30 Ekim 2010 Cumartesi
Homur homur homur...
29 Ekim 2010 Cuma
If music be the food of love, play on
Gerçekten sevdiğim müziklerin büyük bir kısmı kırk yıllık ya da daha eski. Yaşayan ve hatta genç insanların yaptığı şarkıları dinlemek istiyorum artık. Bazen. Mesela indie seviyorum sanırım. Sözleri mümkünse bir şey ifade eden ve beynimi oymayan şeyler. Ruhumu okşamasını beklemek fazla olur belki ama dinleyicisine saldırıp ısırmayan, daha çok "şuraya otur, bir nefes al" diyen türden. Bir bardak su getiren ya da dinlemesi bir bardak su gibi gelen. Basit, anlamlı, rahatlatıcı, yutkunmayı kolaylaştıran. Oldu olacak hayatımda karşılığı olan. Dinlerken dinlediğimin ayırdına varamayacağım kadar parçam... İyice saçmaladım. Hep o Californication'ın müzikleri yüzünden. Hung'ın jeneriği de hoşuma gidiyordu. Bu da şu anlama geliyor, dizi mizi izlemesem hayatımın sonuna kadar yüz elli şarkıyla filan idare edebilirim. Ama hayır, "idare edemem". Edesim kaçtı. Hayatımın soundtrack'i bundan fazla olmalı. Gençliğini iki Dünya Savaşı arasında geçirmiş birininkinden farklı bir playlist'e sahip olsam yeter. Çok değil biraz farklı, yoksa otuzlar ve seksen arasını hiçbir şeye değişmem.
Biraz ve biraz belki. Hem beynimi oymasın, hem sözleri anlamlı olsun, hem de melankolik olmasın diye bir şey yok değil mi? Evet, döner istiyorum dönmesin istiyorum. Cam kenarı koridor da olur. Kendimden sıkılmanın öyle bir noktasındayım ama çok da uzağa savurmak niyetinde değilim kendimi. Ben bu kadar sağlamcı değildim ama zaten eskiden olduğum bir çok şey değilim artık. Belki de yaşadığım anları, içinden geçtiğim hikayeleri ya da gözümün seçtiği kadrajları anlatmasını istemiyorum artık şarkıların. Tek istediğim, ciddiye alabileceğim bir ses tonuyla -yani sakince- biraz umut vermeleri. "Yarın her şey tepene yıkılmayacak...aslına bakarsan hiç fena bir gün olmayacak" demelerini istiyorum. Yoksa "sevdiklerin hiç ölmeyecek" ya da "sen ne yaparsan yap senden vazgeçmeyecekler" gibi zırvalar duymaya ihtiyacım yok. Mütevazı beklentiler içindeyim.
Yıllardır Mavi Kuş'a çok yüklendim. Ne zaman sakinleşmeye, düzenli nefes alıp vermeye, birazcık huzura ihtiyaç duysam onu dinledim...artık tahammülüm yok "ben gelemem ama sen git biraz dolaş" demesini duymaya. Bu şarkıyı da artık azat etmeli ve yeni şarkılar bulmalıyım kendime. Tıpkı yeni bir ben bulmam gerektiği gibi, evet. Ne demiş adam, "dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım".
28 Ekim 2010 Perşembe
O serpent heart hid with a flowering face!
27 Ekim 2010 Çarşamba
Şirret
şirret Ar. şirret
Böyle buyurdu TDK. Buna ne buyrulur! Akşam akşam Necatigil beni anmış kuzum, belli. Az şirretlik çekmemiştir o da, yazık. Bazen samimiyetle üzülüyorum erkekgillere, sonra hemen geçiyor. Sen peşin peşin burnundan getir, nasolsa hak edecek. Er ya da geç. Geç olsun güç olmasın.
24 Ekim 2010 Pazar
Minör Depresif Küçük Burjuvanın Manasız Hezeyanları
23 Ekim 2010 Cumartesi
Ağ Yamamak, Ağ Atmak, Ağ Toplamak
Tütünün ve sigara yasaklarının tarihini araştırmaktan içim kıyılınca attım kendimi dışarı. Lise ödev konusu gibi geliyor kulağa zaten. Anlat babam anlat. Şöyle olmuş da böyle olmuş da. Gerçi yok yere bok atmayayım şimdi, bir ton ilginç şey de öğrendim. Çok geçmeden de unuturum, o yüzden vakit olduğunda şuraya not alayım.
