30 Aralık 2010 Perşembe

Zaman, Mekan ve Kestane Ağaçları

Kedi insanı/köpek insanı gibi bir ayrım zaman ve mekan için de yapılabilir. Mesela B. tam bir zaman insanıdır. “3 yıl önce bugün”, “5 yıl sonra bugün” ve “yaşlanıyoruz” gibi cümleleri sıkça kullanır. Derdi ağırlıklı olarak zamanladır, benimse mekanlarla. Hayatımda, başın yastıkta bıraktığı gibi yer etmiş mekanlarla çok güçlü bağlar kuruyorum. Sanki her biri kişisel tarihimin bir müzesiymiş gibi. Bu lüzumundan güçlü bağı ilk defa ortaokulda, yemek saatinde bomboş kalan sınıfı izlerken fark etmiştim. Lisemin kampüsüne zaten aşıktım. Asırlık binaları ve bahçesi hep huzur verirdi. Okuldan sonra, kestane ağaçlarının altındaki banklarda oturmak –ağaçlar kafama kafama kestane fırlatmadığı sürece- bir keyifti. ODTÜ’ye geldiğimde ilk fark ettiğim –okulun içinden otobüs geçtiğini dehşetle fark ettikten sonra yani- yolun iki tarafındaki kestane ağaçlarıydı. Hele onlar sonbaharda sararınca kendimi iyice evimde hissediyordum. Aşık olduğum yağmurlu bir gecenin sabahı elimde bir el ve yalın ayak yürüdüğüm okulda ayaklarımın beni götürdüğü yer bölümdü…ve tabi ki Devrim. O zamanlar Kızılay’da bir SSK iş hanı vardı. Hala var ama o zaman vardı. Limon’un yeni kapandığı zamanlardı. Gölge revaçtaydı. Sadece SSK değil tüm Sakarya’da bir rocker egemenliği söz konusuydu. Gölge’nin taşınmasına denk gelen zamanlarda bu egemenlik türkü bar ve pavyonlara geçti. Biz de SSK ve Sakarya’dan geçtik. Zaten zaman da geçiyor ve birbirimizi duyabileceğimiz, rahatça oturup iyi kokteyl içebileceğimiz yerlerin peşine düşmeye başlıyorduk. Hem Sakarya hem de bizim için bir dönem kapanıyordu.

Yalnız ben dönem kapamayı pek beceremiyorum. En başından beri yazdıklarımla da bunu kanıtlamışımdır herhalde. Önce köfteci Doktor amcaya sonra da SSK’ya gittim eski bir dostla. Tam göreceğimi görmüş geri dönmeyi kabul edecekken üst katta eskilerden bir mekan gördüm, içim aydınlandı. O üst kat ne dramalar görmüştür; sağanak yağmur altında bağıra çağıra ne ilan-ı aşklar, ne kıskançlık krizleri, ne koşarak basıp gitmeler, bir itip bir çekmeler. Hatırlıyorum, tutkuyu aşk sandığım yıllardı. Aynı mekanın tuvaletinde yüzüme bakarken buldum kendimi. Nereye gitti o küçük kız? Kırmızı rujunla ona benziyorsun ama o değilsin. Draman içine mi kaçtı, konuşsana be kadın! Zaman geçer biz değişirken mekanların aynı kalması çok etkileyici. “Sen benim sabitimsin” diyordu bir adam bir kadına. “Hayır, sabit olan burası” demek istedim, “o kadın artık yanında olmadığında gene buraya geleceksin bu anın anısında onunla yeniden beraber olmak için. Onu burada arayacak ama bulamayacaksın. O sırada başka bir adam, hayatında onu sabit aldığını söyleyerek etkilemeye çalışıyor olacak kadını. Bunu bilerek bir yudum daha alacaksın. Mekanın kapanmasına yakın da yalpalayarak çıkıp gideceksin şu kapıdan. Hepsi bu.”

Sabitler ve değişkenler…sayı görünce panikleyen bir insan için iddialı metaforlar bunlar. Binalar yıkılıyor, aşklar bitiyor, insanlar artık yaşamıyorken neyi sabit alabiliriz? Geride kalan saç tokaları, kokular…yani hatırlayıştan başka neyi? Her şey değişirken ihtiyaç duyuyoruz buna. Güvende olduğumuzu bildiğimiz bir yer kalsın istiyoruz dünya üstünde. Hatıramızın kilitli bir odada toz tutarak da olsa saklandığından emin olmak. Üç yıl, beş yıl, on yıl sonra karşısına geçip “beni hala sevdiğini bilmek istiyorum” diyebileceğimiz biri kalsın istiyoruz. "Bir aşıktan çok daha fazlası", bir sabit. “Ev gibi bir adam” belki. Kendimizi kandırmayalım, içten içe buna hala inanıyoruz.




*Bunu yazdıktan sonra akşam haberlerinde SSK'nın yıkılacağını duydum. Yerine de bina yapılmayacakmış. 


4 yorum: