29 Ocak 2011 Cumartesi

Much ado about nothing #11

Kendimi kuzey ülkelerinden birinde hayal edemiyorum. Sıkıntıdan patlardım. Halbuki memlekette konu sıkıntısı çekmek mümkün değil. Her gün üç öğün güncellemen gerek her ne yazıyor, nereye yazıyorsan. Bunun sonu yok bahanesiyle iki soluklanayım dedim ben de. Ne yazıyor, nasıl yazıyorduysam ona döneyim gene. Oysa dönmek de mümkün değil.

Geçtiğimiz günlerde bahsettiğim ve beklendiği halde hepimizi çok derinden kavrayıp sarsan kaybımız, burada üstü örtülü de olsa bahsedegeldiğim kaybımı içine alıp eritti sanki. O yüzden dönemiyorum. Eğer “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” ise birbirinden seçilmeyen üç dert, bir yoksulluğu görmedim ben. Kemer sıkmayı, harcama kısmayı gördüm ama yokluk bilmedim. Ölüm de acımasız davrandı sayılmaz. Çok sevdiklerimin ölümünü gördüm ama bir tek babaanneme dokundum. O da babaannem değildi artık. Bir tür ayrılık olduğunu düşünürdüm ölümün, hepsini telafi etmek istercesine ayrılık kanıtladı bir tür ölüm olduğunu.

Her ölümde biraz daha içime işlediği halde bir türlü içime tam sindiremediğim bir kadercilik peyda oldu. “Her şeyi kontrol edemem”, “böyle olması gerekiyormuş, “böyle olması daha iyiymiş”, “bu kadar üzülmeye değmez” ve benzeri bir sürü cümle. Tesadüflerden bahsettik bugün kızlarla. Hayatımızın akışını belirleyen küçük tesadüflerden. Bilmem, tesadüf diyorum ben hala. Belki de tam olmadım daha. Ham meyvayım hala, koparmışlar dalımdan. “Serendipity” filmi geldi akılma, orada da hazzetmemiştim destiny denmesinden. Bilmem kader mi, yoksa diğer türlü düşünmek delirtir mi insanı? Bilmem, bilmiyorum.


Neden elimden bir şey gelmiyor diye delirdiğim çok olur çünkü. Tabi içimden. Bir hata yaptım ve şimdi ne varsa domino taşı gibi üstüme yıkılacak hayatımda ya da neden gücüm yetmiyor her şeyi düzeltmeye, nasıl olur da yetmez. Güneşi nasıl doğduramaz, yağmuru nasıl yağdıramam. Süper güçler? Supergirl bile değilim artık... Bundan sonra olsam olsam Catwoman olurum! Neden beceremiyorum, neden gücüm yetmiyor, neden elimden bir şey gelmiyor. Hepsi içimden, hep içimden; hep bir eksiklik, hep bir yetersizlik hissi. Böyle olmamak gerekiyor biliyorum. Teorim fena değildir, pratik dersen sallanmakta. Bir felsefe, idiotloji.

Bir de hemen umutsuzluğa kapılır, içten içe kahrederim kendimi. İstanbul’da doktora programı yok. Lisans ortalamam yüzünden Tübitak bursuna başvuramıyorum ve o 0.02’lik farkı değiştirebileceğim an dün gibi aklımda. Gurur yapacak bir şey olmamasına rağmen gurur bu, yaptım. 30’uma geldiğimde tam bir başarısızlık abidesi olacağım. Zaten işsizim. Tamam tamam biliyorum, olumlu düşüneceğiz. Her şey tamam da ALES için matematik çalışmam gerek. 6-7 senedir yüzünü görmemişim matematiğin. Boş ver matematiği yea, dünya geometri olsun. Geometri, canım benim.

Ölüm, bir kere düşünmeye başlayınca dipsiz kuyulara sürüklendiğim bir konu. O yüzden ekseriyetle kaçarım kendisinden. Ne sevdikleriminkini ne kendiminkini getiririm aklıma. Gelirse de yaka paça kovarım. Son kaybımızdan sonra bir sevdiğiminki yalayıp geçti işte aklımı, o bile yetti silkinip kendime gelmeme. Bunu hep aklımızda tutup ona göre davranabilsek her şey ne kadar farklı olurdu. Yaşanan hiçbir şey silinmiyor da, aklımızda büyüttükçe büyüttüğümüz anlamları küçülüyor sanki. Farklı bir farkındalık, çok acayip bir kafa. Zamanla sönümleniyor ya da geri atılıyor ama her seferinde birazı daha dibe çöküyor sanki. Büyümek diye buna mı diyorlar acaba? Sanmam, o çok daha acayip bir şey olmalı.

Doktora için konu araştırmalıyım. İyi bir şey yakalayabilirsem, sayfalarca önermeliyim: teorik çerçevesi bu, metodolojisi şu. Bir yandan ALES’e çalışmalıyım. Onun da arkadaşımın düğününün ertesi sabahı olması harika oldu, tadından yemek ne mümkün! Daha çok iş aramalı, bir iş bulmalıyım mesela. Küçük dünyamın büyük dertleri. Daha az uyumak, bilgisayara ya da televizyona daha az bakıp daha çok kitap okumak da istiyorum, daha sağlıklı yemekler pişirip daha çok yürüyüş yapmak da. Bir sürü film aldım bugün, onları izlemek istiyorum mesela. Yeşil çay, kanepe ve ben. Huzurdan anladığım an itibariyle bu. Soğuğu göz önüne alarak bir de polar battaniye ekleyebiliriz bu üçlüye. Ne diyorduk, dert mi diyorduk? Yemişim!

3 yorum:

  1. "Neden elimden bir şey gelmiyor diye delirdiğim çok olur çünkü...neden gücüm yetmiyor her şeyi düzeltmeye, nasıl olur da yetmez. Güneşi nasıl doğduramaz, yağmuru nasıl yağdıramam..."

    az önce şöyle bişi yazmıştım senin üstteki paragrafını okuyunca üstüne çok güldüm bence 90 he man güüç bende artık kuşağı etkisi bu (kabullenmezlik)!=D

    "bir rüzgar değer elime ve ayağıma, her gece ayağımı kendi tenimle ısıtır da düşüme dönerim, bilemem düş görmemeği, "hayat işte" demeyi, boş vermeyi ne zaman öğrenirim.. Böyle mücadele etmeyi kimden öğrendim? Hayırları hiçbir zaman kabullen(e)medim! Olmaz mı olamaz mı bilemedim, olamazı cevap kabul etmemekten vaz geçemedim. Ben sadece böyle öğrendim!"

    YanıtlaSil
  2. ne inatız değil mi :)bozgunu, kaybı, olmazı nasıl da kabullenmiyoruz. oysa ki "hayat işte" ama değil de :)

    YanıtlaSil
  3. hayat; hem "işte.." hem de "değil de!" =D

    bu hem, ama kabilinde antitez üreten bağlaçlar bir süre, yahut bazı durumlarda yasaklanmalı galiba!=)

    YanıtlaSil