Bugün deli gibi esiyordu sahil. Hem de öyle tatlı tatlı filan değil, düpedüz içim üşüdü. Ben soğuk rüzgara karşı, soğuk rüzgar bana karşı. Ne huzur ne hırsla yürüyebildim, attığım her adım bir mücadeleydi.
Bütün sahil silme balıkçı doluydu. Onların oltalarına gelmeyeceğim diye de ayrı bir mücadele.
Kireçburnu'ndan geçerken dikkatim dağıldı. Evet, dikkat bile gerektiriyor meret. Yürümek, evet. Fazla derine dalınca tökezliyor insan, nereye gittiğini bilmiyor. Yukarıdaki resmi gördüm. Bunun gibi birkaç tane daha vardı. "Bu ne lan, İstanbul'da Sonbahar klibi gibi" dedim. Dalga geçiyordum ama geçmiyormuş, yorulmuşum. Attım kendimi ilk banka. Madem yanımda zımbırtı var, niye çekmiyorum dedim. Çıkardım ki herifin biri belirdi tepemde. Belli ki muhatap olacak. Ne der kent kanunları, "ey yalnız kadın! Kimliği belirsiz bir şahıs sana sinsice yahut alenen yanaşabilir. Birinci vazifen çantana, belli etmeden sahip çıkmaktır. Şahıs konuşur konuşur gider". "Bakın birazdan ağları toplayacaklar...o zaman çekerseniz...yanındaki küçük motor bizim...ben de onu izliyorum". Birkaç terim de sıkıştırınca iyice koptum, hiç dinleyemedim adamı. Hı hım, teşekkür ederim deyip sakince topukladım.
Aklıma bir şey geldi sonra. Tez bitince diyorum (o akademinin emri, haşa, mümkün mü başka türlüsü!) bütün sahili fotoğraflasam. Hele bahar geldiğinde şöyle, nasıl güzel olur. Beşiktaş'tan başlar...tamam Garipçe'ye kadar gücüm yetmez belki ama...Rumeli Kavağı'na kadar, nasıl? Gözüme takılan, takıldığı yerde kalsın hiç çıkmasın istediğim bir sürü görüntüye rastlıyorum yürürken. Tarabya'daki balıkçı tekneleri, Sarıyer'in yalıları... Kimseye bir yararı olacağından değil elbette; hem kendim için not düşmüş olurum hem de fena mı olur paylaşsam. Annemin capon makinesiyle artık olduğu kadar. Tabi onu da ele geçirebilirsem. Filimli milimli sahici makinesini ödünç alırım belki arkadaşımdan.
Nereden kabardı bu görsellik aşkı bilmiyorum. Sahilin en sevdiğim banklarını fotoğraflayasım var mesela. Aylaklık başıma vurmuş olacak, geçer herhalde. Geçmezse de gerçekleştiririm. Kime ne zararım var, değil mi? Hem ne kadar kötü çekebilirim ki? Neyse, bunun cevabını öğrenmeye daha çok var.
Bugün bir şarkı ve gene Orhan Veli'nin o Deniz Kızı şiiri çağrıştı...çağrışım...çağırdı.
22 Ekim 2010 Cuma
Ev Tıkırtıları
21 Ekim 2010 Perşembe
Domates*
Periyodik olarak tekerrür eden gündem maddeleri kabak tadı vermiş olacak ki içimden “kıçımızı başımızı rahat bırakın lan!” diye bir ses yükseliyor haberleri izlerken. Daha sinkaflı yükseliyor tabi de yazmak için bu kadarı müsait. Onun dışında, fikrimi –henüz- beyan etmiyor, soğuk kanlı sosyal bilimciler gibi ‘evvela kavramsallaştırmamızın belini doğrultalım’ diyorum. Az şey de değil hani.
