30 Ekim 2010 Cumartesi

Homur homur homur...

Homurdanmaktan yorulunca pencereyi açtım. Gökyüzü ne kadar mavi. Dün bütün şirretliğimle “cik cik cik beynimi sittiniz lan” diye sövüp saydığım kuş sesleri gene yayılacak ova bulamadıklarından bulvarı doldurmuş. Gözümü alan güneşe de bir posta sövdükten sonra havanın berraklığına hayret ettim bu sefer. Ağaçlar filan. Yıldız Parkı’nda hissettim neredeyse. “Salak, iki adımlık yol. Hissedeceğine bas git, iki huzur dol gel işte”. Bu sefer huzura sövüp saydım. “Tutturdun bir huzur, bulamayasın” diye beddualı sövdüm kendime de.


Ben küçükken giderdik Yıldız Parkı’na. Özellikle de şehir bembeyazken. Hep mutlu kareler var aklımda. Kocaman, masalsı bir diyardı benim için. Ben büyüdükçe o çekmiş. O uçsuz bucaksız yeşil göl,  orta boy bir su birikintisi şimdi. Olsun. O gölün kenarında bir bank vardı. Türkan Şoray, kendisine meftun olan fakat aşkını kendine saklayan udi Ekrem Bora’nın hayaletiyle o bankta oturmuştu yan yana. Çok severim o filmi. “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu”. 1990 yapımı olması gerek. O bankın durduğunu düşündüğüm yere gidip oturuyorum. Belki tam orası değil, yanılıyorum. Belki Yıldız Parkı bile değil filmdeki park. Ne fark eder. Öyle sessiz ki. Öyle güzel. Tarifi zor. İnsan içine çıkıp gene de insanlardan kaçabileceğim bir yer. Sığınak. Benim.

Akşam bir arkadaşım çalacakmış Taksim’de bir yerde. Hem dinlemek istiyorum hem de bahane olur, evden kazımış olurum kendimi dedim. Gitmeyeceğim herhalde. Çok insan. Halbuki sevgi pötürcüğü insandım, ne oldu böyle bilmiyorum. İnsan kaçkını minör depresif küçük burjuva n’olcak! 6’sında kaçamayacağımı biliyorum en azından. Blues Festivali bir gelenek. Ortaokuldayken bir akşam annemler beni gene böyle homur homur bir vaziyetteyken evden kazıyıp zorla götürmüşlerdi. Deli gibi de eğlenmiştim. Sahi, deli gibi eğlenmeyeli epey oluyor. İçmenin de bir işe yaramadığını kabullenmiş bulunuyorum. Aman ne hoş. Yarın gitsem Yeşilay’da sekreter olarak işe başlayabilirim herhalde.

“Depresyon semptomları gösteriyorsun, çabuk çık oradan!” derdim kendime. Gene aynı gerzek semptomlar. Arkadaşıma kesinlikle katılıyorum, depresyon şımarıklıktan başka bir şey değil. Hele minör depresyon…geçir bir tane suratına, bak bir şeyi kalıyor mu! İşin kötüsü teze odaklanamıyorum artık. İçimden gelmiyor. Doğum sonrası depresyona döndü anasını satayım! Tezi ıkına ıkına çıkardık, iyi güzel de… Tamam hadi o kadar değil ama bir “Nadi, bu ne?!” vakasından da hallice şimdi. Abi bu ne yaa!

Bugün Cumartesi değil mi? Öff nasıl da kalabalık olacak Taksim. Mekanlara girmesi, çıkması, bira alması…hepsi ayrı mücadele. Bak bak, prensesteki derde bak hele! Tam dayaklık lan. İnsan içine çıkmamaktan kendime sardırdım, evet. Ama o kadar sıkıcıyım ki kesmiyorum. Tam bir kısırdöngü: Çok sıkıldığım için tezin kalan birkaç günlük işini savsadıkça savsıyorum ve bu çok uzayan tez faslı kapanmadıkça daha çok sıkılıp bunalıyorum. Diyorum ya tam dayaklığım.

Şu Hindistan işi inceden heyecanlandırmaya başladı beni. Gidip de dönmemek var. Var yani, neden olmasın? Delhi Üniversitesi diye bir şey var. Gerekirse doktora yaparım, nedir yani? Mastırı üç senede yapan doktorayı rahat bir on senede bitirir. Hiç öyle anam gibi geçerli mazeretlerim de olmadan üstelik. Daha çok ilkokul dönemi argümanları üstünde duruyorum: “Zeki ama çalışmıyor”. Şansım yaver giderse otuz beşimde de doktorayı bitirir, “ee post-doc’a nerede akıyoruz hacı” yavşaklığıyla kolları sıvarım ve bu böyle uzar gider. O proje senin bu araştırma benim uğraşıp didinirken elbet bir meslektaşımı da gözüme kestirir, aklını çelerim. Meslektaş dediğim, civar bölümler de olur: Antropoloji, siyaset, kültürel çalışmalar. Yeteri kadar akılsızını bulabilirsem “hocam gel senle ortak bir çalışma yapalım, kız erkek fark etmez, sağlıklı olsun”  diye teklifimi götürürüm. Böylece hem neremize takıldığını anlayamadığım biyolojik saatimin kafasını kırmış, hem de genlerimin devam edeceğini garantiye alarak varoluşçu psikolojinin favori gündem maddesi ölüm korkusuna “off nası koydum ama çocuğu” diye hareket çekmiş olurum. Senaryo bu.



29 Ekim 2010 Cuma

If music be the food of love, play on

Bunca şeyin arasında...tabi çünkü düzenli olarak dünyayı kurtarıyorum.   Günlük yapılacaklar listesi birinci madde. Bunca şey dediğim, insanlık için  küçük benim için büyük dertler arasında dert edindiğim bir şey. Artık yeni bir şey dinlemiyor olmak. Bu uzun zamandır böyle ve diğer her şey gibi tamamen benim suçum. Her türlü yeniliğe ilgimi, inancımı kaybettim derdim ama duyunca vurulup peşine düştüğüm şarkılar oluyor hala. Bu onlardan biri değil. Peşine düştüm ama vurulmadım. Sanırım ilk birkaç sözü hoşuma gitti. Son derece basit ve duruma uygun. Şarkılardan hep böyle bir beklentim var. Hepsinde bir soundtrack olma özelliği arıyorum. Yani yaşadığım anların, içinden geçtiğim hikayelerin ya da gözümün seçtiği kadrajların müzikteki karşılığı olmalıymış gibi. Tamamlayıcı. Oysa uzun zamandır sessizliği tercih ediyorum. Neredeyse her türlü müzik gürültü geliyor. Ne korkunç.

Gerçekten sevdiğim müziklerin büyük bir kısmı kırk yıllık ya da daha eski. Yaşayan ve hatta genç insanların yaptığı şarkıları dinlemek istiyorum artık. Bazen. Mesela indie seviyorum sanırım. Sözleri mümkünse bir şey ifade eden ve beynimi oymayan şeyler. Ruhumu okşamasını beklemek fazla olur belki ama dinleyicisine saldırıp ısırmayan, daha çok "şuraya otur, bir nefes al" diyen türden. Bir bardak su getiren ya da dinlemesi bir bardak su gibi gelen. Basit, anlamlı, rahatlatıcı, yutkunmayı kolaylaştıran. Oldu olacak hayatımda karşılığı olan. Dinlerken dinlediğimin ayırdına varamayacağım kadar parçam... İyice saçmaladım. Hep o Californication'ın müzikleri yüzünden. Hung'ın jeneriği de hoşuma gidiyordu. Bu da şu anlama geliyor, dizi mizi izlemesem hayatımın sonuna kadar yüz elli şarkıyla filan idare edebilirim. Ama hayır, "idare edemem". Edesim kaçtı. Hayatımın soundtrack'i bundan fazla olmalı. Gençliğini iki Dünya Savaşı arasında geçirmiş birininkinden farklı bir playlist'e sahip olsam yeter. Çok değil biraz farklı, yoksa otuzlar ve seksen arasını hiçbir şeye değişmem.

Biraz ve biraz belki. Hem beynimi oymasın, hem sözleri anlamlı olsun, hem de melankolik olmasın diye bir şey yok değil mi? Evet, döner istiyorum dönmesin istiyorum. Cam kenarı koridor da olur. Kendimden sıkılmanın öyle bir noktasındayım ama çok da uzağa savurmak niyetinde değilim kendimi. Ben bu kadar sağlamcı değildim ama zaten eskiden olduğum bir çok şey değilim artık. Belki de yaşadığım anları, içinden geçtiğim hikayeleri ya da gözümün seçtiği kadrajları anlatmasını istemiyorum artık şarkıların. Tek istediğim, ciddiye alabileceğim bir ses tonuyla -yani sakince- biraz umut vermeleri. "Yarın her şey tepene yıkılmayacak...aslına bakarsan hiç fena bir gün olmayacak" demelerini istiyorum. Yoksa "sevdiklerin hiç ölmeyecek" ya da "sen ne yaparsan yap senden vazgeçmeyecekler" gibi zırvalar duymaya ihtiyacım yok. Mütevazı beklentiler içindeyim.

