25 Şubat 2011 Cuma

Kanyak, Ölüm ve Zaman

 * Kendisine Tekel kanyak var mı diye sorduğumda ne yapacaksınız diye soran Tekel bayi amcasının üç varsayımı olabilir: 1) Şu surata bak, bu kızda içki içecek tip yok; 2) Bu saatte (öğleden sonra) Beşiktaş Çarşısında fink attığına göre –elinde de alışveriş poşetleri- çılgın bir ev kızı bu ve tatlıya, pastaya filan koymak için soruyor; 3) Tekel kanyak o kadar boktan ki doğrudan tüketilemez, dolayısıyla müşterinin ancak dolaylı tüketime yönelik bir amacı olabilir (2 ve 3 birbiriyle ilişkili tabi). Netice itibariyle, kısa paslaşmalara sahne olan dar alanlı terbiyeme sığması düşünülemez sokmalı çıkarmalı bir cevap veremeyeceğimden gözlerimi müstehzi bir soru işaretiyle kısarak “içeceğim” dedim. 

* Ocak’ın melun 19’unda kaybettiğimiz hocamızın anma yemeği var akşam dernekte. Ne kadar sevdiğim biri adına olursa olsun bu tür toplantılara daha önce hiç gitmedim. Hatta ne kadar seviyorsam o kadar gitmedim demek daha doğru. Şimdi de ayaklarım geri geri gidiyor. Tek umudum B.’nin beni sürüklemesi. “Gidelim mi” deyip olayı haber verirken aklımın gerisinde bu da vardı belki. Son dakikada cayacağımı, “boş ver gitmeyelim” diyeceğimi biliyordum. Neden peki, neden kaçıyorum? Bu konu hakkında çok çelişkili fikirlerim var. Dün yazmıştım, beni çok etkileyen filmlerin ardından ağzımı açıp da iki laf etmek adetim değildir. Onun gibi sanırım. Üstüne söz söylemek, uluorta anmak, dallanıp budaklandırmak rahatsız ediyor. Sanki ölüm, bütün anlamını kendi içinde taşıyor zaten. Dini andıran bir yaklaşım: Nasıl ki sevdiğim kişiyle ilişkimin  yalnız iki tarafı vardı, ölümüyle kurduğum ilişkinin de yalnız iki tarafı olabilir; ölümü ve benim o ölümü nasıl deneyimlediğim. Bunun ölümle benim aramda olduğunu düşünmek elbette çok bencilce fakat değil bencilce, isterse saçma olsun böyle hissediyorum.

Yalnızca ölüm hususunda gösterdiğim mahremiyete dair hassasiyetimle çelişen ise ölümün kutlanması gerektiğine tüm kalbimle inanmam. Tıpkı doğum ya da düğün gibi ölüm de bir şölen olmalı. Törensel anlamda elbette, yoksa ölümün kendisi muamma. Ateşler yakılmalı, sofralar donanmalı, yemekler yenmeli, şaraplar içilmeli, müzik hiç susmamalı. Ölünün ardından konuşmama konusunda da çok katı değilim. Sırf artık yok ve kendini müdafaa edemez diye yalnızca iyi şeyler söylemek hiç gerçekçi değil. Gidenin ardından saydırılmalı demiyorum ama ne bileyim, çapkınlık anıları ballandıra ballandıra anlatılabilir mesela. Gülerek anlatılıp gülerek dinlenecek muzır anılar kimsenin hatırasına saygısızlık sayılmamalı. Peki kaybettiğimizin ne kadar harika bir adam olduğu bir kez daha onaylandıktan sonra ne hissetmem lazım? Kaybım beni daha fazla mı kahretmeli yoksa onu tanımakla ne çok şey kazandığıma mı sevinmeliyim? Kayıp demek bile haksızlık belki.



Anma yemeğine gitmek, hocamın artık cismen var olmadığını bir kez daha kabullenmek anlamına geliyor ve bu düşünce beni çok rahatsız ediyor. Anmak? Ne anması, hocam o benim be! Daha birkaç ay önce bir akşam üstü, onun öğrencisi ve en yakın dostu olan tez hocamın odasında karşılıklı oturmuş, utana sıkıla ona ithaf ettiğim tezimi tartışıyorduk. Dizlerimiz birbirine değdi değecek mesafede, beni hocama karşı savunurken bana dönüp gülümsüyordu. “Ee seni kim yetiştirdi” derken nasıl da gururluydu. Belki de benim kendime asla inanmayı beceremeyeceğim kadar inanıyordu bana. Tezimin kopyasını alıp teşekkür ettikten yalnız birkaç gün sonra… varken yok nasıl oluyor, almıyor kafam. Bu yoklukla yüzleşmek istemiyorum daha fazla. ODTÜ amblemine sarılı tabut, cenaze, yaka resimleri yetti bana. Hiç istemiyorum gitmek. Umarım B.’nin işi çıkmaz da sürükler beni. Sanki kendisi de gelecek ve yeni çıkan kitabından, son yayımlanan makalesinden bahsederken yine büyüleyecek bizi. Bana dönüp “Lukacs makalem hakkında doğru dürüst bir yorum yapmadın bu yaz, dök bakalım şimdi eteğindekileri” der belki. “Hocam daha o kadar içmedim” hakkımı evvelden kullanmış olduğumdan elim ayağım boşanır, ne cevap vereceğimi bilemem bir müddet. O benim paniğimle eğlenirken kadehimdeki rakıyı fondip yapıp “yani hocam şimdi aslında…” diye başlarım belki. Başlardım. Belki. Gelmeyecek ki.