Haftalardır savsadığım tezimle yüzleştim bugün. Bir ton düzeltme var ve tabi ki az zaman. Sigara yasağı, tütün mütün çalışıyorum diye arttırırım zannediyordum ki iyiden iyiye bıraktım sigarayı. Daha da araştırıp toparlamam gerekiyor dünyada ve Türkiye’de sigara yasağı uygulamalarını. Gene tıp makaleleri çıktı karşıma, yok dedim, yeter. Bir sonraki hastane ziyaretime kadar muhatap olmak istemiyorum tıp camiasıyla (arkadaşlarımı tenzih ederim). İnsanın en uzun ilişkisi ister istemez bir aşk-nefret ilişkisine evriliyor. “Bu bir Nevizade tezi değil; sigara yasağı tezi de değil, bu bir direniş tezi” desem de eşek gibi biliyorum her iki konuya da hakim olmam gerektiğini. Uzun ilişkiler böyle evrelerden geçer ama değil mi? Biraz daha sabır ve emekle düze çıkacak, ışığı (bkz. diploma) göreceğim değil mi? Ne bileyim işte…sıkıldım, yoruldum, bunaldım. Bu Cuma Boğaziçi’nde bir konferans var, ona gideyim de iki akademik hava soluyayım, silkinip kendime geleyim diyorum. Ankara’dan İstanbul’a geri taşındım, beşeri kantininde çay-poğaça kahvaltısı edemez oldum ya hep ondan. Beşeri kantini, beşeri çimleri…bunlar mühim bileşenleri sosyoloji öğreniminin. Yoksa içimde canavar gibi bir akadimik var..akaminik…akademik, neyse işte ondan var. Peheey, istesem tozunu attırırım kürsülerin! Yok be ne toz alıcam, kendi kürsümü kurarım elim değmişken, pırıl pırıl olur!
Bugün odamda meclis tutanaklarına bilmem kaçıncı kez göz atarken gözüm akşam güneşinin vurduğu kitaplığıma takıldı. Gözüm takıldı dediysem, “ulan ben ne bok yiyeceğim, ne halt edeceğim” diye düşünüyordum bilmem kaçıncı kez. Bir şey de ürettiğim yok, öyle saksı gibi duruyorum. Ne diyordu sosyolog olmama vesile olan sosyolog? Üretmek ve sevmek, hayatın anlamı. Bu durumda baya anlamsız bir hayat sürüyorum be hocam, dilerseniz öleyim? Yok, yemezler. Şu tez bir bitsin. Bir bitsin… Yedi sene sosyoloji okuyup uzmansılaştıktan sonra “tamam sosyolojiyi eledik, acaba büyüyünce ne olsam” diye düşünür mü insan? Zırtapoz!
Kitaplığımı görünce (o kadar dalmıştım ki ona bakmak değil görmek denir) şu geldi aklıma. Şimdilik sahip olduğum tek hayal bu gibi görünüyor:
*Zengin göstersin diye.
(Siyasi simge de karikatür karakteri gibi lan. Siyasi Simge ve Süpersonik Maceraları. Neo-Hilal gibi bir şey. Leman'da bir Simge var mıydı yoksa? Niye Boysal canlandı ki şimdi gözümde, neyse.)
18 Ekim 2010 Pazartesi
Much ado about nothing #7
-Hem de nasıl! Kırmızı ruj bakıyorum da ben.
-Bakın şöyle var...bunda biraz pembe tonu var, şu biraz bordoya kaçıyor.
-Valla pembeye kaçacağına bordoya kaçsın. Yalnız ben daha canlı bir şey arıyorum.
-Teniniz de beyaz, çok yakışır. Şu mesela...
-Evet, bu! Deneyebilir miyim?
-Tabi...ama kalemsiz zor sürersiniz.
-Zannetmiyorum...
-Nasıl sürdünüz öyle?! Hiç bu kadar rahat kırmızı ruj süren görmemiştim. Ne kadar düzgün oldu...
-Hanımefendi, ben giden arabada aynasız sürüyorum bunu (ne kendini beğenmiş, gereksiz bir beyan! nasıl da itici, yalan gibi çıktı ağzımdan). Yıllardır gündelik bile kullandığım renk...insan alışıyor. Alıyorum. Hayır silmeyeyim, kalsın. Çok teşekkürler.