Yıllardır Mavi Kuş'a çok yüklendim. Ne zaman sakinleşmeye, düzenli nefes alıp vermeye, birazcık huzura ihtiyaç duysam onu dinledim...artık tahammülüm yok "ben gelemem ama sen git biraz dolaş" demesini duymaya. Bu şarkıyı da artık azat etmeli ve yeni şarkılar bulmalıyım kendime. Tıpkı yeni bir ben bulmam gerektiği gibi, evet. Ne demiş adam, "dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım".

28 Ekim 2010 Perşembe

O serpent heart hid with a flowering face!

“Tamam! Kestik!” Bu sesi duyuyorum bu aralar. Kafamın içindeki sesler korosundan yırtık bir ses, bir solo. Suratsız fakat işini ciddiyetle yapan bir yönetmen sesi bu duyduğum. “Tamam, bırakabilirsin artık” diyor. Anlamsız, yersiz geliyor direktifi. Anlamsız değil çünkü anlıyorum, fakat yersiz çünkü kesmemi istediği şey de yersiz. Onun yersiz olması bunu yerinde bir direktif kılmıyor. “Dalgın bakışlarını, süzgün suratsızlığını…melankolik zırvalıkları kes artık. Bir tek devrik cümle daha duymak istemiyorum. İyice aptal göründüğün yetmezmiş gibi bir de sözcüklere eziyet etme!” Yersiz çünkü içinden çıkabileceğim bir rol değil bu.

Böyle zamanlarda yılanlara dehşetli özenirim. Eski derilerinin içinden çıkıp öylece giderler. İçinden çıktığı vakit iyice göze görünür olur eski derinin eskiliği. İçinde kalsa o kadar fark edilmez. Tutuyor çünkü onu, yaşatıyor. Keşke öyle sıyrılabilseydik yer eden acılarımızdan. Zaman hepsine yetişemiyor, malum. Bazıları öyle yer ediyor ki dövme gibi taşıyor insan. Zaman, dibe çökmesi için geçiyor sade. Artçı sarsıntılarda kalkıp bulandırıyor suyu, sonra tekrar çöküyor. Zaman, her şeyin ilacından ziyade, aşırı doymuş bir çözeltideki artan çözünen iyice dibe çökene kadar geçen vakit anlamına geliyor. Geçmiyor, çözünmüyor, çözülmüyor. Çöküyor. Seneler içinde insan da öyle.

İnsan kendine yabancılaşıyor…ama bunu bizimki zaten demişti değil mi? Güneşin altında söylenmemiş söz kalmadı, biliyorum, ama aynı hikayeyi bir de benden dinleyin…desem, anlatır mıyım sanki? Durulup durgunlaşacak kadar yaşlandım ama gururumu ayağımdan çözebilecek kadar büyümedim henüz. Issızca bir adada kıyıya çöküp, gözlerini ufka dikmiş bakan bir kaptana benziyorum. Bir gemi beklemiyor, oralı bile değil. Batan gemisini düşünüyor. Gemide çıkan yangını söndürmek için güvertede bir delik açmanın iyi bir fikir olmadığını düşünüyor. Yeteri kadar zaman sonra “ben burada ne yapıyorum” diyecek. Bir gemici olmasına rağmen orası burası tutulunca anlayacak ne kadar zamandır orada öylece durduğunu. Ufuk sen olmadan da yerli yerinde duruyor kaptan, al gözlerini ufuktan. Bir sal yap açıl. Açık denizler seni bekler. Karada çürüyeceğine denizde öldü desinler. Rom içerek elbette!



27 Ekim 2010 Çarşamba

Şirret

Kelime üstüme dikilse ancak bu kadar oturabilirdi. Cümle içinde iğfal etmek gerekirse: "Son günlerde ziyadesiyle şirretim". Edebinle kal değil mi cümle içinde? Hayır. 

Geçen gün fotokopiciye girdiğimde benim abla gülerek karşıladı. "Güzel kızımız geldi...ne güzel, hiç eksilmiyor gülümsemesi yüzünden" diyerek sarıldı, öptü. Ben mi? Hiç de gülümsemiyorum bi kere! Her şeye söylenesim, herkesi kırıp geçiresim var. Nalet olsun Ayşecik suratıma! Bir kadının en tabii hakkını alıyor elimden: Cadılık hakkımı! Telafi olarak melek yüzlü şeytanlık fırsatı tanıyor ama üşeniyorum ona da, hiç eğlenesim yok bu ara.

Hiç keyfim yok. Anneannem görse "Arap gibi ne sarkıttın dudağını" derdi. Savaş görmüş kadına ne desem şımarıklık. Sıkıyorsa gir bakalım varoluş kaygılarından. Aman ne gireceğim, duyunca gülüyorum artık. Vah paşama! Bir sen kaygılısın çünkü; bir sen varsın! Kaygısızlar diye dizi vardı. Kültigin ve çetesi. Taedium vitae olmasın lan? Eğer öyleyse klonum gelip bana sağlam bir tokat atsın. Fazla sert vuramayacağından sinirlerim daha da tepeme çıkmaz, böylece kendi ağzımı gözümü kırmak zorunda kalmam. Canım tatlı değil de ağzım gözüm güzel. 

Ah şimdi  bir sevgilim olaydı da hayatı dar edeydim, anasından emdiği sütü burnundan getireydim ah! Yok be, gene kendimi kandırıyorum... Yansıtmayacağım diye kırk takla atardım muhtemelen. Yansıtmadığım da neyse? İçimizde yaşıyor mübarek. İçime attıkça iyice sinire keser, istemeden kırar onu da kaybederdim belki. Müstakil hayatın gözünü seveyim! Tek katlı, bir oda bir salon insanım. Hiç öyle çiçekler miçekler açan gizli bahçem de yok. Hiçbir şeyi yarına bırakmadım, her şeyi bugünden tükettim rahatladım. Bütün yakınlarım da beni doğru tanıdı, maraz da oradan çıktı zaten. Hiçbir şey kalmadı kalbimde. Bir ferah ki içi değme keyfime... Kapat kapat, cereyan yapıyor!


   
 şirret    Ar. şirret 
sf. Kavga çıkarmaktan hoşlanan, edepsiz (kimse): “Melek kadar masum / Yok canım şeytan kadar şirret” -B. Necatigil.





Böyle buyurdu TDK. Buna ne buyrulur! Akşam akşam Necatigil beni anmış kuzum, belli. Az şirretlik çekmemiştir o da, yazık. Bazen samimiyetle üzülüyorum erkekgillere, sonra hemen geçiyor. Sen peşin peşin burnundan getir, nasolsa hak edecek. Er ya da geç. Geç olsun güç olmasın. 

Ben bugün centilmen gördüm. O beyefendiyi tenzih etmek isterim. Otobüse bindim, iki üç adım attım ki epey yaşlı bir bey gülümseyerek kalktı yerinden. "Sen otur kızım, ben birazdan ineceğim" dedi. Ben ve benim boş anlarımın gözü çıksın. Teşekkür edip oturdum. Bre terliksi hayvan, birazdan dediği bir sonraki durak. Neyse ki trafik yoktu, durak da yakındı da... Ah be amca, onca yaşamışsın...kim bilir sen neler neler ettin. Mesela durduk yere çiçek alıp gittin mi hiç evine? Bir kadına vurdun mu hiç? Kim bilir. 

Şirretliğim teze de sirayet etti. El emeği göz nuru tezimi siyah dolma kalemiyle, titiz bir redaktör misali yazı çizi içinde bırakan tez hocamın aldığı notların yanına yöresine kırmızı pilotla cevaplar yazdım. "Is this really so? Who says this?" Simon says! "From which party?" R&B party! Yüz yüze de pek gül yüzümü gösteremedim gerçi. Verdiği randevuları zaman zaman unutan bir insan olduğundan az elim belimde volta atarak beklemedim kendisini bölümde. Karşılaştığımız zaman da (sözleşmişiz şu saat diye ama biz karşılaşıyoruz ki heyecanımızı kaybetmeyelim) yakalanmış gibi davranmasa iyice yüz bulup, şirret eş ses tonuyla "hocam?!^#*%&" demeyeceğim ama... Çok özleyeceğim hocamı be... 

