir yer değil. Bazıları için, bir yerlerde öyle olduğunu biliyorum ama benim için ve burada değil. Üstüne üstlük kendimizi suçlu hissediyoruz. Az buz değil. Başarısızlık kabus gibi çöküyor üstümüze. Hissini, ihtimalini bile kaldıramıyoruz. Aklımız çıkıyor altından kalkamayacağız diye. Dünyamız bu olunca dünyanın başımıza yıkılması da an meselesi oluyor. Tıpkı bütün bir hayatı bir adamın üstüne kurmak ve adam denklemden çekilince her şeyin çökmesi ve enkaz altında kalmamız gibi. Bir şeyin içine çok fazla girince hayat ondan ibaret olageliyor. Hariçten bir gazel "içki ve seks" diyor. İş geliyor benim aklıma. Tez de olabilir, artık rüşdünü neyle ispat edeceksen. İspat mühim. Bizim bilmemiz yetmiyor. Cümle alem görmeli, imzalar atılmalı. Ciltlenmeli, öpülüp koklanmalı.
Bu böyle bir şey değil. Hayat böyle bir şey değil. Seziyorum ama söylemesi zor. Kelimeler uzak. Böyle olmamalı. Oysa bundan çok daha zor olacak. Hiç bundan genç olmayacağım ve her şey çok daha zor olacak. Ne olur aradaki evreyi atlayıp domates yetiştirsem babamla? Rakımıza kavun, salataya roka. Sepetle balık tutma işini geliştiririz belki, daha iyi dalmayı öğrenebilirim. Elbiselerimi kendim diker (sosyolog olmasam bunu yapıyor olacaktım), beş yılda bir pabuç alırım. Ekonomideki varlığım belli belirsiz olur. İçki tüketimimle ayırt edilirim ancak. Olmaz mı?
Sorun şu ki, nasıl mutlu bir evlilik hayal edemiyorsam mutlu bir iş hayatı da canlandıramıyorum gözümde. Vasat hayatımı yarılamak üzere olduğumun bilinci de hiç yardımcı olmuyor. Öyle kolay mutlu oluyorum ki aslında (bir gramofon, mavi-beyaz ekoseli masa örtüleri ve eski ahşap kokusu) mutlu olmak üstüne bu kadar düşünmem garip, hatta saçma. Much ado about nothing'in hakkını veriyorum işte. Bu arada kuru gürültü manasında Much ado about nothing deyip duruyorum ama filmini daha çok sevmiştim ben onun.
Bir de David Tennant'ı çok özlüyorum. Resmen özlüyorum herifi. Muhtemelen Doctor Who'daki rolünü sadece ama olsun. İlk görüşte "daha tipsiz bir İngiliz bulamadınız mı" diye çemkirmiştim kendi içimde, şimdi bağrıma basmaya taş seçemiyorum. Ah sonic screwdriver'ım olaydı da diziye geri ışınlayaydım. Oyy David oyy, bıraktın gittin elin ruhsuz köşeli suratıyla. Amy Pond desen güzel ama ebleh biraz. Nerede bir Martha Jones, bir Rose Tyler, bir Donna Noble zekası...oyyyy. (Cnbc-e'de eski sezonu görünce depreşti, sıkıntı yok, bu da geçer.)
Bu fotoğrafta pardösüsü ve converse'leri görünüyor sadece. Tanısanız çok seversiniz aslında. Zeytin zeytin gözleri var böyle, gülünce onlar da gülüyor. Yüzü aydınlanan, insanın yüzünü aydınlatan insanlardan yani. Yakışıklı olmadığına göre yetenek böyle bir şey demek ki. Özellikle araştırdım, gay de değil. Bari gay olsa ama değil. Ara ara fotoğraflarına bakıyorum internetten. Ulan eski sevgilim misin be allahın İngiliz'i, bu ne sevgi bu ne ıstırap?!