***
-Merhaba, Caro Emerald var mı acaba? Ce, a, re, o... E, me, e, re, a, le, de.
-Bakalım...Google'da görünmüyor.
-Carole yazdınız, belki ondandır. Sadece Caro.
-Bakıyorum.
-Hayır, soyadı Eme değil. Bakın biraz yazınca çıkıyor.
-İspanyol mu?
-Emin değilim. Bu işte, evet.
-Türkiye'ye gelmemiş herhalde.
-Oldu, sağolun...
-Ama amazondan isteyebilirsiniz.
-Evet, biliyorum... sağolun, iyi...
-İsterseniz bir soralım, getirtmeye...
-Hayır teşekkürler, ben biraz daha...
-İsterseniz...
-Teşekkürler, iyi günler.
***
Kırmızı rujun gücü adına! Herkes mi iyilik timsali kesilir. Hele o hipnotize edici etkisi yok mu, başlı başına eğlenceli. Bir tür göğüs çatalı etkisi ama daha fena. Tam bir kitlenme hali. Kaç sene olmuş bakayım...ilk senemdi, demek ki 2003. Yusuf Ziya'dan istatistik alıyoruz amfide. Tahta rakam dolu, kabus gibi. Topukla kızım ayşec., en arkalara doğru şöyle. Hah, B'nin saçlarının arkası mükemmel, yerleş!
-Şşt sen, kırmızı dudaklı!
-Ben mi hocam?
-Hayır, burada senden kırmızı dudaklılar var! Şşşt sen, arkasındaki! Kızııım, kime diyorum!
-Ben mi hocam?
-Sen tabi! Tahtaya gel, çöz şu soruyu.
-Yere şey düşmüştü de...ben onu...
O günden sonra bir daha sürmem sanmıştım ama öyle olmadı. Zaman içinde benimle özdeşleşti, bu sefer iyice hoşuma gitti. Barbra Streisand'ın burnu gibi bir şey. Karakteristik. Yalnız zordur kırmızı ruj bizinıs. Öyle sürdüm bitti değil, ciddi iştir. Sürmesi ayrı meşakkatlidir, sürüldüğü gibi muhafaza etmesi ayrı. Oraya buraya bulaşmayacak, hapır hupur yemek yenmeyecek, ağız kulaklara varasıya gülünmeyecek ki konsept joker'e kaymayacak. Ama en zoru, taşımak. Yakışır yakışmaz tartışılır, bahsettiğim o değil. Bakışları taşımak. Füme ya da bej giymeye benzemez bu. Kalabalık arasında kaybolma şansı tanımaz. Göze batmayı göze alacaksın. Beraberinde gelen her türlü peşin hükmü de birlikte. Belli ki niyetin bozuktur, başka açıklaması olamaz.
O değil de...en sonunda aldım Çarşı tişörtü. Ablayla Beşiktaş-Çarşı ilişkisini uzun uzadıya irdeleyip, small'dan medium bedene nasıl ne ara geçildiğinin fark edilmediğine ve genç göstermenin genetik bir lütuf olduğuna kanaat getirdikten sonra tabi. Beşiktaşlılığım babamdan ve doğup büyüdüğüm semtten kaynaklı, yoksa nüfus cüzdanımdaki din hanesinden az hallice bir karşılığı var pratikte. Çarşı başka. O ayrı.
-Çarşı Allah'a karşı.
-Olmaz öyle şey.
-Niye lan?
-Çünkü Çarşı Allah.
-E Çarşı kendine de karşı zaten.
-Çarşı sabaha karşı.
***
17 Ekim 2010 Pazar
22'yi 36 geçiyordu saat...
Aynı bölmedeydi Nimet Hanım.
Genç bir kadın.
Bir vekâlette memurdur.
Güzel değil,
başka bir şey,
bir acayip sıcaklık.
Güzel olmadığı için güzel.
Yakınları ona mutlaka "canım" derler.
Bir mektup okuyordu.
Çok uzaklardakine yazmıştı bu mektubu
Ankara'dan atacaktı postaya,
belki de atmayacaktı,
hayır, atacaktı muhakkak.