Sigara içmeyeli bir ay oldu. Düzenli alkol kullanmaya ara verdim (demişken bi kanyak koyayım). Yeşil şeyler yiyorum. Ondan mı böyle çekilmez oldum acaba? Sağlık batmış olabilir mi? Alışmadık bünyede durmuyor tabi meret. Hiç gitmedim ama bir falcıya gitsem mesela. Al abi desem şunları, al. Al ama yeter ki yalan söyle bana. "Görüyorum, her şey çok güzel olacak" de. Valla billa inanırım. Hiç de "tabi güzel olacak lan, o kadar para saydım" demem pis insanlar gibi. "Hadi bee, harbiden mi?!" diye kocaman açarım gözlerimi, ağzının içine bakarım. O yeter ki anlatsın. Ben inanırım. Pamuk şekeri gibi insan olurum sonra. Âlâsı olurum hem de. 


Yanılmıyorsam bu turist makinelerinde derinlik vermek için gerekli zımbırtı yok, değil mi? Hani bu gözünü sevdiğim manüellerde bir oraya bir buraya çevirince bir şeyi net diğerini flu çıkartan zımbırtı. Varsa da antropologlar alsın beni incelesin alet kullanma becerisi gelişmemiş homo sapiens niyetine allah kabul eder bence. 



(Scarlet, arkadaşım... yazdığımı okuyunca endişelenip, ta acı vatandan araman çok bir acayip yaptı beni. O gün pek belli edemedim suratsızlığımdan ama inan ki iyi geldi. Kötü şey insanın içinde kalmaz diyerek şirretliğimi yazdım bak :) 


24 Ekim 2010 Pazar

Minör Depresif Küçük Burjuvanın Manasız Hezeyanları

Hayatımın içinde bulunduğum dönemi bir cisim olsaydı onu hantal olarak nitelendirmekte sakınca görmezdim. Yerinden kıpırdayamayacak kadar çok yemiş, üstüne de litrelerce bira içmiş gibi. Durdu işte, kıpırdamıyor yerinden, akmıyor, dondu kaldı. Mevsimler bile hayatımdan hızlı değişiyor. Tam olarak neyden şikayet ettiğimden bile emin değilim. Uzayan tezin verdiği başarısızlık hissini saymazsak fena bir hayatım yok. Boş ama fena sayılmaz. Sinir bozucu derecede durağan sadece. Uzun zamandır böyle. Buna alışmaya başladığımı hissedince panikliyorum zaten. Uzun zamandır hiçbir şeyi çok istemedim. Hiçbir şeye tutkuyla sarılmadım. Benim gibi yaşamaya isteksiz insanların yaşamasına izin verilmemeli belki de. Yer kaplıyor, hayata dört elle sarılan insanların oksijeninden çalıyoruz. Çok ergen bir düşünce elbette bu, farkındayım. Gene de aklımı yalayıp geçiyor işte. Bu ‘hayata tutunmayı bırakma süreci’ adı üstünde bir süreç, yeni değil. Senelere yayıldı ve hız kesmedi, geri dönmedi yahut sönümlenmedi. “Yaşamayı Nasıl Bıraktım” fena bir kitap ismi sayılmaz aslında. Muhtemel bütün eleştirileri de adım gibi biliyorum. Hiçbiri geçerli değil. Bir argüman geliştirirken olası karşı argümanları göz önünde bulundurmayı ihmal edecek kadar aptal değilim. Yeteri kadar akıllı olsaydım da kendimi bu durumda bulmazdım muhakkak. Demek ki vasat bir zekayla yuvarlanıp gidiyorum. Bir 'anlamak çözmeye yetmiyor' vakası. 

Sırası ne bunun? Önce ne yapmak istediğine mi karar verir insan yoksa bir şey yapmak istediğine mi? Bir şey yapmak istemiyorsam ne yapmak istemediğimin önemi var mı? Belki de bulduğum zaman bileceğim yapmak istediğimin ne olduğunu. İstemek geri gelecek mi bir gün? Canımı dişime takacak kadar umursayacak mıyım bir şeyleri yeniden? Bir gün her şey yeniden bir anlam kazanacak mı? Minör depresif küçük burjuva sen de! Yersiz hezeyanlarımla kafa bulmadığım düşünülemez elbette. “Gelişmiş” dünyadaki yaşıtlarımızın neden dünyayı gezdiklerini daha iyi anlar gibiyim. Okumakla, izlemekle, dinlemekle olacak iş değil. Git çık biraz küçük dünyandan. Git kendini ara bul. Benden de selam söyle.

Gitmek istiyorum galiba. Eskiden istediğim türlü gitmek değil. Kaçmak değil. Paul Varjak kaçamayacağımı layıkıyla öğretti. Vazgeçtiğim her şeyi toparlamak vakit alıyor sadece. Bunun için uğraşmayı, çaba sarf etmeyi bıraktım çünkü…tek başına zamana bıraktım. Zaman tek başına, üstesinden gelmek konusunda. Aksi takdirde yeniden istekler, beklentiler, umutlar kurgulamalıyım devam etmek için. Sabahları uyanmak için bahaneler uydurmalıyım. Bir şeye bütün varlığımla inanmalıyım yeniden. Arkadaşım Badem Ağacı’na gıpta ediyorum sanırım. Bir zamanlar benim de bildiğim sırrını bana yeniden söyler misin arkadaşım? İstidadım var, biliyorsun.

O kadar kolay mutlu oluyorum ki inanılır gibi değil. Balkonun kapısını açıp kafamı dışarı uzatmam yetiyor. Güneşli, esintili bir soğuk çarpıyor yüzüme. Güneş alıp kaçıyor gözümü. Sesleri esintiyi sarmış küçük kuşlar geri getiriyor kanatlarında. Bu sefer denizin ışıltısı alıp kaçıyor. Seve seve ona bırakıyorum gözlerimi. İstemediğim halde gülümsüyorum. Öyle kolay ki aslında. Buna rağmen süregiden şu halim ister istemez üzüyor beni. Eski halimle kıyaslama işine hiç girmiyorum bile. Eski halimi eskide bıraktım. Kendime yeni bir hal bulmam lazım.

Hava ne güzel. 


23 Ekim 2010 Cumartesi

Ağ Yamamak, Ağ Atmak, Ağ Toplamak

 Kısa günün kârı...

Tütünün ve sigara yasaklarının tarihini araştırmaktan içim kıyılınca attım kendimi dışarı. Lise ödev konusu gibi geliyor kulağa zaten. Anlat babam anlat. Şöyle olmuş da böyle olmuş da. Gerçi yok yere bok atmayayım şimdi, bir ton ilginç şey de öğrendim. Çok geçmeden de unuturum, o yüzden vakit olduğunda şuraya not alayım.

Bugün deli gibi esiyordu sahil. Hem de öyle tatlı tatlı filan değil, düpedüz içim üşüdü. Ben soğuk rüzgara karşı, soğuk rüzgar bana karşı. Ne huzur ne hırsla yürüyebildim, attığım her adım bir mücadeleydi.

Bütün sahil silme balıkçı doluydu. Onların oltalarına gelmeyeceğim diye de ayrı bir mücadele.



Kireçburnu'ndan geçerken dikkatim dağıldı. Evet, dikkat bile gerektiriyor meret. Yürümek, evet. Fazla derine dalınca tökezliyor insan, nereye gittiğini bilmiyor. Yukarıdaki resmi gördüm. Bunun gibi birkaç tane daha vardı. "Bu ne lan, İstanbul'da Sonbahar klibi gibi" dedim. Dalga geçiyordum ama geçmiyormuş, yorulmuşum. Attım kendimi ilk banka. Madem yanımda zımbırtı var, niye çekmiyorum dedim. Çıkardım ki herifin biri belirdi tepemde. Belli ki muhatap olacak. Ne der kent kanunları, "ey yalnız kadın! Kimliği belirsiz bir şahıs sana sinsice yahut alenen yanaşabilir. Birinci vazifen çantana, belli etmeden sahip çıkmaktır. Şahıs konuşur konuşur gider". "Bakın birazdan ağları toplayacaklar...o zaman çekerseniz...yanındaki küçük motor bizim...ben de onu izliyorum". Birkaç terim de sıkıştırınca iyice koptum, hiç dinleyemedim adamı. Hı hım, teşekkür ederim deyip sakince topukladım.


 Aklıma bir şey geldi sonra. Tez bitince diyorum (o akademinin emri, haşa, mümkün mü başka türlüsü!) bütün sahili fotoğraflasam. Hele bahar geldiğinde şöyle, nasıl güzel olur. Beşiktaş'tan başlar...tamam Garipçe'ye kadar gücüm yetmez belki ama...Rumeli Kavağı'na kadar, nasıl? Gözüme takılan, takıldığı yerde kalsın hiç çıkmasın istediğim bir sürü görüntüye rastlıyorum yürürken. Tarabya'daki balıkçı tekneleri, Sarıyer'in yalıları... Kimseye bir yararı olacağından değil elbette; hem kendim için not düşmüş olurum hem de fena mı olur paylaşsam. Annemin capon makinesiyle artık olduğu kadar. Tabi onu da ele geçirebilirsem. Filimli milimli sahici makinesini ödünç alırım belki arkadaşımdan.

Nereden kabardı bu görsellik aşkı bilmiyorum. Sahilin en sevdiğim banklarını fotoğraflayasım var mesela. Aylaklık başıma vurmuş olacak, geçer herhalde. Geçmezse de gerçekleştiririm. Kime ne zararım var, değil mi? Hem ne kadar kötü çekebilirim ki? Neyse, bunun cevabını öğrenmeye daha çok var.

Bugün bir şarkı ve gene Orhan Veli'nin o Deniz Kızı şiiri çağrıştı...çağrışım...çağırdı.

22 Ekim 2010 Cuma

Ev Tıkırtıları

Ev tıkırtılarının türlü çeşit sebebi olabilir. Maddelerin genleşmesi, genleşmemesi (tam tersine ne deniyorduysa o işte), rüzgar, tahta kurdu vesaire. Hayır. Ev tıkırtılarının sebebi yalnızlıktır. Zira ev hep tıkırdar. Lakin ne zaman ki evde çıt çıkmaz, o zaman kulak kesilir insan, o zaman duyar.

Yıkanıp mutfak tezgahına üst üste yığılmış bulaşıklar mesela. Oraları buraları uyuşunca kıpraşırlar. Kupanın bir tanecik kolu vardır zaten, o ağrır sürekli eli belinde durmaktan. Düz tabak mütemadiyen huzursuzdur çukur tabağın desteğiyle belini doğrultmuş olmaktan. Tencereler, tavalar ise yerini sevmeyen saksı çiçeği gibi söylenip dururlar. Hepsini kendi haline bırakınca bulurlar sevecekleri yeri .

Pencereler açıksa kapılar çarpar. Perdelerin kumaşı ses çıkarmasa kornişler tıkırdar. Hiçbir şey olmasa biri bir şey düşüverir elinden üst katta. Televizyon gözlerini kapatmış, harareti azalmış uykuya dalarken ferah bir oh çeker inceden. Duyulur duyulmaz değil, duyulur. Her şey rahatlar evde. Bir ben uykuyu beklerim. Beklerken de evi dinlerim.

Cereyanla aramız iyi. O, kapıları pencereleri hafif hafif vurdukça ses oluyor evde. O eğlensin diye kapatıvermiyorum hepsini. O da belli ki razı değil beni sessizliğe gömmeye. Tıngır mıngır geçinip gidiyoruz.

Korkardım eskiden. Dinlemeyi öğrendim.

Bir tek, saatçi büyük dededen yadigar duvar saati. Onunla anlaşamadık bir tek. Sesi soluğu çıkmıyor zaten, iki adımda kesiliveriyor nefesi. Yaşlılık zor şey. Bırak çıkmasın dedim anneme. İyi böyle. Hain evlatlar, sütü bozuk torunlar gibi çıktı sesim ama dayanamıyorum sesine. Tık tık tık tık…deli ediyordu beni. Hazır sustu gene, bırak öyle kalsın. Tık tık tık tık…o tıklarken başka bir şey düşünemiyorum. Tık tık tık tık…biz ne yaptık böyle; nasıl yaşarız artık? Nasıl geçecek seneler?  Ama işte geçiyorlar. Peki ya dursaydı zaman? Tam da o an. O zaman ne yapardık?

Tık.

İri bir yağmur damlası indi pervaza. 



21 Ekim 2010 Perşembe

Domates*

Sosyologum dersem yalan olur. Sosyolog değilim dersem de yalan olur. Düşünüyorum sadece. Biraz okuyor, biraz da düşünüyorum. Başka bir numaram yok. Tevazu değil. Sahiden de düşünüyorum. Bu tartışmalarda bir kavram bulanıklığı var diye düşünüyorum. Ağızlara pelesenk olmuş bu hukuk devletinden, demokrasiden insanlar acaba ne anlıyorlar diye düşünüyorum. Herkes başka bir şey anlıyor, orası muhakkak. Hele şu siyasi simge. Kamusal alanda yeri olmayan, böyle öcü gibi bir şey. Her bokun politik olduğunu düstur edinmiş insanlar için öyle anlamsız bir itham ki bu. Siyasi simge? Anıtlardan cadde isimlerine, sanat eserlerinden herhangi bir insanın jest ve mimiklerine kadar her şey zaten politik ve orada, dışarıda. En kaba, yamyassı haliyle düşünecek olsak bile, anarşizm yahut komünizm sembolleriyle bezeli giyim eşyaları, aksesuarlar… bunun sonu yok. Politika gündelik hayattan çekip çıkarılabilir bir şey değil zira gündelik hayat tanımı gereği politik; dahası politikanın tam da cereyan ettiği, hayat bulduğu, vücuda geldiği yer. Taraf tutmaya, köşemizi kapmaya pek hevesliyiz malum. Fakat önce şu kavramları netleştirsek diyorum. İlla ki münakaşa çıkacak, yoksa tefekkür nasıl gelişir. İletişim noksanlığından çıkan münakaşalarla vakit kaybetmeyelim, kafi.

Periyodik olarak tekerrür eden gündem maddeleri kabak tadı vermiş olacak ki içimden “kıçımızı başımızı rahat bırakın lan!” diye bir ses yükseliyor haberleri izlerken. Daha sinkaflı yükseliyor tabi de yazmak için bu kadarı müsait. Onun dışında, fikrimi –henüz- beyan etmiyor, soğuk kanlı sosyal bilimciler gibi ‘evvela kavramsallaştırmamızın belini doğrultalım’ diyorum. Az şey de değil hani.



Haftalardır savsadığım tezimle yüzleştim bugün. Bir ton düzeltme var ve tabi ki az zaman. Sigara yasağı, tütün mütün çalışıyorum diye arttırırım zannediyordum ki iyiden iyiye bıraktım sigarayı. Daha da araştırıp toparlamam gerekiyor dünyada ve Türkiye’de sigara yasağı uygulamalarını. Gene tıp makaleleri çıktı karşıma, yok dedim, yeter. Bir sonraki hastane ziyaretime kadar muhatap olmak istemiyorum tıp camiasıyla (arkadaşlarımı tenzih ederim). İnsanın en uzun ilişkisi ister istemez bir aşk-nefret ilişkisine evriliyor. “Bu bir Nevizade tezi değil; sigara yasağı tezi de değil, bu bir direniş tezi” desem de eşek gibi biliyorum her iki konuya da hakim olmam gerektiğini. Uzun ilişkiler böyle evrelerden geçer ama değil mi? Biraz daha sabır ve emekle düze çıkacak, ışığı (bkz. diploma) göreceğim değil mi? Ne bileyim işte…sıkıldım, yoruldum, bunaldım. Bu Cuma Boğaziçi’nde bir konferans var, ona gideyim de iki akademik hava soluyayım, silkinip kendime geleyim diyorum. Ankara’dan İstanbul’a geri taşındım, beşeri kantininde çay-poğaça kahvaltısı edemez oldum ya hep ondan. Beşeri kantini, beşeri çimleri…bunlar mühim bileşenleri sosyoloji öğreniminin. Yoksa içimde canavar gibi bir akadimik var..akaminik…akademik, neyse işte ondan var. Peheey, istesem tozunu attırırım kürsülerin! Yok be ne toz alıcam, kendi kürsümü kurarım elim değmişken, pırıl pırıl olur!

Bugün odamda meclis tutanaklarına bilmem kaçıncı kez göz atarken gözüm akşam güneşinin vurduğu kitaplığıma takıldı. Gözüm takıldı dediysem, “ulan ben ne bok yiyeceğim, ne halt edeceğim” diye düşünüyordum bilmem kaçıncı kez. Bir şey de ürettiğim yok, öyle saksı gibi duruyorum. Ne diyordu sosyolog olmama vesile olan sosyolog? Üretmek ve sevmek, hayatın anlamı. Bu durumda baya anlamsız bir hayat sürüyorum be hocam, dilerseniz öleyim? Yok, yemezler. Şu tez bir bitsin. Bir bitsin… Yedi sene sosyoloji okuyup uzmansılaştıktan sonra “tamam sosyolojiyi eledik, acaba büyüyünce ne olsam” diye düşünür mü insan? Zırtapoz!



Kitaplığımı görünce (o kadar dalmıştım ki ona bakmak değil görmek denir) şu geldi aklıma. Şimdilik sahip olduğum tek hayal bu gibi görünüyor:


































*Zengin göstersin diye.

(Siyasi simge de karikatür karakteri gibi lan. Siyasi Simge ve Süpersonik Maceraları. Neo-Hilal gibi bir şey. Leman'da bir Simge var mıydı yoksa? Niye Boysal canlandı ki şimdi gözümde, neyse.)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #7

-Yardımcı olabilir miyim?
-Hem de nasıl! Kırmızı ruj bakıyorum da ben.
-Bakın şöyle var...bunda biraz pembe tonu var, şu biraz bordoya kaçıyor.
-Valla pembeye kaçacağına bordoya kaçsın. Yalnız ben daha canlı bir şey arıyorum.
-Teniniz de beyaz, çok yakışır. Şu mesela...
-Evet, bu! Deneyebilir miyim?
-Tabi...ama kalemsiz zor sürersiniz.
-Zannetmiyorum...
-Nasıl sürdünüz öyle?! Hiç bu kadar rahat kırmızı ruj süren görmemiştim. Ne kadar düzgün oldu...
-Hanımefendi, ben giden arabada aynasız sürüyorum bunu (ne kendini beğenmiş, gereksiz bir beyan! nasıl da itici, yalan gibi çıktı ağzımdan). Yıllardır gündelik bile kullandığım renk...insan alışıyor. Alıyorum. Hayır silmeyeyim, kalsın. Çok teşekkürler.

***

-Merhaba, Caro Emerald var mı acaba? Ce, a, re, o... E, me, e, re, a, le, de.
-Bakalım...Google'da görünmüyor.
-Carole yazdınız, belki ondandır. Sadece Caro.
-Bakıyorum.
-Hayır, soyadı Eme değil. Bakın biraz yazınca çıkıyor.
-İspanyol mu?
-Emin değilim. Bu işte, evet.
-Türkiye'ye gelmemiş herhalde.
-Oldu, sağolun...
-Ama amazondan isteyebilirsiniz.
-Evet, biliyorum... sağolun, iyi...
-İsterseniz bir soralım, getirtmeye...
-Hayır teşekkürler, ben biraz daha...
-İsterseniz...
-Teşekkürler, iyi günler.



***

Kırmızı rujun gücü adına! Herkes mi iyilik timsali kesilir. Hele o hipnotize edici etkisi yok mu, başlı başına eğlenceli. Bir tür göğüs çatalı etkisi ama daha fena. Tam bir kitlenme hali. Kaç sene olmuş bakayım...ilk senemdi, demek ki 2003. Yusuf Ziya'dan istatistik alıyoruz amfide. Tahta rakam dolu, kabus gibi. Topukla kızım ayşec., en arkalara doğru şöyle. Hah, B'nin saçlarının arkası mükemmel, yerleş!

-Şşt sen, kırmızı dudaklı!
-Ben mi hocam?
-Hayır, burada senden kırmızı dudaklılar var! Şşşt sen, arkasındaki! Kızııım, kime diyorum!
-Ben mi hocam?
-Sen tabi! Tahtaya gel, çöz şu soruyu.
-Yere şey düşmüştü de...ben onu...

O günden sonra bir daha sürmem sanmıştım ama öyle olmadı. Zaman içinde benimle özdeşleşti, bu sefer iyice hoşuma gitti. Barbra Streisand'ın burnu gibi bir şey. Karakteristik. Yalnız zordur kırmızı ruj bizinıs. Öyle sürdüm bitti değil, ciddi iştir. Sürmesi ayrı meşakkatlidir, sürüldüğü gibi muhafaza etmesi ayrı. Oraya buraya bulaşmayacak, hapır hupur yemek yenmeyecek, ağız kulaklara varasıya gülünmeyecek ki konsept joker'e kaymayacak. Ama en zoru, taşımak. Yakışır yakışmaz tartışılır, bahsettiğim o değil. Bakışları taşımak. Füme ya da bej giymeye benzemez bu. Kalabalık arasında kaybolma şansı tanımaz. Göze batmayı göze alacaksın. Beraberinde gelen her türlü peşin hükmü de birlikte. Belli ki niyetin bozuktur, başka açıklaması olamaz.

O değil de...en sonunda aldım Çarşı tişörtü. Ablayla Beşiktaş-Çarşı ilişkisini uzun uzadıya irdeleyip, small'dan medium bedene nasıl ne ara geçildiğinin fark edilmediğine ve genç göstermenin genetik bir lütuf olduğuna kanaat getirdikten sonra tabi. Beşiktaşlılığım babamdan ve doğup büyüdüğüm semtten kaynaklı, yoksa nüfus cüzdanımdaki din hanesinden az hallice bir karşılığı var pratikte. Çarşı başka. O ayrı.

-Çarşı Allah'a karşı.
-Olmaz öyle şey.
-Niye lan?
-Çünkü Çarşı Allah.
-E Çarşı kendine de karşı zaten.
-Çarşı sabaha karşı.

***

17 Ekim 2010 Pazar

22'yi 36 geçiyordu saat...

22'yi 36 geçiyordu saat.
Aynı bölmedeydi Nimet Hanım.
Genç bir kadın.
Bir vekâlette memurdur.
Güzel değil,
başka bir şey,
bir acayip sıcaklık.
Güzel olmadığı için güzel.
Yakınları ona mutlaka "canım" derler.
Bir mektup okuyordu.
Çok uzaklardakine yazmıştı bu mektubu
                      Ankara'dan atacaktı postaya,
                                              belki de atmayacaktı,
                                                          hayır, atacaktı muhakkak.
Şöyle başlıyordu mektup:
"Orhan,
sana dün aşağılık bir mektup yazıyordum,
vazgeçtim.
Ama şimdi ne diye söylüyorum bunu?
Kim bilir?
Kancıklığım zahir.
Halbuki ben onu yazabilseydim sonuna kadar
sen bir hayli sinirlenecek
                                    sevinecek
                                                   iştahlanacak
                                                           falan filan olacaktın.
Şu kadar ifşa edeyim:
seni istedim dün
dün dehşetli canım çekti seni.
Ve bütün münasebetsizliğine rağmen
                                horozluğunu özledim.
Bu fizik açlık bende yoktu.
Bir krizdi geldi geçti.
Ama kaç para eder,
ben eminim ki artık
bu krizler daima sen yanımda olmayınca tutacak.
Bu fizik açlık bende yoktu.
Ve tahammül edemem böyle bir şeyin başlamasına.
Bu olmamalı, sevgilim.
Etimi yenmesi lazım kafamın.
Ama insanda öyle mahrem bir an oluyor ki
                          kafasız bir vücutla kalıyor insan.
Tek bir arzusu var işte o zaman.
Ama bu herhangi bir erkeğe ait sanma.
Hayır, daha o kadar olmadım.
Ben seni istedim sadece.
Ama ne türlü istemek
                  nasıl merhamete layık,
                                        ne korkunç,
                                                nasıl âciz ve yapyalnız bir şey.
Fakat gülünç değil.
Ve korkum burdan başlıyor.
Benim için dua et, sevgilim,
                           madem ki yanımda yoksun.
Dün hırsımdan bir bardağı kırdım elimde.
Ne boktan, isterik bir hal.
Niye bu kadar uzaksın?
Fakat gelme sakın,
                    zaten gelemezsin,
                                     istemiyorum
                                                olduğun yerde sittin sene kal..."


(Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları. Adam Yayınları, Ekim 1998. s.210-211)


Başucumda duruyor kaç zamandır. Gelişigüzel açıp okuyorum arada. On seneyi geçmiş okuyalı, çocukça notlar almışım üstüne. Silmeye de kıyamıyorum. Neyse ki böyle kısa ziyaretlere müsait bir kitap. Geçen akşam da bu mektuba denk geldim. Nazım'ın, o çok sevdiği kadınların ağzından yazması ilgimi çekiyor. Nazım, kadınları seven bir adamdır, malum. Her adam öyle değildir, aynı şey değil. Bir kadının aklına girdiğinde ne gördüğü, nasıl gördüğü ilgimi çekiyor o yüzden. Kalkıp şiiri çözümleyecek değilim, buna lüzum da yok. Yalnız, ancak bir kadın "istemiyorum, olduğun yerde sittin sene kal" diye bitirirdi sevdiği adama yazdığı mektubu.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Kişisel Bir Şey

Bazen gereklilikten bazen de sırf oyun olsun diye itici sözler sarf ederim.

-          Neden onu sürüyorsun ki şimdi?
-          E dudaklarım çatlıyor.
-          Hadi canım oradan!
-          (Sen kaşındın) Doğru, ondan değil. Dudaklarım dehşet güzel olduğu için.
-          Ve gözlerin de…
-          Tabi burnum da.
-          (Nereye kadar sürdürebilir?!)
-          Ha bi de baya zekiyim.

Halbuki alenen değilim. Geyik olduğu da en çok buradan belli zaten. Bir paradoksa parmak basmış olacağım ama yalan söylemeyi bile beceremem. Neden? Çünkü zeki insan yalan söyleyebilir. Tutarlı bir kurgusu olur ve hem de onu aklında tutar. Ben kursam her yanı dökülmekle kalmaz, aklımda da tutamam. Azmetmediğim anlamına gelmesin, pes etmiş değilim. Lakin ekseriyetle işin doğrusunu daha başında lank diye söyler kurtulurum. Kapasitem belli, elimizdeki malzeme bu. Ha yalanlarımı yiyen bir allahın kerizi yok mu, var elbette öyle bir hıyar. Bendeniz. Bugüne dek en çok ve en iyi kendimi kandırdım. Attığım kıtırları kimseler yemedi, ben yedim. Gol? Yemem. Kıtır? Tabi ki yerim.

Misal, Teoman. Ben Teoman sevmem arkadaş. Eyvallah, meslektaş ama o da bir yere kadar. Şebo kadar olmasın böyle bir alayına isyan tavrı; bir ağzını yamultarak konuşmalar, şarkı söylemeler… sahnede içtiği sigarayı gitarla teller arasına sıkıştırmazsa zaten hatırım kalır. Ablada tavan süpürgesi gibi bacak olacak ki adamın doğmamış çocukları da aşağı aka aka bitemediler.

Daha on beş yaşımdayken burun kıvırıyordum adama. Yaş oldu yirmi beş, yelkenler suya. Bu işte bir terslik var. O zaman anlamıyormuşum desem, Barış Manço mu lan bu? Beş yaşındaki çocuğun Bal Böceği’nden çakmamasına benzer mi hiç. “He canım he, çok acılar çekmişsin anlıyorum ama bekleme yapma, devam et” diyemediğim bir noktaya mı geldim nedir. Artık her ne karın ağrısıysa, adamı sevdiğime işaret eden deliller boyumu aştı (gerçi ortalama bir makiden uzun olmadığım içün anlamlı bir kriter olmadı o, neyse). Bir kere, ssg’nin Sour Times’ı Portishead’den aparttığını öğrenince şarkıdan site adı koyma fikrini apartmaya kalkıp, Teoman’ın Gündüz Düşleri’yle kalakalmam önemli bir işaret. Bir takım erotik implikasyonlara göğüs germek pahasına (erotizme inanmıyorum ama bir göğüs var) adını koyduğum şarkının sözleri anlamını yitirince, düşler de elimde patladı ama o da idiotlojinin şanındandır deyip geçiyorum.

Gene de uyanmadım mevzuya. Sittin sene de uyanmazdım ya şu ayma üstüne ayma yaşadığım sahil yürüyüşlerim sağ olsun. Gene hırs hırs hırs diye deli danalar misali İstinye, Yeniköy, Tarabya, Sarıyer…artık allah ne verdiyse arşınlarken bir de baktım çevir çevir aynı albümü dinliyorum: “O” (1998). Bir yağmur uzaklardan mı çağırıyormuş, vay efendim gelirsen severim mi diyormuş buna. Bu da şehri orasından burasından vurup gitmenin peşindeymiş. Sonra bunun bir damla gözyaşı varmış, o da göle düşmüş. Bazı ölümler uzun, bütün hayatlar kısaymış deyince bir nutkum tutuluyor, o ayrı. Bazı yalanların güzel olduğunu neden bana daha önce kimse söylemedi lan diye celallenmedim de değil. Hayır bir yandan “sen geçerken sahilden sessizce” diyor. Diyor ve ben hakikaten bir sahilden geçiyorum filan ama o “sessizce” diye bağırırken sahilden sessizce geçmek ne mümkün.

O değil de (bkz. Scarlet Runner tipi cümle başlangıcı), “bilirim geri gelmezler ama en güzel günleriydi onlar hayatımın” dediği an pes ettim ben. Tamam dedim, sen kazandın. Seviyorum ulan. B’nin sempatizanlığını bahane edip, ölüp bitmediğim adamın konserine vermeyeceğim parayı verip Hadigari’de dinlemedim mi ben bu adamı? Bira alayım diye yanaştığım barın sahneye yakınlığı dolayısıyla ben de bir yakınlık hissetmedim mi kendisine karşı? Hissettim ama yalamadım, neyi? Tükürdüğümü. Ta ki bugüne dek. Bir daha Toraman dersem dilimi eşek arıları soksun. Yok be, kesin derim gene. Olsun bu da bir adım. Geç olsun güç olmasın. Hastasıyım yüzleşmelerin. 


not: "geri gelmesinler ama en güzel günleriydi onlar hayatımın" diye anlayabilmiş olmayı nasıl başardığımı düşünüyorum...

14 Ekim 2010 Perşembe

Aşiyan Yollarından

Yürüdüm.
Bir daha yürümem dediğim o yolu yürüdüm bugün.
Öfke duyarak ama ilk defa kendime değil, adını bile anmadığım birine, sonra yine kendime.
Yolları yürür gibi değil, döver gibi yürüdüm.
Lanet üstüne lanet okudum içimden. Öfkelendikçe hızlandım. Yağmur da hızlandı. Gözlüklerim, çatık kaşlarım ve kızgın bakışlarımla öyle çirkindim ki herkes çekildi önümden.
Gözlük camlarım yağmur damlalarıyla kaplandı, aldırmadım.
Bach'ın bir çello süiti çalıyordu, değiştirmedim.
Tekrar dinledim ve tekrar.
Başka acıklı şeyler de dinledim ama hiçbiri hızımdan çalmadılar.
Daha çok balıkçı geçtim, daha çok irili ufaklı tekne. Sokak köpekleri, kediler, güvercinler geçtim. Hiç durmadım.
Bacaklarım acıdı, ben kendime acımadım.


Vardım.
Gözlüklerimi sildim, saçımı topladım, üstümü başımı çekiştirdim bir şeye benzeyebilirmişim gibi.
Nereye gittiğini gayet iyi bilen insanlar gibi girdim kapısından. Selam verdiğim görevliler o yüzden peşime takılmadılar bu sefer. Bir kaç adım bir kaç basamak sonra yanındaydım. Öylece durdum geniş mezarın ayak ucunda.
Ayak ucunda biten küçük beyaz çiçeklerin ıslak, geniş yapraklarını sevdim bir müddet.
"Size güzel bir haberim var" diyecektim, hazırdı cümlelerim. "Hani bir sevdiğim vardı ya benim, hani son olacaktı, öyle dilemiştim". Kimden bahsettiğimi bilecek, ben de şakıyarak haberi verecektim.
Lâl oldum.
Hiçbir şey çıkmadı ağzımdan. Biraz daha sevdim ayak ucundaki ıslak yaprakları, bir tanesini öptüm.
Durdum. Baktım. Baktım, baktım... Dakikalar sonra bir an, bir çırpıda çıkıverdi ağzımdan.
Başka da bir şey çıkmadı zaten. Ne aklımdan geçti, ne dilime geldi.
Biraz daha durduktan sonra usulca gülümseyip "ben gene gelirim" dedim.
Çıktıktan sonraki o kısa yokuşu inene kadar vazgeçtim otobüse binmekten. Tuttum gerisin geri yürüdüm.
Öfkem dindiği halde hızlanmışım farkında olmadan. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu kaç sefer. Güçlü görünmek her şeyden önemli olduğu için ne durdum ne de bıraktım kendimi, bırakamadım.
Hava kararıyor, ben hala yürüyordum.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Med Cezir


Taş evin içi Kasım'da Ankara. Dışı sükunetle karşılıyor kışı. Sessiz sedasız serinliyor. Önce hava kırıldı, med cezirden sonra da su. Akşamüstleri hüküm süren Mayıs ılıklığı yerini belli belirsiz bir ürpertiye bırakıyor yavaşça. Direnmenin anlamı yok, mevsimler geçiyor.

"Keşke yazar olsaydım" dediğim anlar, "keşke sesim güzel olsaydı" dediğim anları açık ara farkla geçmek üzere. Hayatı algıladığım gibi anlatabilmeyi çok isterdim. Bu sessizliği, bu ürpertiyi, huzuru ve huzursuzluğu. "Hanımlar, beyler" derdim o zaman, "benden çok, benden güzel yaşadınız muhakkak. Fakat hiçbiriniz görmedi dünyayı benim gözlerimden. Duydunuz ama benim kulaklarımla değil. Sırf bu yüzden kulak verin şimdi bana, söyleyeceklerim var". "Güneşin altında söylenmedik söz kalmadı" derlerdi belki,"geç kaldın". "İyi ya, aynı hikayeyi bir de benden dinleyin". İçimdekileri karşılayacak kelimeleri bulup çıkarabilseydim böyle olmazdı derdim hep çaresizliğimde. Kimse gitmezdi o zaman, gitsem bırakmazdı. Geniş zamanlar ummadım halbuki, dar vakitler de pekala güzeldi sevgileri söylemek için. Yine de burun kıvırdım kelimelerime, az buldum, söylemedim. Boş bir teneke kadar boş gururum da elvermedi. Oysa şimdi, sevip de kaybetmekten çok daha fazla anlatacaklarım var. Misal, hayatın devam ediyor olması başlı başına büyüleyici.