                                        
* Einstein and Eddington filmini görmeyi bir haftadır bekliyordum. Unutkanlıkta sınır tanımadığım için Ece’ye yazmakla yetinmeyip saatimi de kurdum ve iki saat boyunca kitlendim. Dürüst olmak gerekirse -ki aslında neden gereksin, işkembeden atmak için hiçbir manim yok- David Tennant aşkına oturmuştum televizyonun karşısına ama film ilerleyip de, vakti zamanında içimdeki küçük sanatçıya “kay lan öteye” diyerek kendine yer açmış küçük bilim kadını “evet lan!”, “tabi lan!” dedikçe anladım ki sırf David için izlemiyorum filmi. Film, Einstein’ın izafiyet teorisinin İngiliz bilim adamı Eddington tarafından kanıtlanmasını anlatıyor. Yani bu sadece olay örgüsünün özeti. Elbette verilen fikir beni daha çok sardı. Aklımın gerisinde Pınar Selek ve Sınır Tanımayan Sosyal Bilimciler’in düşüncesiyle izleyince çok daha fazla şey ifade etti. David’in izafiyet teorisini en basite indirgeyerek, bir iki cümlede özetlediği o son replikten kendime pay çıkarmayı da başardım ya… hatta aklıma Pinhani’nin Zaman Beklemez adlı şarkısı da geldi ya, pes. “Zaman herkes için aynı geçmez, her birimiz için farklıdır” gibi bir şey söylüyordu ki bilim, aşk hepsi birbirine girdi. Zaten kafamdaki bütün düşünceler oldum olası kördüğüm bir yumağı andırmıştır. Bu kördüğüm yumağı oluşturan binlerce fikri en basit şekilde tasnif edebilmekten bile aciz oluşum, aralarında akla gelmez ilişkiler kurabilmeme olanak sağlıyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde o yumaktan bir doktora tezi konusu çekip çıkarabilmeyi umuyorum…

* Zaman demişken…zamanla törpülenir insan, köşeleri sivriliklerini yitirir, yumuşar, uysallaşır. Zaman aynı etkiyi bende de gösterdi, gösteriyor. Fakat tek yönlü bir gelişme olmadı bu. Bilakis sivrilttiğim köşeler oldu. Ben kimseyi bilerek üzmek, kırmak, incitmek istemedim. İstediğimi zannettiğim, istediğime kendimi inandırmaya çalıştığım zamanlar oldu ama gerçekte istemediğimi ben de biliyordum. Buna rağmen, kendimi korumayı ve boyun eğmemeyi de öğrendim. Şartlar elverdiği müddetçe, istemediğim fakat dayatılan hiçbir şeyi yapmamam, duruma göre kabalık ya da dik başlılık olarak algılanabilir. Kendi nezaketime değer biçecek değilim, ikisi de pekala doğru olabilir. Öte yandan, her ne kadar sosyolojik anlayışımda sınırlara yer olmasa da, onunla iç içe geçmiş olan kişisel hayatım için yalnız bu hususta aynını söylemem mümkün değil. Aksine, kişisel hayatımda yer alan kimi sınırların ihlali beni yalnızca daha dik başlı değil, aynı zamanda daha kaba ve kırıcı bir insana dönüştürüyor. Olmak istediğim insan bu değil. Ne tuhaf ki bundan yalnızca birkaç yıl önce de ne istediğimi bu kadar iyi bilebilseydim, başkalarının üzüntüsünü bu katılıkla göze alabilseydim ve sınırları bu netlikle çizebilseydim…dahası tarih farklı gelişse ve arada geçen sürede yaşadıklarımın hiçbirini yaşamasaydım -yaşamaya ihtiyaç duymasaydım, o gün olmaktan yakındığım insan olmaktan çıkıp bugün olmaktan yakındığım insan haline gelemezdim. Ayrıca sınırlar sadece beni dışarıdan korumuyorlar, dışarıyı da benden koruyorlar. Böylece yaralayıcı olmamı gerektiren daha az durum ve kendimden yakınmak için daha az sebebim kalıyor.


** Doğrusu "konyak" ama Tekel'inki "kanyak". 

7 yorum:

  1. öyle güzel yaziyorsun ki gidip yine blog acasim geliyor, ama biliyorum ben böyle yazamam :) ben anca sinirlenirim, sayar söverim, özlerim sizlanirim, o kadar...
    bu arada yine daha 2 gün önce izledigim ve benimde icimdeki bilim insanini dürten filmi yazmissin, anlamsiz yere bi sevindim gibi oldu :)

    YanıtlaSil
  2. niye anlamsız olsun, kalp kalbe karşı derler ona :)
    çok teşekkür ederim ama ben de pek farklı bişey yapmıyorum gibi geliyor. kendi küçük oyun alanım, sanal ve kamusal günlüğüm...siyasi ve ailesel otosansürlerin izin verdiğince laf-ü güzaf.
    keşke sen de yeniden yazmaya başlasan. gerçi bu bölüneceğin kaçıncı parça olur bilmiyorum. biraz aylak madam mesaisi bu, şekil a :)

    YanıtlaSil
  3. la bebe hotmailine bakiyor musun mu sen? (seviye düşürmek)

    YanıtlaSil
  4. yok ki. bayadır iptal o. gmail'imi kullanıyorum.

    YanıtlaSil
  5. hee napiyorsun yaşıyor musun die mail atmistim da kismet degilmis demek ki.

    YanıtlaSil
  6. ne kısmeti lan. onursal sen misin? bak diğer adsızı deşifre ettim, bi sen kaldın. yapma arkadaşım, verme esrarengizi. kim lan bu diye paranoyak manyak olucam, hastanelerden polikliniklerden toplicaksınız beni sonra.

    ayrıca, iyiyim işte n'olsun. şuraya ne yazıyosam o :)

    YanıtlaSil
  7. hé la. kim olacak başka.

    YanıtlaSil