Şöyle başlıyordu mektup:
"Orhan,
sana dün aşağılık bir mektup yazıyordum,
vazgeçtim.
Ama şimdi ne diye söylüyorum bunu?
Kim bilir?
Kancıklığım zahir.
Halbuki ben onu yazabilseydim sonuna kadar
sen bir hayli sinirlenecek
sevinecek
iştahlanacak
falan filan olacaktın.
Şu kadar ifşa edeyim:
seni istedim dün
dün dehşetli canım çekti seni.
Ve bütün münasebetsizliğine rağmen
horozluğunu özledim.
Bu fizik açlık bende yoktu.
Bir krizdi geldi geçti.
Ama kaç para eder,
ben eminim ki artık
bu krizler daima sen yanımda olmayınca tutacak.
Bu fizik açlık bende yoktu.
Ve tahammül edemem böyle bir şeyin başlamasına.
Bu olmamalı, sevgilim.
Etimi yenmesi lazım kafamın.
Ama insanda öyle mahrem bir an oluyor ki
kafasız bir vücutla kalıyor insan.
Tek bir arzusu var işte o zaman.
Ama bu herhangi bir erkeğe ait sanma.
Hayır, daha o kadar olmadım.
Ben seni istedim sadece.
Ama ne türlü istemek
nasıl merhamete layık,
ne korkunç,
nasıl âciz ve yapyalnız bir şey.
Fakat gülünç değil.
Ve korkum burdan başlıyor.
Benim için dua et, sevgilim,
madem ki yanımda yoksun.
Dün hırsımdan bir bardağı kırdım elimde.
Ne boktan, isterik bir hal.
Niye bu kadar uzaksın?
Fakat gelme sakın,
zaten gelemezsin,
istemiyorum
olduğun yerde sittin sene kal..."
(Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları. Adam Yayınları, Ekim 1998. s.210-211)
Başucumda duruyor kaç zamandır. Gelişigüzel açıp okuyorum arada. On seneyi geçmiş okuyalı, çocukça notlar almışım üstüne. Silmeye de kıyamıyorum. Neyse ki böyle kısa ziyaretlere müsait bir kitap. Geçen akşam da bu mektuba denk geldim. Nazım'ın, o çok sevdiği kadınların ağzından yazması ilgimi çekiyor. Nazım, kadınları seven bir adamdır, malum. Her adam öyle değildir, aynı şey değil. Bir kadının aklına girdiğinde ne gördüğü, nasıl gördüğü ilgimi çekiyor o yüzden. Kalkıp şiiri çözümleyecek değilim, buna lüzum da yok. Yalnız, ancak bir kadın "istemiyorum, olduğun yerde sittin sene kal" diye bitirirdi sevdiği adama yazdığı mektubu.
16 Ekim 2010 Cumartesi
Kişisel Bir Şey
not: "geri gelmesinler ama en güzel günleriydi onlar hayatımın" diye anlayabilmiş olmayı nasıl başardığımı düşünüyorum...
14 Ekim 2010 Perşembe
Aşiyan Yollarından
Bir daha yürümem dediğim o yolu yürüdüm bugün.
Öfke duyarak ama ilk defa kendime değil, adını bile anmadığım birine, sonra yine kendime.
Yolları yürür gibi değil, döver gibi yürüdüm.
Lanet üstüne lanet okudum içimden. Öfkelendikçe hızlandım. Yağmur da hızlandı. Gözlüklerim, çatık kaşlarım ve kızgın bakışlarımla öyle çirkindim ki herkes çekildi önümden.
Gözlük camlarım yağmur damlalarıyla kaplandı, aldırmadım.
Bach'ın bir çello süiti çalıyordu, değiştirmedim.
Tekrar dinledim ve tekrar.
Başka acıklı şeyler de dinledim ama hiçbiri hızımdan çalmadılar.
Daha çok balıkçı geçtim, daha çok irili ufaklı tekne. Sokak köpekleri, kediler, güvercinler geçtim. Hiç durmadım.
Bacaklarım acıdı, ben kendime acımadım.
Vardım.
Gözlüklerimi sildim, saçımı topladım, üstümü başımı çekiştirdim bir şeye benzeyebilirmişim gibi.