Dilimin dönmediği yerde şarkılardan, şiirlerden, suretlerden medet umuyorum. Kenarında bir başıma oturduğum sahilin sessizliğini, gürültüyle demir alan tekneyi ufukta kaybolana kadar izlediğimi, derinlerdeki suyun yeşim berraklığını ve ben yüzerken bana eşlik eden balıkları, çıkınca ıslak ayakları sıcak taşlara basmanın keyfini ve hatta tuzun tadını anlatmak istiyorum fakat kayıp bir anahtar bu anda sözlerim, dilimin dönmediği ne varsa kilit altında tutuyorum. Dalgaların sesini esir ediyorum ben de.


Yirmi yıldır Mazı'ya gelmediğim yaz olmadı. Burası köyün Hurma sahili. Ben İnceyalı'da büyüdüm. Her yaz sonu, tatilin bittiğine değil Mazı'dan ayrıldığıma ağlardım. Elime geçirdiğim bir pet şişeye biraz çakıl taşı ve deniz suyu doldururdum. Aklım sıra Mazı'yı yanımda götürecek, ayrılığı hafifleteceğim. Birkaç haftaya kalmadan kokmaya başlayan suyu sonunda dökmek zorunda kalırdım. Daha az çocukça görünse bile dalgaların sesini kaydetmem de bundan farklı değil. Belki daha uzun ömürlü ama ayrılığa çare yok. Çocukluğumdan beri öğrenemedim bunu.

Ölümün de bir tür ayrılık olduğunu düşünüp teselli bulmaya çalışırken fark etmiştim, aslında ayrılığın bir tür ölüm olduğunu. Her kopuş, telafisi olmayacak bir şeyler kopartıyor insandan. Pet şişeye koyup saklayamıyorsun. Tahir ile Zühre Meselesi demiş ya üstat, biraz da o hesap işte... Yani insan saklayabiliyor isteyince. "Yani yürekte". Hatta ne diyordu Piraye, "her kadın saçmadır sevdiği zaman. Bırak da içimden seveyim seni, açığa vurmadan".

10 Ekim 2010 Pazar

Tepedeki Çimenlik

“Okuduğunuzu bilmek, yazmaktan başka çare bırakmıyor bana” demiştim. Bazen de tam tersi, içime kaçıyor saklanmaları gerektiğini söylediğim sözlerim. Karanlık bir kuyudan küçük bir kova yardımıyla her seferinde azar azar çıkarıp gün ışığı altına serdiğim sözcüklerim –öyle bir şey oluyor ki- bir ölüm-kalım saklambacı oynar gibi can havliyle kaçışarak en yakın kayanın, çalının, koltuğun ardına saklanıveriyorlar. Göz ucuyla arada ortalığı kolaçan etseler de nafile, ne yerde ne gökteler şimdi. Çıkarılıp orta yere konulduktan sonra, mütemadiyen saklanmalarını gerektiren zamansız ve mekansız bir hayat yaşamakla mesul oluveriyorlar.

“Tecrübesiz hisler içindeyim” diye geçiyor altyazım. “O ne demek lan?” diye soruyorum. “Yani böyle, daha önce tecrübe etmediğin gibi hissetmez misin hiç? Hani nasıl hissedeceğini bilemeyerek kalırsın ya, öyle”. Arınıp paklanayım derken hızımı alamayıp tabula rasaya döndüm adeta, pirüpak oldum. Keşke daha oturaklı bir kadın olsaydım. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini iyi analiz edebilen, buna uygun davranıp doğru kararlar verebilen filan. Cins-i latifin yüz karasıyım lan. Ne aklı başında olabildim yeteri kadar, ne de adam akıllı gösterebildim şapşallığımı. Tepedeki çimenlikten alemi seyreyler gibi bir haldeyim şimdi.

Su hala sıcak ve güneş kavurmasa da yakıyor hala. Fakat yalan borcum mu var, içim üşüyor. Kendimden de, mevsimlerin değişmesinden de kaçamayacağım daha fazla. Kimse denemediğimi söyleyemez, ama yetti, tamam. Şu birkaç günde iyice sıvayıp sağlamlaştırdığım tek kişilik huzurumu da yanıma alarak döneceğim İstanbul’a. Tam kendi ebadımda küçük bir sığınak inşa etmiş gibiyim. İçinde biraz su, biraz yiyecek, az biraz da hava. İyi niyetli bir mezar.

Fırtınalar kopuyormuş İstanbul’da. Bana uyar. Bu günlük güneşlik havayla tezat teşkil etmeye başladım gene. “Sigarayı bıraktın ya, hep ondan” diyorum. Bu baş ağrıları, öksürükler, bu yerli yersiz huysuzluk. Halbuki dün akşam ne güzeldi. Ayaklarımın altında boylu boyunca Gökova Körfezi, bardağımda en sevdiğim rakı, önümde Rum usulü servis edilmiş mezeler, lağos olmuş buğulama, babam yanağıma bir öpücük bile kondurdu. Tam “daha ne istiyorsun lan” derken, Müzeyyen “bunu olmasın sakın?” diye verdi gene cevabımı. Rüzgar kırdı dalımı dedi, bir yudum aldım. “Ne o en nihayet bıraktın mı sigarayı küçük hanım?” dedi, “bıraktım Müzeyyen Abla” dedim, “ama böyle devam edersen çok sürmeyecek”.

Karşımda bir damlacık bir kız oturuyordu. Kendisi ne kadar küçük ve fakat ne kadar büyüktü hayal dünyası! Kendi çocukluğumu anımsayınca utandım şimdiki halimden. Halbuki Peter Pan’a (o zaman yazıldığı gibi okunuyordu) söz bile vermiştim büyümeyeceğime dair. Tabi o zaman söz vermek şimdiki gibi tantanalı bir iş değil. Hiç susmayıp bana sürekli bir şeyler anlatan o bir damlacık kıza bakıp bakıp, “sözümü tutamadım mı lan yoksa” dedim. Ama işte gelip sarıldı arkadan, demek ki hala ışık var. Sonra hiç fark etmeden dünyaları verdi bana: “Böyle gözlükle, ceketle filan büyük sandım seni önce…” Gülümsedim. “Değilim” dedim, “hadi gel anneye çaktırmadan kılçıkları verelim kediye”. Arabada baktım uykusu gelmiş, koluma yatıyor. Kaldırdım aradaki gereksiz kolumu, damlacığı sardım sineye. Yol daha uzun olsun istedim. Olmadı.













Balkondaki kırlangıç yuvası bu. Onlar gidince sakalar yerleşmiş yuvaya. Çalı çırpıyla kuvvetlendirdiği yuvadaki yavrularına yem taşıyor şimdi anne. Hayatın bu döngüselliği hoşuma gidiyor, hepsi bu.

Büyümek, biraz da, sevginin gücünün her şeye yetebileceğine inanmayı istemeye istemeye de olsa bir kenara bırakıp, birbirlerini çok sevseler dahi insanların her zaman birlikte olamayacaklarını kabullenmek olabilir. Ceket giyip, gözlük takan bir damlacık kızların fazladan bildiği yegane şey de budur belki. Olamaz mı, olabilir...

7 Ekim 2010 Perşembe

Büyülü Arsız Günler

Çalışmama maratonuma ısrarla, inatla, azimle devam ediyorum. Bu da yetmezmiş gibi canımı sıkacak her türlü düşünceyi yasak ettim kendime. Sanırsın kalp ameliyatından taze çıktım. Ne vakit tez, jüri, düzeltmeler, aşk, sevda, bok püsür aklıma yanaşsa Azime Teyze'nin tavukları kovaladığı gibi kovalıyorum onları. Tabi ondan sonra seyreyle resmi geçit misali rüyaları. N'apıyım artık o kadarına da söz geçiremiyorum.

İnsan sahiden toprağa dönüyormuş hocam. Deyim yerinde değil ama bir gözüm toprağa bakıyor. Halbuki bunu hak etmedim daha. Bir ömür çalışıp didindikten, şehirden bıkıp usandıktan sonra toprağa döner insan. Benim henüz yüzüm yok. O yüzden böyle bir hafta on günle yetiniyorum. Kaç gündür makyaj yapmadım, kafamdan yemeniyi çıkarmadım, üstümde aynı tiril tiril elbise.



Sabah çapa sesiyle uyandım. Kalktım denize vardım. Hava serin, kurşuni. En son ne zaman yağmur yağarken yüzdüm hatırlamıyorum. Su öyle sıcaktı ki her zamankinden az nazlanarak bıraktım kendimi suya. Biraz daha az çıpırdasa inatlaşıp beklerdim yağmasını ya çok durmadım. Şimdi asma dallarına vurdukça çıkan pıtır pıtır sesi dinliyorum. Güneş açtı.

Geçen gün fotoğrafını çektiğim böğürtlenler de çiçek açmış. Aptal aptal mutlu oldum. Sonra rengiyle 'ben oldum' diyen bir tanesini attım ağzıma, tamam dedim, yenebilecek bir şey için mutlu olmakta sakınca yok, olabilirsin.