Nereye gittiğini gayet iyi bilen insanlar gibi girdim kapısından. Selam verdiğim görevliler o yüzden peşime takılmadılar bu sefer. Bir kaç adım bir kaç basamak sonra yanındaydım. Öylece durdum geniş mezarın ayak ucunda.
Ayak ucunda biten küçük beyaz çiçeklerin ıslak, geniş yapraklarını sevdim bir müddet.
"Size güzel bir haberim var" diyecektim, hazırdı cümlelerim. "Hani bir sevdiğim vardı ya benim, hani son olacaktı, öyle dilemiştim". Kimden bahsettiğimi bilecek, ben de şakıyarak haberi verecektim.
Lâl oldum.
Hiçbir şey çıkmadı ağzımdan. Biraz daha sevdim ayak ucundaki ıslak yaprakları, bir tanesini öptüm.
Durdum. Baktım. Baktım, baktım... Dakikalar sonra bir an, bir çırpıda çıkıverdi ağzımdan.
Başka da bir şey çıkmadı zaten. Ne aklımdan geçti, ne dilime geldi.
Biraz daha durduktan sonra usulca gülümseyip "ben gene gelirim" dedim.
Çıktıktan sonraki o kısa yokuşu inene kadar vazgeçtim otobüse binmekten. Tuttum gerisin geri yürüdüm.
Öfkem dindiği halde hızlanmışım farkında olmadan. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu kaç sefer. Güçlü görünmek her şeyden önemli olduğu için ne durdum ne de bıraktım kendimi, bırakamadım.
Hava kararıyor, ben hala yürüyordum.
11 Ekim 2010 Pazartesi
Med Cezir
Taş evin içi Kasım'da Ankara. Dışı sükunetle karşılıyor kışı. Sessiz sedasız serinliyor. Önce hava kırıldı, med cezirden sonra da su. Akşamüstleri hüküm süren Mayıs ılıklığı yerini belli belirsiz bir ürpertiye bırakıyor yavaşça. Direnmenin anlamı yok, mevsimler geçiyor.
Yirmi yıldır Mazı'ya gelmediğim yaz olmadı. Burası köyün Hurma sahili. Ben İnceyalı'da büyüdüm. Her yaz sonu, tatilin bittiğine değil Mazı'dan ayrıldığıma ağlardım. Elime geçirdiğim bir pet şişeye biraz çakıl taşı ve deniz suyu doldururdum. Aklım sıra Mazı'yı yanımda götürecek, ayrılığı hafifleteceğim. Birkaç haftaya kalmadan kokmaya başlayan suyu sonunda dökmek zorunda kalırdım. Daha az çocukça görünse bile dalgaların sesini kaydetmem de bundan farklı değil. Belki daha uzun ömürlü ama ayrılığa çare yok. Çocukluğumdan beri öğrenemedim bunu.
Ölümün de bir tür ayrılık olduğunu düşünüp teselli bulmaya çalışırken fark etmiştim, aslında ayrılığın bir tür ölüm olduğunu. Her kopuş, telafisi olmayacak bir şeyler kopartıyor insandan. Pet şişeye koyup saklayamıyorsun. Tahir ile Zühre Meselesi demiş ya üstat, biraz da o hesap işte... Yani insan saklayabiliyor isteyince. "Yani yürekte". Hatta ne diyordu Piraye, "her kadın saçmadır sevdiği zaman. Bırak da içimden seveyim seni, açığa vurmadan".
10 Ekim 2010 Pazar
Tepedeki Çimenlik
“Tecrübesiz hisler içindeyim” diye geçiyor altyazım. “O ne demek lan?” diye soruyorum. “Yani böyle, daha önce tecrübe etmediğin gibi hissetmez misin hiç? Hani nasıl hissedeceğini bilemeyerek kalırsın ya, öyle”. Arınıp paklanayım derken hızımı alamayıp tabula rasaya döndüm adeta, pirüpak oldum. Keşke daha oturaklı bir kadın olsaydım. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini iyi analiz edebilen, buna uygun davranıp doğru kararlar verebilen filan. Cins-i latifin yüz karasıyım lan. Ne aklı başında olabildim yeteri kadar, ne de adam akıllı gösterebildim şapşallığımı. Tepedeki çimenlikten alemi seyreyler gibi bir haldeyim şimdi.
Su hala sıcak ve güneş kavurmasa da yakıyor hala. Fakat yalan borcum mu var, içim üşüyor. Kendimden de, mevsimlerin değişmesinden de kaçamayacağım daha fazla. Kimse denemediğimi söyleyemez, ama yetti, tamam. Şu birkaç günde iyice sıvayıp sağlamlaştırdığım tek kişilik huzurumu da yanıma alarak döneceğim İstanbul’a. Tam kendi ebadımda küçük bir sığınak inşa etmiş gibiyim. İçinde biraz su, biraz yiyecek, az biraz da hava. İyi niyetli bir mezar.
Fırtınalar kopuyormuş İstanbul’da. Bana uyar. Bu günlük güneşlik havayla tezat teşkil etmeye başladım gene. “Sigarayı bıraktın ya, hep ondan” diyorum. Bu baş ağrıları, öksürükler, bu yerli yersiz huysuzluk. Halbuki dün akşam ne güzeldi. Ayaklarımın altında boylu boyunca Gökova Körfezi, bardağımda en sevdiğim rakı, önümde Rum usulü servis edilmiş mezeler, lağos olmuş buğulama, babam yanağıma bir öpücük bile kondurdu. Tam “daha ne istiyorsun lan” derken, Müzeyyen “bunu olmasın sakın?” diye verdi gene cevabımı. Rüzgar kırdı dalımı dedi, bir yudum aldım. “Ne o en nihayet bıraktın mı sigarayı küçük hanım?” dedi, “bıraktım Müzeyyen Abla” dedim, “ama böyle devam edersen çok sürmeyecek”.
Karşımda bir damlacık bir kız oturuyordu. Kendisi ne kadar küçük ve fakat ne kadar büyüktü hayal dünyası! Kendi çocukluğumu anımsayınca utandım şimdiki halimden. Halbuki Peter Pan’a (o zaman yazıldığı gibi okunuyordu) söz bile vermiştim büyümeyeceğime dair. Tabi o zaman söz vermek şimdiki gibi tantanalı bir iş değil. Hiç susmayıp bana sürekli bir şeyler anlatan o bir damlacık kıza bakıp bakıp, “sözümü tutamadım mı lan yoksa” dedim. Ama işte gelip sarıldı arkadan, demek ki hala ışık var. Sonra hiç fark etmeden dünyaları verdi bana: “Böyle gözlükle, ceketle filan büyük sandım seni önce…” Gülümsedim. “Değilim” dedim, “hadi gel anneye çaktırmadan kılçıkları verelim kediye”. Arabada baktım uykusu gelmiş, koluma yatıyor. Kaldırdım aradaki gereksiz kolumu, damlacığı sardım sineye. Yol daha uzun olsun istedim. Olmadı.
Balkondaki kırlangıç yuvası bu. Onlar gidince sakalar yerleşmiş yuvaya. Çalı çırpıyla kuvvetlendirdiği yuvadaki yavrularına yem taşıyor şimdi anne. Hayatın bu döngüselliği hoşuma gidiyor, hepsi bu.
Büyümek, biraz da, sevginin gücünün her şeye yetebileceğine inanmayı istemeye istemeye de olsa bir kenara bırakıp, birbirlerini çok sevseler dahi insanların her zaman birlikte olamayacaklarını kabullenmek olabilir. Ceket giyip, gözlük takan bir damlacık kızların fazladan bildiği yegane şey de budur belki. Olamaz mı, olabilir...
7 Ekim 2010 Perşembe
Büyülü Arsız Günler
5 Ekim 2010 Salı
Keyif
Oda arkadaşım semirgen sivrisineğe rağmen sabah 10 gibi kalkıp annemle denize gitmeyi başardım. Sahilde kimsecikler yok, deniz neredeyse çarşaf gibi. Sintinesini boşaltmaktan çekinmeyen birkaç hıyarın pisliğini saymazsak da tertemiz. Halbuki Gökova’nın mavi tur koyları buralar. Her yazım bu koylarda, bu köyde geçti benim.