Doya doya kitap okuyorum. Nasıl özlemişim keyif için okumayı. Tezde işime yaramayacak hiçbir şey okumadım uzun süre. Şahsi eşşekliğim elbette, istesem bal gibi okurdum.

Liseden beri istiyordum Sevgili Arsız Ölüm'ü okumak. Geçen sene Değirmendere'de bir sahafta görüp aldım. Bir hafta önce de tamam dedim, uzun zamandır okumak isteyip de okumadığım bir şey okuyacağım. Yüzyıllık Yalnızlık'la ilişkimiz de böyle başlamıştı. Onu sahaftan almamıştım ama evde bulduğum basımı da tam sahaflıktı. Evvelki Eylül birkaç gün boyunca Değirmendere sahilinde elele yürümüş, gene sahil kenarında bir bankta her gün saatlerce oturmuştuk. O günler ve saatlerde Marquez kucağıma yatmış ve bana yüzyıllık bir hikaye anlatmıştı. Onu sesim soluğum çıkmadan dinlemiş ve ayrılırken bıraktığı burukluğun hiç gitmeyeceğini bilmiştim.


Sevgili Arsız Ölüm'ün ilk sayfalarında, Latife Tekin'in romanı Marquez hayranı genç bir yazarken yazmış bile olsa bu kadar benzerliğin fazla olduğunu düşünmekle erken hüküm verdim elbette. Sonradan ikisinin de büyülü gerçekçilik akımı içinde değerlendirildiğini öğrenince benzerlik de açıklığa kavuşmuş oldu. Ne edebiyatta ne sinemada büyü öğesinden zerre hazzetmeyen ben, Marquez ve Tekin tarafından böylece mat edilmiş oldum. Büyülü gerçekçilik, her ne kadar bir oksimoron teşkil etmesi gerekiyorsa da bana göre ayan beyan totolojik bir tamlama. Ne de olsa rasyonalizmle bir nevi görücü usulü evlilik bizimkisi. Zamanla alışılıp benimsenen fakat tutkulu bir aşkın izlerinden eser taşımayan bir bağlılık. Köyde ve ninesi tarafından yetiştirilen insanların daha rahat kabul edebileceği, içine sindirebileceği bir gerçeklik yansıtımı büyülü gerçekçilik. Bu anlamda biraz işgalci hissediyorum kendimi. Gene de en az Bulgarlığım kadar yakınım bu büyüye: havasını içime hiç çekmediğim, suyunu hiç içmediğim bir memleket. Biraz Kusturica, biraz Yaşar Kemal sanki. Büyü, benim anladığım hayata esasen içkin yani.

Akşam babama "dağlarda keçi gibi sekmeyi özledim" dedim, çıktık biraz yürüdük. Sadece bir tepede üç çeşit kekik gösterdi. Sonra ben gene demesem-de-olur bir şey demek için ağzımı açtığımda bir keklik havalandı önümdeki çalıların arasından. Kekikle, keklikle geçiyor günler. Köy ekmeği içine ev yapımı tereyağı, taze sağılmış sütle kahve, aynı sütten yoğurt, o yoğurttan ayran...reyhandan kapariye kadar salataya koyduğum her yeşili veren bahçe, günün erken saatlerinde süzülürken akşam buğulama olan lağosu bize veren deniz ve iki serpiştirmesi bile toprağı yeşerten yağmur...safi huzura kestim desem yeri.

huzurumun yansıma sesi


5 Ekim 2010 Salı

Resimli Tefrika

















Keyif

Oda arkadaşım semirgen sivrisineğe rağmen sabah 10 gibi kalkıp annemle denize gitmeyi başardım. Sahilde kimsecikler yok, deniz neredeyse çarşaf gibi. Sintinesini boşaltmaktan çekinmeyen birkaç hıyarın pisliğini saymazsak da tertemiz. Halbuki Gökova’nın mavi tur koyları buralar. Her yazım bu koylarda, bu köyde geçti benim.

Yazları herkesin benim gibi yemeni takmadığını sonradan öğrendim. Sinüzitim olduğu için ıslak başımı yemeniyle korurdu annem. Sonra sonra ıslak saçla yatar olduğum halde yemeniden hiç vazgeçmedim. Bahçede börülce toplarken ya da dağı aşıp yan koya yürürken şapka takmayı bir türlü sevemedim. Bu akşam da maaile yürüyüşe çıkarken düşünmeden bağlayıverdim annemden ödünç aldığım yemeniyi. Babam sayesinde dağ bayır yürüyerek geçti çocukluğum. Yamaçlarda keçi gibi sekmeyi nasıl özlediğimi fark ettim bu akşam üstü. Gün batıyordu.

Burnun tepesine gelince durduk. Bir cebinden viski, diğer cebinden de kanyakla çikolata çıkardı babam. Karşımızda boylu boyunca uzanan Gökova’da gün batıyor, kuru kuruya olmaz. Annem kanyağını sahiplendi, biz viskimizi paylaştık. Gün battı. Dönüşte al al olan yanaklarım, karadan denize doğru esen rüzgarlar sayesinde aşikar olmadı.

Hatırlayış bu değil mi, on sene evvelki yılbaşı geldi aklıma. Gene biz çekirdek maaile, Concorde Meydanı’ndayız. İyi güzel, yeni bin yıla girdik rahatladık. İnce ince yağan yağmur durmak bilmiyor. İnsanın içine sinsice işleyen bir soğuk var. Üçümüz de üşüyoruz. Ertesi günü uçağımız var, döneceğiz ama biz daha otele dönemiyoruz. Zira hiçbir ulaşım aracı çalışmıyor. Taksi desen ön koltuklarına eşler kurulmuş. Bir de haritayı ters okuyunca kaldık mı kentin ortasında. Babamı öyle küfrederken hiç görmemiştim. “Kabus gibiydi” diye anılası bir gece olabilirdi, eğer yanımızda cep kanyağı ve nane dolgulu o nefis kare çikolatalardan olmasaydı.

Yanaklarımı al al edebilir ama içimi ısıtan şey yalnız içki değil. Hiçbir şeye değişmeyeceğim bu keyif.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bodrum Notları

Bodrum’u hiç böyle görmemiştim. Sıradan bir Ege kasabası görünümüne bürünmüş. Hani neredeyse “biz burada yabancıları sevmeyiz” diyecek ellerini arkasında kavuşturarak nalbur dükkanının önüne çıkan terlikli, göbekli dükkan sahibi. Her ne kadar garaja intikal edenler hala bir fıkra popülasyonu teşkil etseler de yaz döneminin o kımıl kımıl atmosferinden eser yok. Köy minibüsünü beklerken oturduğum büfede çayımı seri yudumlarla yiyip bitirdikten sonra “oh içim ısındı” dedirtecek kadar serin dokunuyor yüzüme rüzgar, aynı soğuk parmaklarıyla saçlarımı dağıtıyor.

Önceki aylarda muhteva ettiğimin kat be katı stres yapmam gerekirken tez bitmiş de geçmiş gibi rahatım. Sanki kendi kendini düzeltecek düdük makarnası. Birkaç gün daha kusuruma bakmasın, aylak madamlık peşindeyim. Çok basit ama kıymetli hayallerim var. Bahçeye dalıp dalıp, her bir şeyi dalından kopardığım gibi yemek mesela. Rüzgarda hışırdayıp bir o yana bir bu yana yatan mısır koçanlarının arasında yürümek, ya da topladığım naneyle reyhanın, onları sıkı sıkı tutan elime karışarak sinen kokusunu içime çekmek. Sonracığıma, sevip de adını getiremediğim şarkılar mırıldanarak sırt üstü yatmak denizde. Bir yandan gökyüzünü seyretmek. Az şey değil. Sonra, asmanın altında kitap okumak. Bir de çay demlenirmiş mesela, keyfe bak hocam. Bir sessizliği, bir de dalgaların sesini dinleyeceğim. Bırak insan sesini, müzik bile duymak istemiyorum. Kendimi değil kafamı dinleyeceğim bu defa. İçine kaçasıca bıdırdak iç sesim hele bir gıkını çıkarsın. Yazmak serbest, o ayrı.

Gündüz düşlerimin Bodrum katında kimsecikler ilişmesin bana. Müebbet bir mesai sarf ettiğim leylalığa müsaadenizle bir müddet ara veriyorum. Vay aşkmış, vay sevdaymış...yok arkadaş, aklımın ucuna yanaştırmam. Her Aşkın Sonu Hicran Partisi kapatıldıktan sonra aldığı Ben Böyle Aşkın Istırabını Partisi adıyla katılacak bir dahaki seçimlere zaten. Neyse, ne diyordum? Ha evet, ayşec. Bodrum'dan bildiriyor.

Hayal (temsili)