Yazları herkesin benim gibi yemeni takmadığını sonradan öğrendim. Sinüzitim olduğu için ıslak başımı yemeniyle korurdu annem. Sonra sonra ıslak saçla yatar olduğum halde yemeniden hiç vazgeçmedim. Bahçede börülce toplarken ya da dağı aşıp yan koya yürürken şapka takmayı bir türlü sevemedim. Bu akşam da maaile yürüyüşe çıkarken düşünmeden bağlayıverdim annemden ödünç aldığım yemeniyi. Babam sayesinde dağ bayır yürüyerek geçti çocukluğum. Yamaçlarda keçi gibi sekmeyi nasıl özlediğimi fark ettim bu akşam üstü. Gün batıyordu.
Burnun tepesine gelince durduk. Bir cebinden viski, diğer cebinden de kanyakla çikolata çıkardı babam. Karşımızda boylu boyunca uzanan Gökova’da gün batıyor, kuru kuruya olmaz. Annem kanyağını sahiplendi, biz viskimizi paylaştık. Gün battı. Dönüşte al al olan yanaklarım, karadan denize doğru esen rüzgarlar sayesinde aşikar olmadı.
Hatırlayış bu değil mi, on sene evvelki yılbaşı geldi aklıma. Gene biz çekirdek maaile, Concorde Meydanı’ndayız. İyi güzel, yeni bin yıla girdik rahatladık. İnce ince yağan yağmur durmak bilmiyor. İnsanın içine sinsice işleyen bir soğuk var. Üçümüz de üşüyoruz. Ertesi günü uçağımız var, döneceğiz ama biz daha otele dönemiyoruz. Zira hiçbir ulaşım aracı çalışmıyor. Taksi desen ön koltuklarına eşler kurulmuş. Bir de haritayı ters okuyunca kaldık mı kentin ortasında. Babamı öyle küfrederken hiç görmemiştim. “Kabus gibiydi” diye anılası bir gece olabilirdi, eğer yanımızda cep kanyağı ve nane dolgulu o nefis kare çikolatalardan olmasaydı.
Yanaklarımı al al edebilir ama içimi ısıtan şey yalnız içki değil. Hiçbir şeye değişmeyeceğim bu keyif.
4 Ekim 2010 Pazartesi
Bodrum Notları
Önceki aylarda muhteva ettiğimin kat be katı stres yapmam gerekirken tez bitmiş de geçmiş gibi rahatım. Sanki kendi kendini düzeltecek düdük makarnası. Birkaç gün daha kusuruma bakmasın, aylak madamlık peşindeyim. Çok basit ama kıymetli hayallerim var. Bahçeye dalıp dalıp, her bir şeyi dalından kopardığım gibi yemek mesela. Rüzgarda hışırdayıp bir o yana bir bu yana yatan mısır koçanlarının arasında yürümek, ya da topladığım naneyle reyhanın, onları sıkı sıkı tutan elime karışarak sinen kokusunu içime çekmek. Sonracığıma, sevip de adını getiremediğim şarkılar mırıldanarak sırt üstü yatmak denizde. Bir yandan gökyüzünü seyretmek. Az şey değil. Sonra, asmanın altında kitap okumak. Bir de çay demlenirmiş mesela, keyfe bak hocam. Bir sessizliği, bir de dalgaların sesini dinleyeceğim. Bırak insan sesini, müzik bile duymak istemiyorum. Kendimi değil kafamı dinleyeceğim bu defa. İçine kaçasıca bıdırdak iç sesim hele bir gıkını çıkarsın. Yazmak serbest, o ayrı.
Gündüz düşlerimin Bodrum katında kimsecikler ilişmesin bana. Müebbet bir mesai sarf ettiğim leylalığa müsaadenizle bir müddet ara veriyorum. Vay aşkmış, vay sevdaymış...yok arkadaş, aklımın ucuna yanaştırmam. Her Aşkın Sonu Hicran Partisi kapatıldıktan sonra aldığı Ben Böyle Aşkın Istırabını Partisi adıyla katılacak bir dahaki seçimlere zaten. Neyse, ne diyordum? Ha evet, ayşec. Bodrum'dan bildiriyor.
Hayal (temsili)